Bu yılı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ya siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelene kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimenlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz ?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl ?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez fark ettiniz bu yıl?
İyi bir yılın bunlar gibi birçok küçük şey'e bağlı olduğunu
Hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yeni yılda düşünün.
Yayılın çimenlerin üzerine
Acele edin
Er ya da geç
Çimenler yayılacak üzerinize.
Jacques Prévert
Ergen yaşlarımızdayken, bazan kızlar kendi aramızda didişir, sesler yükselir, ya da bir yere
gitmek istemişiz annem izin vermemiştir, herkes bir kenara çekilir somurtur otururduk.
Seksenlerindeki anneannem bastonuna dayanarak ayağını sürüyerek karşımıza geçer
Orta Anadolu şivesiyle sesi titreyerek " guzzuum, ne oldu, kim öldü de surat asıyorsunuz
gençliğinizin gıymetini bilin benim gibi gocayınca başınızı vuracak duvar ararsınız etmeyin.."
dediğinde çil yavruları gibi uzaklaşırdık etrafından. Derdimiz başımızdan büyüktü ve
karnımız toktu bu lâflara. Duya duya da ezberlemiştik zaten.
Kimdi anneannem? Cahil, sıradan, yaşlı bir ihtiyar. Ne söylüyordu?
Prevert' in yukarıda söylediklerinin aynısını. Bir yaşanmışlığın özetini.
Biri şairane, diğeri cahilane bir biçimde. Aynı duygularla ama farklı tarzlarda.
Ne söyletiyordu onları?
Yaşama olan bağlılıkları mı? O da var tabii. Ama esas saik, o yeşil çimenlerin kendi
üzerlerine yayılacağı korkusuydu. Bir de çuvallar dolusu keşke.
Bourges' in de benzer dizeleri var. Son derece sevilen, bilinen ve okunan.
"Eğer yeniden hayata başlayabilseydim..." diye başlayan, 85 inde yazdığı, ibret dolu
pişmanlık dolu şiiri keşke hep zihnimizin bir kenarında dursa, bizi yönlendirse.
Gençken anneanneminki gibi bir uyarıyı önemseyip "bu günlerim çok kıymetli her gün
ağaçlara sarılayım, bebeleri öpeyim, çiçekleri koklayayım, ufak şeyleri dert
etmeyeyim" diyen varsa bir adım öne çıksın. Yarım asır önce hipiler iyi niyetle denediler.
Çıkış amaçları tam da dizelerdeki gibiydi. Savaşmayalım sevişelim dediler.
Savaş tüccarlarının dünyasında olacak iş değildi. Olmadı.
Geriye özgürce kullanılan uyuşturucuların bir sonraki nesildeki yansımaları kaldı.
Bundan yaklaşık bir hafta kadar önce buz gibi bir akşam üzeri Paçoz' u gezdirdim.
Anahtarla kapıyı açtığımda her zamanki gibi evin sıcağı yüzüme çarpınca, hemen
balkonun kapısını ve camını açtım, kalın kazağımı üzerimden atıp bulduğum kısa kollu
bir penyeyi üzerime geçirip mutfağı toplamaya giriştim. Bir yandan da görüntüsü bozuk
televizondan saat başı haber yayınlayan kanallardan birini dinliyordum. Tam sebzeliğe
aldığım limonları yerleştirirken duyduklarımla dondum kaldım.
"Van' da bir kız çocuğu daha soğuktan öldü" diyordu sunucu. İnanamadım.
Naylon çadırda yaşıyorlarmış. Yetersiz beslenme, aşırı su kaybı ve soğuk algınlığı
yüzünden 6 yaşında bir kız çocuğu hayatını kaybetmişti.
Hangisi daha baskındı o an bilmiyorum. Minicik bir kız çocuğunun açlıktan inleyerek
soğuktan titreyerek gün gün eriyip, yitip gitmesine duyduğum üzüntü mü, depremin
üzerinden tam bir ay geçtikten sadece Beyaz ın programında orada bir şehir kurulacak
kadar çok para toplanmışken üç küçük çocuklu bir ailenin hala tek kat naylon
bir çadırda yaşıyor olmasına duyduğum öfke mi, sıcacık bir evde yazlık bir penye bluz ile
sıcaktan şikâyetçi olmanın utancı mı.
Açık kalan buzdolabının uyaran sinyal sesiyle kendime geldim. Ne yeni aldığım
buzdolabının sebzeliğinin kırılması, ne de onu sertçe kapayan ayak bileğimin sancısı
umurumda değildi. Anlatamayacağım, yazamayacağım kadar büyüktü duygularım.
Aynı günün gecesi bir arkadaşın "dün için üzülme, yarın için endişelenme, bu günü yaşa,
gül eğlen, yaşam güzel, güneş her gün doğuyor, çiçekler hoş kokuyor, sevelim
eğlenelim zevk alalım dünyadan" mealindeki alıntısı mail kutuma düştü. Bir dostum
vasıtasıyla tanıdığım yeni bir arkadaştı. Cevaben nazikçe söylenenlerin çok hoş, çok
doğru ama içinde yaşadığımız bu sevgisiz dünyada geçersiz olduğunu belirttim.
Ona göre ise yüreğinde sevgi olmayan benmişim meğer. Güneş de onu görmeyi
hak edenler için her gün doğarmış. Önemsemediğim biriydi. Güldüm geçtim...
Peki bu gün niçin bunları yazıyorum. Galiba çok birikti bir şeyler yüreğimde.
Bir haftadır süregelen ve kanımı donduran, insanoğlunun büyük bir ayıbı, dün ve bugün
televizyonda tekrarlarıyla sürüp gidiyor ve kimse çıkıp buna bir dur demiyor.
Bu gün insanlar bir hassasiyetten, bir hastalıktan, ondan "amansız" diye bahsederek,
onu reyting için reklam için kullanarak, dedikodulara malzeme ederek, nemalanmaya
çalışıyor. Görüntülerle, fotoğraflarla ve saygısızca.
Yeter artık diyorum.
İnsanların duygularıyla da bu kadar oynanmaz ki.
Düşünüyorum sonra.
Yukarıdaki şiir. Her dizesine yürekten inandığım, önerdiği şeyleri kendi yaşamıma
kendi aklımla yerleştirip uygulamaya çalıştığım (tabii olgunlaştıktan sonra)
Prevert' in bu şiiri Van' da ölen kız çocuğunun annesi için ne kadar anlamlı.
Onun için ne kadar anlamlı ise bugün benim için de o kadar anlamlı.
Yani anlamsız.
En azından şu yaşadığımız günlerde...
İyi haftalar herkese...