Çok küçücükmüş, "baba, hadi aşıkım le" diye tutturduğu zaman.
Küçük teyzem uzun zaman
taklidini yapıp herkesi güldürdü. Meğer Sadettin Kaynak' ın
"aşığım Leylaya..." ya da benzer şekilde başlayan
bir şarkısını istermiş. Anlattıklarına göre bütün Sadettin Kaynak
şarkılarına baştan sona eşlik edermiş oyuncaklarını oynarken.
Sağlam kulak keşfedilince okula başladığında olmazsa olmaz
mandolinin yanına babacığım bütçeyi zorlayıp Hohner
akordeonu de ilave etmiş.
İstanbul' da kaldığımız sürece onun için herşey yolunda gitmiş. Anadolu faslı başlayınca
durum tersine dönmüş. Gezdiğimiz, biz çocukluğunu yaşayan kızlar için her biri ayrı bir
cennet köşesi olan tüm şehirler ergenlik çağına başlayan ağabeyim için
cehennemden farksızmış. O günlerden hatırladığım, asi bir çocuk,
disiplinli bir baba ve arada idare etmeye çalışan çaresiz bir anne.
Yanlış arkadaşlar, erken başlanan sigara, evden kaçmalar.
Antalya' da Lara plajına, Adana' da Karataş' a. Sandal tutup denize
açılmalar.
Babamın "hele bir şu kapıdan çıktığını işiteyim..." diye başlayan ültimatomu üzerine
"oğlum bak ben karışmam" diyen anneme söz verip ikinci kattaki evin balkonundan
atlayıp döndüğünde de "kapıdan çıkmadım ki" diye sırıtmalar. Cezalar, tokatlar.
Babamın doğduğunda " öyle bir evlat yetiştireceğim ki..." diyerek, Türkçe, Fransızca okuduğu
tüm bu konudaki kitapların işlersiz kaldığı çaresiz süreç.
Biz kardeşleri ile olan ilişkisine gelince...
Sanırım o yıllarda hayata karşı duyduğu öfkenin tüm acısını bizden çıkardı.
Ne mi yaptı?
Ne yapmadı ki.
Masa başında ders çalışırken annemin önümüze koyduğu kâselerdeki leblebileri
önce ağzına alır sonra çıkarıp bizi yemeğe zorlardı. Ya da boks maçı yapardı
bizimle. Bir yandan gardını alır biz ona vurmaya çalışırken suratımıza sağlı sollu tokatlar
inerdi. Tabii var gücüyle vurmazdı ama bazan kantarın topuzunun kaçtıuğı olurdu.
Hemen yan odadaki babama "baabaa" diye
seslenmeye kalkana tısnık gelirdi. O da ne ki diyeceksiniz. Fiske nin ağabeyim tarafından
sertleştirilip işkenceye dönüşmüş hali. Baş ve badem parmağını birleştirip naif alnımızın
otrasına öyle bir vururdu ki gözlerimizden yaş gelirdi.
Birlikte çok eğlendiğimiz günler de olmuştur. Müzik yaptığımız zamanlar. Sıcak güney
şehirlerinde taş evlerin serinliğinde oynanan pinaki, pis yedili, daha sonraları altmış altı.
AĞABEYİM VE BEN
Benimle olan ilişkisinden bahsetmek çok ilginç olacak.
Saçlarım çok zayıftı, o yüzden güçlensin diye hep kısa kestirilirdi. Adıyaman' a
gidene kadar sanırım annemle giderdik kestirmeye. Adıyaman' da kadınlar için
kuaför yoktu ve herekesin de saçı uzundu ailede.
Beni ağabeyim erkek berberine götürürdü.
Enseme yediğim usturalar yüzünden hiç bir zaman ağız tadıyla bir at kuyruğu
yapamamış, ensemi açıkta bırakacak bir model kullanamamışımdır.
Berber durumu Mersin' de de aynen devam etti. Benim saçım hep onunki kadar
kısaydı.
İş bununla bitse iyi...Beni alırdı karşısına, önce kafamı kendi briyantinine bular, ince,
kahverengi tarağıyla yanları arkaları kafama yapıştırır, alnımın üzerine gelen kısmı da
tıpkı kendi saçı (aynı zamanda, Elvis' in, Tommiks' in, Cliff' in, Troy Donahue' nun saçı)
gibi iki avucunun ortasında preslerdi. Akordeonun tuşlarında gitarın
tellerinde tüy gibi uçuşan parmaklar, bu işlemi yaparken
birer tahta parçasına dönüşür, canımı fena yakardı.
Ses çıkaramazdım yoksa tısnık gelirdi :) Peki bu kadar mıydı işkence?
Hiç olur mu...
Mersin' in öğlen güneşinde beni dama çıkarır, güneşin altında vıcık
vıcık briyantinli saçımın kurutulması işlemine geçilirdi. Mızırdandım mı aşağıya atmakla tehdit
ederdi. Bir kere sallandırdı da ikinci kattan. Attığım çığlıklar kulaklarımda hâlâ.
Arada eliyle yoklar incelerdi. İyice kuruyunca tarağı tel yumağı kıvamı yığından bir kez daha
geçirir (gözlerimden yaş gelirdi) tarağın izinin sabitleşmesini sağlardı. (Niyeyse)
Adıyaman, onun için tam bir talihsizlikti. En deli zamanlarıydı ve oradaki gençler daha da
deliydi. Hepsi ayakkabılarının üzerine basar, çoğu yanlarında bıçak taşır, okulda hocalardan
bıçak tehdidiyle not alırlardı. Mezarlıklarda yatanlar, ot kullananlar ve kimbilir daha neler.
Artık evden kaçışlar, direkt İstanbul' a idi. Harçlıklarını biriktirir yol parasını denkleştirir
denkleştirmez soluğu anneannemlarde alırdı.
Sonunda onu Adıyaman' da tutabilecek bir durum çıktı ortaya. Annemin bir arkadaşının
kızkardeşi. Dünyalar güzeli Nihan. Artık evde sürekli o konuşuluyor, anneme onunla ilgili
sürekli sorular soruluyordu. Annemse aslında İstanbul dönüşlerinde olacakları yüreği ağzında
beklemekten kurtulduğu için keyifli ama fazla da yüz vermemeye çalışarak tek kaşı havada,
soruları geçiştirmeye çalışıyordu.
Beni alır, bisikletinin arkasına oturtur, evlerinin önünde turlardı. Bir keresinde ne yaptı
ise ayağımı tekerin tellerine sıkıştırdı. Bir kere de kafa havada aniden onu görünce sanırım
sert bir fren yapıp beni düşürdü.
En kötüsü annemin gününde yaşandı. Nihan da ablasiyla birlikte bizdeydi. Ağabeyim bir
uğrayıp gitmek üzere geldi. Alt kattaki taş sahanlıktaydı. Şeytan mı dürttü ne oldu. Durduk
yerde "yukarda kim var biliyor musun" demek gafletinde bulundum. Çekip gittikten 5-10
dakika sonra bira şişeleriyle döndü. Yerdeki mindere oturdu. Hemen anneme haber verdik.
Misafir odasının kapısı sımsıkı kapatıldı. Annem yalvarır oğlum gözünü seviym bi delilik
yapma diye. Ağabeyim dellenir arada "Nihaan.." diye bağırır. Ablamla biz başında aleste
merdivene davrandığı an kollarından çekiştirip engel oluruz. Sonra bir arkadaşı bulunup
getirtildi, onu evden götürdü ve annem rahat bir nefes aldı.
Babam öldüğünde tam yirmi yaşındaydı. Delifişek delikanlının yerini
sorumlu, yaşından olgun bir ağabey alıverdi doğal olarak.
Anneme destek, bize hami olmayı bildi. Lise bitmişti.
Üniversite sınavında da güzel puan kazanmıştı ama bankaya girdi.
Babam ölümünden az önce ona Westminster marka bir akordeon almıştı.
Gözü gibi sevdiği akordeonunu anneme çamaşır makinesi almak
için satacak kadar sorumluluk sahibi bir evlattı artık.
Evlilik, çalışma hayatı, yeni sorumluluk, geç gelen evlat, güzel günler, kötü günler...
Çok vakit geçirdim evlerinde. Aylarca kaldığım oldu.
Hafta sonları genellikle kardeşler (giderek kalabalıklaşarak) bir araya gelirdik.
Birlikte müzik yapardık. O bas sesiyle
türkü ya da şarkıyı söyler, biz kızlar üç ayrı sesle ona vokal yapardık. Eskilerden,
yenilerden birlikte TSM okurduk. Şansımıza, yeni katılanlar da hep sağlam kulaklı
çıktı. Ya da hepsi de önce gizli sınav yaptılar bu konuda :)
Tatil günleri ya da emeklilikten sonra çok bunaldığı zaman (herkes gibi) bana kaçardı.
Önce eser, gürler, onu sinirlendiren şey (ler) neyse dökerdi içini. Ona neyin iyi geleceğini
öğrenmiştim. Hemen bir tava böreği yapardım. Arkasından da "Life goes on" kasetlerini
dökerdim ortaya. Daha müzik ve Jenerikle gözleri çocuksu bir sevinçle parlar, ardarda
beş-altı kasedi kâh gülerek kâh ağlayarak izlerdik. Ardarda içilen demli çaylarla birlikte
odayı sigara dumanına boğardık. Akşam, keyfi yerine gelmiş olarak dönerdi evine.
Tüm bunları yazdıkça hatırlıyor, hatırladıkça garip bir mutluluk, hafif bir hüzün
hissediyorum. Tabii kocaman bir özlemle birlikte.
Nurlar içinde yat Can' ımın babası. Sana iki de sürpriz gelecek benden. Çok ama çok
sevdiğin iki şey...Umarım ruhun şenlenir bulunduğun yerde:)