Nihayet karar verebildi döner kapıdan içeri girmeye. Bir saat oralarda turladıktan, birkaç kere yaklaşıp, vazgeçtikten sonra. Kaçarı yoktu. Bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün. Üstelik o yapmalıydı bunu. Kimseye devredilemeyecek kadar özel, hassas bir işti. Derin bir nefes alıp hafifçe itti kapıyı.
Her şey şaşılacak derecede aynıydı. “İnanılır gibi değil” diye düşündü. Oysa uzun zamandır uğramamıştı, daha önceleri sık sık uğradığı bu mağazaya. Daha çok yalnız, ara sıra da “o” nunla birlikte gelirlerdi. Yaklaşık yirmi yıldır müşterisiydi oranın. Birlikte az dolaşmamışlardı, o kattan bu kata, o reyondan bu reyona.
Hiçbir yerde oyalanmadan, doğruca muhasebe kısmına yürüdü. Taksit ödeme masasında genç bir kız oturuyordu, yeni biri. Dağınık saçlı, ifadesiz yüzlüydü. Köşeli kesilmiş siyah ojeli tırnakları vardı. Müşterisine bakmadan çalışan, baksa da görmeyen tiplerdendi. Sırasını beklerken boş gözlerle kızın mekanik bir şekilde işini yapışını izledi.
“Neydi sizin?” diye sordu asık suratlı kız, önündeki kartonu bir kenara koyarken. Korktuğu an gelmişti. ”Bir hesap kapanacak” dedi. Her zaman sohbet ettiği orta yaşlı kadının gittiğine sevinmişti. Çok fazla konuşmak istemiyordu. “Numara?” “2108” diye karşılık verdi. Sanki sesi titremişti. Kız ilk defa ilgilendi.. “Çok eski bir numara.” Bir yandan da kartonu çıkarıyordu. Kalan miktarı ödedi. ”Tamam” dedi kız. Sonraki müşteriye çevirdi ifadesiz bakışlarını. “Senet” dedi beriki. Senedi vermeyecek misiniz? Kız titizlendi, arkada uzayan kuyruğa baktı. “Açık bırakalım” dedi sabırsızca. “Tekrar alışveriş edersiniz belki.” “Hesabın sahibi ben değilim.” Kızın suratı iyice asıldı. “İyi ya, kendisi gelsin o halde.” Sesi yükselmişti. Diğeri masaya dayadı ellerini, yüzünü kıza eğdi, tıslar gibi “gelemez” dedi. “Gelemez, o öldü.” Kısa bir sessizlik. Siyah tırnaklı el bir kaleme uzandı, sert bir hareketle, kartonun köşesindeki 2108 rakamının üzerini, bir çarpı ile kapattı. Sonra telefona uzandı. “Bana 2108 in senedini getirin.”
Tüm bu işlemleri yaparken, diğeri onu izledi. Yüzü sararmamış, eli bile titrememişti. Bir teselli cümlesi, bir duyarlı bakış, hareketlerde bir farklılık, biraz anlayış... Siyah tırnaklı eller, fihristli bir dosyadan 2108 sayılı senedi çekti kopardı ve ona uzattı. Bakmadı bile. “Sıradakii…” 2108 in işi bitmişti. Sıradan, herhangi bir insan, bir gafil, yaşamındaki en önemli insanı, can yoldaşını, kim olduğunu, ne yaşadığını, neleri sevip, nelere üzüldüğünü, neler çektiğini hesaba katmadan, orada yazılı olan ismini dahi telafuz etmeden, bir rakama dönüştürüp üzerini çizivermiş, sonra da bir kağıt parçası yapıp, hoyrat eliyle koparmış, eline tutuşturuvermişti.
Bir an, kısa bir an, uzanıp, yakasına yapışmayı, boğazını sıkmayı düşündü genç kızın. Sonra vaz geçti. Omuzlarından tutup sarsmak, sarsmak, “bana baksana sen kızım, senin üzerini hoyratça karaladığın 2108 in, bir ‘prenses’ olduğunu , senin yaşındayken, çalıştığı yerde kendisinden “Orta Doğu’nun en güzel kızı” diye bahsedildiğini, yaşadığı sürece bir karıncayı dahi incitmediğini, oğluna mükemmel bir anne, bana ve kardeşime harikulade bir abla olduğunu, dostları tarafından çok sevildiğini, tek bir kalp bile kırmadığını biliyor musun,” diye haykırmak istedi. "Nesin sen? Nerde bıraktın insanlığını? Nasıl bu hale geldin?" Vazgeçti. Döndü arkasını, yürüdü gitti.
Hava kararmaya yüz tutmuştu. Serin bir Nisan günüydü. Henüz iş yerleri paydos etmediğinden, vapur tenhaydı. Dışarıda oturuyordu. Yalnızdı. Soğuktu ama o hissetmiyordu. Denize sabitlediği bakışları donuktu. Yaşamı düşündü. Sonra ölümü düşündü. İşte hepsi bu kadardı. Hayat, bir sayıdan, ölüm bir çarpıdan, insan ise mağazadaki kara tırnaklı duyarsız şekilden ibaretti. Ne bir eksik, ne bir fazla.
11 Nisan 2000