Kapı zili çaldığında limon filesi ile boğuşuyordum. Boğuşma sözcüğünü, size
abartılı gelebilir, benim mazoşist bünyem ikinci ve daha sonraki limonu almak
için ilk açtığım deliği arayıp bulmaya çalıştığı için kullandım. Niyeyse naylon
poşetlerin düğümünü poşeti, hediye paketlerini kâğıdı yırtmadan, karışmış iplikleri
koparmadan açmak gibi takıntılarım psikiyatrıma söylenemeyecek kadar ufak,
yaşamımı zehir edecek kadar büyük sorunlar olarak yıllardır sürüp gitmekte.
Kapıyı açmadan önce her zamanki gibi "kim ooo..." diye seslendim. Kedisi olan
bilir. Kapı öyle hemen açılmaz. Apartman görevlisi ise ve alışveriş için geldiyse
açmadan "bişii lâzım değil " diye seslenilir. Dilenci ya da satıcı veya anketörlere
de açılmaz, yoksa kedinin peşinden merdivenlerde bulursunuz kendinizi. Çok sık
olmasa da ara sıra kullandığım "sıvışmak" kelimesinin gerçek anlamını kaşla göz
arasında Rayuş' la benim ayaklarımızın arasından üstelik gözümüz üstündeyken
sızıverip kaçan Pupa' dan öğrendiğimi söylemeliyim.
Günlerden pazar (kapıcı servisi yoktur) , saat kahve saati olunca gelenin Rayuş
olduğu kesindi ve ben biraz cilve yapmak istedim. "Benim..." cevabını duyduğum
halde "sen kimsin..." dedim. Biraz sabırsız "beniim" sesini duyunca duraladım. Rayuş' un
tavrı tarzı bu değildi. Hemen kapıyı açtım. Evet o değildi. Kapıyı, üzeri 10- 12
tane dumanı tüten aşureyle bezeli büyük bir tepsi çalmıştı. Daha dün akşam "tatlıı...tatlıı"
diye Rayuş' u bezdiren ben, o tepsiyi tutan elleri öpmeye davranacakken bir canhıraş
çığlıkla kendime geldim. 12 numaranın genç hanımı, "alın şunu, korkarım ben" diyor,
bir yandan da titreyen ellerle tepsiyi zaptetmeye çalışıyordu. O an öl dese ölecektim,
eğilip ayaklarına sürtünen Pupa' yı almak işten bile değildi. Sonra dönüp, minnetle,
şükranla ve huşu içinde sıcak aşureyi aldım. Elimi yakıyordu ama ne gam. Bu yıl ilk
aşuremdi.
Yemek için sabırsızlanıyorsam da, soğuk yemek daha hoşuma gidecekti. Tabii ki
sabretmek zor olacaktı. "Biraz soğusun, buzdolabına koyar süreci hızlandırırım. :))"
Kapanan daire kapısının önünde ben bunları düşünürken burnuma dolan yanık
kokusuyla kendime geldim. " Gitti caanım kereviz..." İnanmayacaksınız belki ama
gerçek, mevsimin ilk kereviziydi. Koklaya koklaya doğramış, (çiğken kokusunu çok
severim) havucuyla, patatesiyle, bezelyesiyle ve özlemle, hevesle hazırlamıştım.
Pişmeye başladığı an çıkan koku, çiğ halinin kokusuna beş basmıştı. " Ama..ama ben
altını söndürmemiş miydim? " Söndürmemişim efendim. Omun yerine akşamdan kalan
bir-kaç teflon tavayı yıkamak üzere ısıttığım suyun altını kapatmışım.
Can havliyle mutfağa koşup önce pencereyi sonra tencereyi açtım. Sizi bilmem
ama ben yanmış kereviz yemeğinin kokusunu hiç sevmem.
Yemek kaşığıyla üstten birkaç parça kerevizi koklayıp, kurtarılabilecek birşeyler
arıyordum ki arkamdan uzun yıllar boyu dehşetle hatırlayacağım o sesi duydum.
" ŞLAAAPPP... " Ne olduğunu adeta biliyordum. Bunun için yengeçsel önsezilere de
gerek yoktu. Pupa gibi bir kedinizin olması yeterliydi.
Küçücük, çok küçücük bir umutla döndüm. Sallanan kulaklar, umudumu söndürdü.
Aşureyi telaşla üzerine bırakıverdiğim ayakkabı dolabının üzerinde ayakta muzaffer
bir tavırla duruyordu. Üzerime diktiği gözlerini bir müddet sonra yere indirdi.
Utandığından değil. "Sen de bak " dercesine. Aşurenin metalik yumuşak kabı,
yüzükoyun yere yapışmş, birkaç fındık bir-iki nar tanesi oraya buraya saçılmıştı.
Êğilip kabı alacak oldum. Bir anda sıcaklıktan kendini toplayamamış olan caanım
aşurem, bembeyaz taşın üzerine büsbütün bırakıverdi. İçi anlamsız bir şekilde
bomboş olan kap, elimde kalakalmıştı. İşte o an kanımın tepemde fokurdadığını hissettim.
Doğrulduğumda gözümde ne gördüyse bir çığlıkla kendini koridorun kapısına attı.
Mutfaktan aldığım bıçakla arkasından seğirttim. Kuyruğu dimdik havada suçlu
yampirik adımlarla ve bir Kenya' lı atlet hızıyla odalardan birine daldı ve yokoldu.
Bıçağı yerine koydum. Banyodan temizlik kovasını ve fırçasını aldım. Su dolu kovayla
çıkarken aynada kendimi gördüm. Omuzlarım düşmüş, gözlerime umutsuz bir bakış
yerleşmişti. On yıl daha yaşlanmış gibiydim.