Bundan sonra birisine çok kızdığım zaman ne diyeceğimi çok iyi biliyorum
-İnşallah sizin de alt katınıza benimki gibi bir komşu gelir!..
Alt komşumdan şikayetçiyim. O da benden şikayetçi. Birbirimizi rahatsız ediyoruz. Ben onun televizyonunun sesini çok az açmasından, yavaş sesle konuşmasından, kısacası evindeki sessizlikten şikayetçiyim, zira sırf bu sebepten, benim evde çıt çıksa işittiğini biliyorum bu da beni çıldırtıyor. Herşey iyice karışacak, en iyisi ben başından anlatayım.
Yaklaşık üç ay kadar önceydi. Yazılarıma yeni başlamıştım ve her zamanki gibi bir sinir küpü kıvamındaydım. Düşündüklerimi, hissettiklerimi kağıt üzerinde ifade etmek beni zorlasa da, çok vaktimi alsa da, üstesinden gelemeyeceğim bir şey değil ama bunu bilgisayar ortamında yapmaya kalkışınca işin rengi değişiyor, hatta adını da koyalım, siyaha dönüşüyor çünkü sinirden gözlerim kararıyor. Saat gece on biri geçiyordu. Yine bir yazıyla boğuşuyordum bilgisayarda. Satırlara hakim olamıyordum bir türlü. Kelimeler ortadan bölünüyor, paragraflar haddinden fazla açılıyor, bense bunları düzeltmeyi bir türlü beceremiyordum. Her neyse biraz sakinleşmeyi bekleyip, yere fırlattığım mouse’ın içine pilini koyup, kanepenin altında bulduğum kapağı yerine taktıktan sonra, titreyen ellerle birinci katta oturan yeğenimi aradım. Şimdi önce yiğitlere hakkını verelim. Allah için üç tane yeğenim var,her biri diğerinden saygılı, her biri diğerinden SABIRLI. Erdem’ ciğim derhal kendi bilgisayarının başından kalkıp asansöre atladığı gibi soluğu kapımda aldı. Tabii köpeğim Paçoz, önce asansörün sonra kapının zilini duyunca sevinç hav havları atmaya başladı. Yaklaşık on dakika onu susturmak için uğraştıktan sonra bilgisayarın başına geçtik. Erdemim bana davudi sesiyle yapmam gerekenleri (kim bilir kaçıncı kez) anlattıktan sonra (onu hoş tutmak için her zaman bir kenarda bulundururum) pasta ve kola ikram ettim. Saat sanırım üç civarıydı, biz öyle tatlı tatlı hoş-beş ederken, ayağımın altında belli belirsiz tık tık diye sesler duydum.
Ertesi gün ortanca yeğenim bendeydi. Sağ olsunlar yeğenlerim beni gerçekten çok severler. Üçü de elime doğmuştur. Deli-dolu çılgın bir yapıya sahip olduğum ve yanımda çok rahat hissettikleri için bende kalmayı çok severler. Çocukluğumdan beri gece yaşamayı seven bir kişiliğim var. Derslerimi gece çalışır, romanları gece okur, okuduğumu da bitirmeden yatmazdım. Yine aynı şekilde gece yarısından sonra bir saatlerde yazı yazarken yine aynı sorunlarla karşılaşınca bu sefer oturduğum yerden yan odada yatan yeğenime birkaç defa seslendim. (Tabii o da her zamanki gibi müzik dinlediği için beni ancak üçüncü seferde duydu.) Aynı talimatları (kim bilir kaçıncı kez) yeniden dinledikten sonra, yine de tüm düzeltmeleri ona yaptırıyor iken, aynı çekinik tık-tıkları bir kez daha ayağımın altında hissettim. Bu sefer, biraz şüphelendim doğrusu. Ne münasebetti şimdi, eski köye yeni adet mi gelmişti? Öyle ya bu komşular en az bir senedir alt katımda oturmuyorlar mıydı? Ne ayıp şeydi o öyle?
Ertesi sabah, çok iyi hatırlıyorum, günlerden Cumartesi idi, çok erken bir vakitte , Paçoz’un havlamasıyla uyandım. Tatil günü böyle bağırılır mıydı, ne hakkı vardı bizi erkenden uyandırmaya, bu kadar terbiyesizlik olmazdı. Bir güzel azarladım. Yavrum bir köşeye sindi, gücenik bakışlarla bizi yataklarımıza uğurladı. Öğleye doğru zilin sesiyle uyandık. Kapıyı yeğenim açtı, birisiyle birkaç kelime konuştuktan sonra kapıyı kapayıp yeniden yatağına döndü. Kim olduğunu sorduğumda, tekrar uykuya dalmak üzere olduğu için mırıl mırıl “ bilmem, perişan yüzlü bir adamdı, alt katta mı oturuyormuş, gürültümüzden mi rahatsızmış, ne bileyim, rahat bırak beni, uykum kaçacak.“ Aynı akşam apartman görevlisi çöpü alırken “Asuman abla sizin alt kat gürültünüzden rahatsızmış, galiba yöneticiye söyleyecekmiş,” deyince “artık bu kadarı da fazla, tutmayın beni” diye gürleyerek kendimi merdivenlere attım. (aslında ayağımdaki rahatsızlık nedeniyle asansörü kullanmam lazımdı.)
Zili çaldım. Kapıyı açan beyefendi, şaşırdı ise de hiç belli etmedi. Nazik bir biçimde beni içeri davet etti. Beni buyur ettiği salona adeta bir mabede girer gibi girdim. Sessizliğin sesi beynimde yankılandı. Beni oturttuktan sonra o da karşıma geçip oturdu. Yüzüne bakınca perişanlığını gördüm. Yorgun bakışlarında kızgınlık, davranışlarında öfke yoktu. Önce kapıma gelip şikayet ettiği için özür dileyerek başladı söze. Sonra durumundan bahsetti. Yazarmış. Eskiden çalıştığı iş yeri ekonomik nedenlerle kapanınca, evini “home -office” olarak kullanmak zorunda kalmış. Yalvaran bakışlarla, özür dileyen nazik bir tonla anlattıkça anlattı. Duvarların inceliğinden şikayet ederken son derece asildi. Gıcırdayan kapılardan, paçoz yataktan atladığında, (yaklaşık otuz kiloluk bir hayvan), ben yan odaya Caaaan (yeğenimin adı can) diye bağırdığımda, Can beni duyup telaşla koltuğundan halısız yere atladığında, kimbilir kaçıncı uykusundan can havliyle nasıl fırladığını anlatırken, bir İngiliz lordu, bir Fransız kontu, bir Hint racası, bir Osmanlı şehzadesi kadar asildi.(Biraz abarttım mı yoksa?) O konuştukça ben yerimde ufaldım. Paçozun tiz, delikanlıların davudi seslerini düşündüm. Halısız döşemelerimi (büyük halıların modası geçmemiş miydi?) o döşemelerdeki önce çift, sonra tek bastonumun sesini, şu an giydiğim ortopedik terliklerin seslerini tahayyül etmeye çalıştım, bu amansız sessizliğin içinde. Ayağımdan, bastondan bahsederek duygu sömürüsü yapmak istedim, o kadar çok üzüldü ki kendimden utandım. Ama haksızlıktı bu. Böyle alt kat komşusu olur muydu insanın. Yarım saat içinde bu kadar çok özür diler miydi insan. O anlattıkça anlatıyordu, özür dilemeyi bırakıp etrafı gözden geçirmeye başladım. Bir köşedeki televizyon ilişti gözüme. Ekranda balıklar ve mırıl mırıl Nat King-cole. Yukardan ise benim televizyonun bangır bangır sesi geliyordu.
Utançla başımı öne eğdim. Bi de ne göriym? Bir çift sevimi ayıcık yan yana, tatlı tatlı gülümsüyor. Kulakları yerlerde sürünüyor. Evet, ayaklarında, ayı tasarımlı renkli tüylü bir çift panduf. Yüzümde nasıl bir ifade gördü ise izah etme gereği duydu. “ Bakın ben aşağıya gürültü gitmesin diye özel olarak aldım bu terlikleri”. O an bittiğimi hissettim. Tam da sözün bittiği yere sonunda gelmiştik.Bir insan böylesine utanç içinde iken nasıl kahkahalarla gülmek isteyebilirdi? Nasıl ayağa kalktığımı, ne söylediğimi hatırlamıyorum. Can havliyle kendimi merdivenlere attım. Ayağımı filan düşünecek durumda değildim.
Eve girer girmez ilk işim, içine zeytinyağı koyduğum bir fincanla birlikte bir parça pamuğu Can’ın eline tutuşturmak oldu. Bunlarla ne kadar oda, dolap kapısı varsa yağlamasını söyledim. Yüzümde ne gördü ise itirazsız işe koyuldu. Bu arada ben de bulduğum ne kadar eski halı, kilim hatta banyo havlusu varsa yerlere serdim. Boşluklara doldurdum. Bilgisayara değil oturmak bakmadan geçtim önünden.
O gece gözlerimi tavana dikip, beni, kara gözlü güler yüzlü küçücük bir kızdan şimdiki gürültücü uçuk kaçık süpürge cadısına çeviren süreci düşündüm. Okullarımı, çalıştığım şubeleri, oturduğum evleri düşündüm. Uzağa gitmeye gerek yok. Yazardan önceki kiracıları hatırladım. Benim evimi kokularıyla bir çöp kovasına çeviren, bir sürü kedisiyle, şirin öğretmen emeklisi, feci bir şekilde çürüyerek ölen çöp teyze, nikahsız kocasından her gün dayak yiyen, “aşkım n’olur vurma aşkım” diye oradan oraya kaçan zavallı gencecik bir kadın. Yıkılan eşyalar, kırılan camlar.
Ne uğraşlar verdim bu karmaşık kozmopolit kentin tüm kuralsızlıklarına ayak uydurabilmek için. Kişiliğimi o yönde geliştirebilmek için, arabesk mi dinlemedim, beyaz dizi mi okumadım. Televizyondaki tüm kadın, tüm yemek, tüm evlilik programlarını, hatta reklamları izlemedim mi? Bu eğlenceli, bu renkli, bu GÜRÜLTÜLÜ hayata tam da henüz entegre olabilmişken, nereden taşındı alt katıma bu ayrık otu, kelaynak kuşu, don kişot bozuntusu?
HAKSIZLIK BU!
Görüşmek üzere…..
.