Bir hayat masalı  

Posted by Asuman Yelen in , , , , ,




On sekiz yaşındayken yazmıştım bu dörtlüğü. Öyle şeyler yaşamıştım ki, kendimi yüz yaşında gibi hissediyordum. Ardarda yaşadığım deneyimler, zehirli bir hormon gibi beni birdenbire öyle sağlıksız bir şekilde olgunlaştırmıştı ki, dünya anlamsız, gündelik hayat, gündelik işler, yaşıtlarım, onların, aslında sağlıklı ve doğal olan rutinleri, bana sıkıcı ve çekilmez geliyordu. Çook uzak yıldızların arasında, içinde yalnız kendimin yaşayacağı büyülü bir acılar dünyası kurmuştum. Orada yaşayıp gidiyordum.

Zaman zaman şiirler okuyordum Lamartine'in Göl'ü gibi, Bekir Sıtkı'nın Sessiz Senfoni'si gibi sevilenin ölümüne dair. Savaş ve Barış'taki Prens Andrey'in ölen karısının arkasından, ağaçlıklı yolda yürürkensöylediği tiradı okurdum yukarıdan, aşağıdaki dostlarıma. Çok severlerdi beni. Bir parça hayranlık da duyuyorlardı. Öyle ya ben parlıyordum artık, yukarılarda, parlayan yıldızların arasında.

Bazan biri sesleniyordu yukarıya cılız sesiyle. " Ne güzel şeyler söylüyorsun, seni dinlemek hoşuma gidiyor." Ben sessiz hüznümle vakur bir şekilde çeviriyordum başımı. Bazan birkaç tanesi birden geliyor ellerini uzatıyorlardı. Yıldız mabedin çok güzel. Sen de çok efsunlu ve doğru şeyler söylüyorsun. Niçin ara sıra yanımıza gelmiyorsun? Ya da yanına uğramamıza izin vermiyorsun?
BİZİM DE SANA SÖYLEYECEĞİMİZ HOŞ BİR ŞEYLERİMİZ OLABİLİR. Sen çok hüzünlü ve yalnızsın."

İşte bu beni çok sıkıyordu. Onları seviyordum. O kadar. Onlarla paylaşacak neyim olabilirdi ki. Çok sıradandılar. Biraz da gevezeydiler. Bu uzak yıldızlar, bu büyülü mabed, benim engin, acılı, karanlık ruhumu aydınlatmak, şair ruhumu beslemek için gerekliydi. Onların buna ihtiyacı yoktu ki. Aptalca şakaları, sahte nezaketleri, yalakalıklarıyla varsın birbirlerini pohpohlasınlardı. Ama kahretsin onları seviyordum da. Kırılmalarını da hiç istemiyordum. "Sevgili dostlarım. Sizi seviyorum ama lütfen bana ilişmeyin. Bana yaklaşmanız, beni anlamanız mümkün değil. Suç sizde değil. Sizler normalsiniz. Hormonlu olan benim, e mi canlarım" diyip bir de gönüllerini alıveriyordum.

Sonra nasıl oldu bilmiyorum, kendimi yeryüzünde, küçük adamların arasında buldum. Sanıyorum, sebebi, vakitsiz vücuduma giren kötü hormonların beni hasta etmesi idi. Hayatın insana öğrettiği en acı tecrübelerden biri de yalnız başına iken geçirilen hastalıklardır. Kuyruk hep dimdiktir. Yüksek perdeden benim kimseye ihtiyacım yok diye babalanırsın. Amaaa, hastalığa gelince iş değişir. Allah kimseyi o duruma düşürmesin. Küçük dostlarım bana baktılar, beni iyileştirdiler.

Seneler geçti. Acılar bitmedi. Ama artık büyümüştüm. Bu sefer kötü hormonlara izin yoktu artık. Zaten çoktan bağışıklığımı da kazanmıştım. O kadar çok şey yaşamıştım ki, tabii buna seneler de dahil, ayırmadan insanları sevmeyi, kimseleri yargılamamayı, beni kıranlara gülüp geçmeyi, hatta yaş ilerledikçe, ihtiyaç halinde, olabildiğince saçmalamayı becerebiliyordum. Üstelik şimdi bunu yapabileceğim bir de blogum olmuştu.

Bu güne gelince..Yüz yaşındayım ama, onsekizimde hissediyorum.

Yazı yazmayı, yazarken uzun cümleler kurmayı (şöyle, süslü, ağdalı cinsten) ha evet bir de bol bol parantezlerle o cümleleri iyice karmaşık hale getirmeyi seviyorum. İyi ki blogger olmuşum da genç, yaşlı, ergin, ergen bir yığın insanla selamlaşıyor, hasbihal edebiliyorum. Bazı insanlar, nezaketi hep sahtelik olarak kabul etseler de ben, gerçekten nazik bir insanım. Kavgada bile. Küfretmeden kavga etmenin de iki yüzlülük olduğunu kabul etmiyorum. Küfredeni de yargılamıyorum.

Ha, bu arada, yıldızlara bakmaktan hiç vazgeçmedim. Onlar hep parlak ve güzeldir. Mabetler ise büyülü ve çekici. Ama gerçek dünya hepsinden güzel.

Hep sevgiyle kalın...

This entry was posted on 16.06.2009 at Salı, Haziran 16, 2009 and is filed under , , , , , . You can follow any responses to this entry through the comments feed .

0 yorum

Yorum Gönder

Blog Widget by LinkWithin