Melek Hüdai  

Posted by Asuman Yelen





Kandilimi kutlamaya gelmiş.

Bir de Pupa' yı görmeğe...

Karşı apartmanda oturuyor. Mahallenin melek- çocuklarından biri.

Kelimenin her iki anlamıyla melek-çocuk.

Biraz zor konuşuyor. Biraz da geç algılıyor. Ama biraz.

Tanıdığımda yeni yürüyordu. Şimdi yedinci sınıftaymış.

Yaşıtlarına göre biraz ufak yapıda.Zekada zorlanıyor.

Ama duyguları yerli yerinde ve mangal gibi bir yüreği var.

Koşup poşetlerimi elimden alıp taşır, annesi markete gönderdiyse

bana da bir şey lazım mı diye sorar.

Paçoz' umla birlikte büyüdüler.Yolumuzu gözler, görür görmez

yanımıza koşar, sürekli hafif ıslak ağzıyla Paçoz' un başını

ensesini öperdi.

Paçoz gittikten sonra, tek başına ve takım elbisesiyle gelip

baş sağlığı diledi. Her bayram uğradı.

Bu gün de kandil ziyareti için geldi.

Biraz sohbet ettik. Dersleri yine kötüymüş. Hiç şaşırmadım.

Sonra buna can attığını anladığım için Paçoz konusunu açtım.

Gözleri parladı. Özlemiş çok. "Ben de özlüyorum" dedim. Kapıyı

çaldığında, bayram kitabını almaya geldiğinde olduğu gibi

Paçoz' un yaygara koparmasını istemiş. Beklemiş.

Hiç beklemediğim bir anda ve tavırla " ölüm hep var" dedi.

" Bu yıl dedem öldü benim de.  Çok komik bir adamdı. Bizi hep

güldürürdü." Bir komik anısını anlattı.

O konuşurken  uzaktan onu izleyen Pupa yavaş yavaş yaklaşmış

ayaklarını koklamaya başlamıştı. Sonra birden kucağına atladı.


Onların keyifle oynayışlarını izlerken Hüdai' nin Paçoz' la çimenlerin

üzerinde alt alta üst üste oynayışlarını hatırladım.

Ben bu çocuğu hayatımın kapattığım bir defterinde hapsetmişken,

o güleç yüzüyle açtığım yeni deftere hoplayıvermişti :)

Ne de iyi etmişti ...










Baba Fotoğrafı  

Posted by Asuman Yelen



1962 yılııydı. Adıyaman' dan Mersine ikinci tayin nedeniyle gelmiş, evimize

henüz yerleşmiştik. 1956 yılında ilk kez 1 yıl kaldığımız bu şehirde çok

sevdiğin bir askerlik arkadaşınla yeniden bir araya gelmiştin ve o yıl eşler

ve çocuklar da kaynaşmış, çok keyifli zamanlar geçirmiştik. Onlar Mersin' liydi

ve hep orada yaşamışlardı. Sonra araya başka şehirler girdi. O şehirlerden birinde

sen arkadaşını kaybettiğini öğrendin ve çok üzüldün.

O gün ilk defa onlara gidecektik. Bahçesinde oynadığımız, gülüp eğlendiğimiz eve.

Sen çocuklarını yanına topladın ve "bu akşam İnci-Minelere gideceğiz, aman yavrum

dikkatli olalım, benimle biraz mesafeli olun, onlar babalarını  kaybettiler biraz özen

gösterelim, kırılıp incinmesinler" dedin.

O gece orada, o evin salonunda, bir tanesi de bizim aile albümümüzde olan, büyütülüp,

çerçeveletilip duvara asılmış fotoğraftaki güleç yüzlü adamla göz göze gelmekten

korkarak, bir babayı kaybetmenin, nasıl inanılmaz, nasıl korkunç bir şey olduğunu

düşündüm. Düşündüm ki bu benim başıma asla gelmez. Böyle şey olmaz.

Babamın elinin sıcaklığını elimde hissetmeden, onun tatlı sesini duymadan, alnının

kokusunu burnumda hissetmeden asla yaşayamam. Duvardaki fotoğrafı babamın

yerini tutar mı...Ben o resme bakabilir miyim.

Üzerinden iki yıl geçmeden seni kaybettik.

Tam 50 yıldır, ne elinin sıcaklığını, ne tatlı sesini, ne de kokunu unuttum.

Hala yaşıyorum. Sensiz yaşadığım yılların sayısı, senin bu dünyada yaşadığın yıl sayısını

solladı  geçti. Evet ve ben yaşamaya devam ediyoruım.

Tam yarım asırdır albümden alınıp büyütülüp, çerçeveletilmiş resmin duvarda.

Ve ben ona bakabiliyorum.

Nurlar içinde yat babacığım...


Ölüm Dansı  

Posted by Asuman Yelen







1960 ihtilalinden hemen sonraydı. Adıyaman' daydık.

8 -9 yaşlarımdaydım. Biz çocukların anlam veremediği, büyüklerin ajans

saatinde loş odalardaki ( o tarihte elektrik, ampulleri ancak kızartabiliyordu )

radyoların başında kaygıyla Yassıada mahkemelerini izledikleri günler

geçmiş, sıkıyönetim daha doğrusu askeri idare  dönemi başlamıştı.

Yaz tatiliydi. Biz yine sokaklardaydık. Tommiks- Teksaslarımızı, hikaye ve

masallarımızı, Doğan Kardeş' lerimizi okuyorduk. Olup bitenin pek farkında

değildik. Sonra, bizi etkileyen bir şey oldu. Her gün buluşup birlikte oynadığımız,

ailece görüştüğümüz Burçin ve ailesi bizi (beni ve ablamı) arkalarında üzgün bırakıp

başka bir yerlere göçettiler. Annemler konuşurken duyduk ki albay olan babası

Adıyaman' ın kazası Kahta' ya kaymakam olmuş.

Bir zaman sonra, bir hafta sonu, Burçin' lerin daveti üzerine Kahta' ya gittik.

Harikulade bir hafta sonuydu. İki şey dışında...

Kötü şeylerin ilki, bizi almak üzere gönderdikleri askeri jeeple çok bozuk

yollarda çektiğimiz eziyetti. Oraya vardığımızda midelerimiz alt üst olmuştu.

Tek katlı büyük bir ev hatırlıyorum.Taş zeminli ve serindi. İkram edilen limonataları

içip biraz hasret giderdikten sonra biz kızlar sokağa attık kendimizi. Burçin

ve arkadaşlarıyla bütün gün koşturduktan sonra, akşam bir bahçede hazırlanan

birleştirilmiş upuzun beyaz örtülü bir masanın etrafında yerimizi aldık.

 Hep olduğu gibi, büyükler, Kahta' nın ileri gelenleri, eşleri bir arada

oturdular, biz çocuklar bir tarafa. Kuzular doldurulmuştu. Börekler gidiyor,

tatlılar geliyor, askerler masanın etrafında koşturup duruyorlardı. Tüm ağaçlar

lüks lambalarıyla donatılmıştı.  Büyüklerin sohbetlerine  cıcır böceklerinin,

uzaklardan havlayan köpeklerin sesi karışıyordu.

Bütün gece yine ağaçların arasında koşturmuş durmuş, sonra sandalyelerde uyuklamış

sonra da eve geçip hazırlanan mis kokulu yataklara yorgun atmıştık kendimizi..

Ertesi gün, bol reçelli, sütlü, tereyağlı bir kahvaltıdan sonra yine sokaklara, bu

kez yöreyi dolaşmak üzere ablam, ben ve Burçin evden çıktık. Tozlu yollarda,

tarlaların arasında gezdik. Sessiz sakin bir beldeydi. 

 Öylesine  dolaşırken, bir yerde bir kalabalık dikkatimizi çekti. İnsanlar bir meydanın

etrafında o meydanı çevreleyen alçak duvarın üzerine oturmuş bir yere bakıyorlardı.

Çocuklar da vardı. Bundan cesaret alarak yaklaşıp  aralarına katıldık.

Meydanın ortasında 5-6 tane at, birkaç da beyaz önlüklü adam vardı. Atlar kıpır

kıpırdı. Sağa sola küçük adımlar atıyorlardı. Önce her şey olağan gibiydi.

Sonra hayvanların hareketlerinde bir tuhaflık hissettim.

Hepsi kendi etraflarında önce yavaş sonra daha hızlı dönmeye başladılar.

Sanki bir sirkteymiş ve dans eden atları izliyormuşcasına heyecanlıydım.

Önce keyifle baktım...baktım. Sonra birden atlardan biri sendeleyerek yığıldı.

ağzından burnundan köpükler saçılıyordu. Sonra bir diğeri devrildi. Bir diğeri

daha...

Eve kadar çığlıklar atarak koştuğumuzu hatırlıyorum. Hepimizin gözleri yuvalarndan

fırlamıştı. Çok korkmuştuk. Yetmiyormuş gibi annemden bir de azar işittik.

Öğrendik ki  o gün orada vebalı atlar görevliler tarafından iğneyle katledilmişler.



Çocuk yaşımda gördüğüm o manzarayı, atların o önce yavaş sonra hızlı dönerek

yaptıkları o ölüm dansını hiç unutmadım. Aradan geçen yarım asırdan fazla yıla

rağmen. Çocuk yaşta yaşanan bu olayın insanda bir iz bırakmaması nasıl mümkün

olabilir.



Yaşamın Kıyısında blogunun yazarı dostum Nur ' un  önerisiyle başlayan

"İZ BIRAKANLAR" serisine bende hayli iz bırakan bu anımla başlamak istedim.

Eminim arkası gelecektir. Bunu tüm dostlar için söylüyorum :)



İlginç anılarda buluşmak dileği ile...
















Onlardan Biri  

Posted by Asuman Yelen





 Clipart



Kulak verip  dinledim.

Tanımadığım birinin telefon konuşmasından bahsediyorum.

Kınamayın 70 milyon, başka şansım yoktu. Tam arkamda oturuyordu ve

sesi öyle yüksek çıkıyordu ki...

Davudi sesli adamın biriydi. Normal şartlarda 'gür sesli bir beyefendiydi '

derdim ama bir beyefendi değildi. Adamın biriydi sadece. Zavallı adamın

biriydi hatta.

Önce tek tük kelimeler işittim.  Henüz geçirmiş olduğu doğum gününden

bahsetti uzun uzun. Hediyeler ve markaları anlatan sözcükler havada uçuştu.

Sonra bir iki talimat verdi. İşyerinden biriydi sanırım konuştuğu ve bir hanımdı.

Sonrasını onun mübarek ağzından dinliyelim.

" Ben de yokum, gündüz oradan ayrılırsan ve bir terslik olursa toparlayamayız

ortalığı aman...Gece git."

Telefondaki muhtemelen gece çıkmaya çekindiğini belirtti.

"Çık çık. Sana kimse bir şey yapmaz" Kıkırdadı. "Hem şişmansın hem yaşlısın."

Kadın belli ki itiraz etti. Adam ısrarlı.

"Etraf çıtırlarla dolu. Sen kaç kiloydun? "130 kiloyla giderin olmaz..." Ne demekse...

Sonrası tam bir felaket.

"Hoş hiç de belli olmaz. Heriflerde mide yok. Olaylar zamanı, gezide iki yaşlı kadın

kaldırıma oturmuş ağlaşıyorlardı. Teyzem ne oldu dedim, iki polisi işaret ettiler."

Tacize uğramışlar..." Kahkahaları atarak devam etti." İşe bakın. Kadınlar dökülüyor.

Dayanamadım polislerin yanına gittim.   'Abi bu kadar mı düştünüz, taciz edecek

kadın mı yok yazık size' dedim. Neyse şaka tabii hepsi şaka. Hadi canım kapatmam

 gerekiyor..." Bir daha da çıtı çıkmadı.

Dönüp nasıl baktıysam...

Bir kere taciz yalnız uçkurla ilgili bir kavram değildir odun herif. Senin yüksek

sesle yaptığın bu palavra konuşmadır taciz. Palavra diyorum çünkü senin bu kalas

varlığın değil gezinin içinde olmak , kıyısından bile geçemez. Yok kadınlara sormuş

muş, yok polislere gitmiş miş. Hadi canım.

Peki kimsin sen. Bu yaşa gelene kadar (en az kırk) seni "insan" yapacak hiç bir

şey girmedi mi hayatına ya da bir kimse. Hiç bir şey okumadın, hiç kimseyi

sevmedin, hiç bir hayvanı okşamadın mı. Ya da sevip de kaybettiğin biri olmadı mı.

Yazık sana. İlkesiz, idealsiz, inceliksiz, sevgisizsin ve tüm bunların farkında bile

olmadan ölüp gideceksin belki.

Ve bu alemde sen ve senin gibilerden o kadar çok var ki...










İmza:Ben  

Posted by Asuman Yelen


 
 Sevgili  Selgin, Esra ve Banu,  ikinci kez duygularımı düşlediğimden çok daha fazla 

insanla paylaşmamı sağlayan bu hoş proje için sizlere teşekkür etmiş miydim?


 Yine bir sosyal sorumluluğa hizmet edecek kitap bu kez Türgök (Türkiye Görme Özürlüler

 Kitaplığı) yararına satılacaktır.





Hayatınızda son söz söylemek isteseniz kime, ne derdiniz? 

Farklı sosyokültürel yapılardan kadınlar, hayatlarındaki ilk erkek olan babalarına yazdılar önce mektuplarını. Tüm söylemek istediklerini bu mektuplarda dile getirdiler. Sonrasında kız çocukları büyüdü ve karşılarına çıkan diğer erkeklere, eşlerine, sevgililerine, beyaz atlı prenslerine döktüler içlerini. Son olarak da "İmza: Ben" ile hayatta son söz olarak kime neyi söylemek istediklerini dile getirdiler. Kimi kendine, kimi geçmişine, kimi hastalığına, kimi hiç doğmayacak çocuğuna… Kolektif mektuplardan oluşan üçlemenin son kitabı "İmza: Ben" ile hiç tanımadığınız ya da çok yakından tanıdığınız kişilerin dünyalarına farklı bir gözle bakacak, belki de her bir mektupta kendinizi bulacaksınız.

(Tanıtım Bülteninden)


Olmadı  

Posted by Asuman Yelen




O bakışı, o duruşu, o gülüşü o kadar iyi biliyorum ki.

15 yaşın tüm neşesi, özgüveni, coşkusuyla

yaşama o meydan okuyuşu. O deli-doluluğu, o enerjiyi,

o tavan yapan özgürlük duygusunu.

O kendini beğenmeleri, o kimseleri beğenmemeleri,

o çok bilmiş tavırları, o merakı, o kıpırdanışları.

O annelere babalara kızıp da, teyzelere halalara  açılışları.

O ilk uyanışları, ilk aşkları

o ilk isyanları...

Senin olan, sana yakışan tüm o halleri...



Böyle bir gidiş bu güzel resme hiç uymadı.

Olmamalıydı.

Hiç olmadı...

Beş Yıl Bitmiş...  

Posted by Asuman Yelen




"Hoş geldiniz hocam, ilk merhaba benden olsun diyor resimdeki güleç yüz. Hoşuma gidiyor “hocam”
sözü. Demek yüksek sesle dile getiriyorum ki “kesin ODTÜ lüdür" diyor yeğenim. Beni ODTÜ de 
gezdiren uzak bir yeğen geliyor aklıma. İçtiğim çayı hatırlıyorum.

Sonra bir uzun liste. Hoş geldiniz ler,” hayırlı olsun” lar. “Bize de buyrun” lar. Çılgınlar gibi oradan
 oraya koşuşturuyorum. Elbiseler..yemekler.. çiçekler.. şiirler.. hikayeler.. 
Şiirler, hikayeler yüksek  sesle okunuyor. Bazıları tekrar tekrar okunuyor. 
Yahu burada derya var. Bu ne yaman bir telaşe..."
 .............. 

Böyle dile getiriyorum duygularımı bir yazımda. Tüm başlangıçlarda olduğu gibi coşkuyla.

Gezebildiğim kadar geziyor, önemsiyor, inceliyor, önce meşrebim gereği herşeyi, herkesi
beğeniyorum.

...............

"Eşin dostun ısrarları ve yeğenim Erdem’in de gayretlendirmeleri ve teknik yardımlarıyla 
 bu alametin içinde buluverdikten sonra, kendimi, harikalar ülkesindeki Alice gibi hissediyorum. 
Daha az klişe, bana özel bir gözlemle, eski Yunan meydanlarındaki gibi adeta.
 Agora' larda dolaşıp herkesi, bütün etkinlikleri izliyorum..
Birisi, toplamış insanları başına, göz yaşları içinde şiir okuyor. 
Bir diğeri, kalabalıklara siyasi nutuklar atıyor heyecanla. Beriki, çocuklara
 ve çocuk ruhlu kişilere şaklabanlıklar yapıyor. Kahkahalarla güldürüyor onları. Kiminin 
 davranışları ve sözleri cinsellik içeriyor, gençler gülüyor, yaşlılar uzaklaşıyor. 
Kimi de saldırgan, korku salan hikayeleriyle, merakla birlikte çekingenlik uyandırıyor 
izleyenlerinde. İnsan kime bakacağını, hangi gruba katılacağını bilemiyor."
................
Bir de abartmışım ki sormayın gitsin :)))

Bir yandan keyifle yazarak, bir yandan keyifle izleyerek günler geçip giderken

diğer bir deyişle kendi kendime eğlenirken ve öyle de mutluyken, mucize gerçekleşiyor.

Yorum gelmeye başlıyor. Farkediliyorum yani. Birileri de beni görüyor.

İnteraktivitenin dayanılmaz cazibesi beni de sarmalıyor. Aman ne hoş...

Ve ilk büyük yanılgı... İyi niyetli ama çok yanlış bir karar.

Diyorum ki, aldığım yorum beni böyle mutlu ediyorsa ben de başkalarını
mutlu etmeliyim. Davran Asu...Kim tutar seni.

Beğendiğim her şiir, her öykü için uzun uzun yorumlar yazıyorum. Okuyup beğendiğim
hiç bir yazıyı yorumsuz bırakmıyorum. Sonuç ???
Kim bu teyze yaa, nerden çıktı böyle?
Damar şiirler yazan bir kızcağız önce yorumlarımı cevapsız bırakıyor.  Sonra tası tarağı

toplayıp kaçıyor. Başka bir mahalleye, başka bir isimle :)))

Çok kültürlü, entellektüel bir kadının babası için yazdığı bir yazıya duygu dolu bir 

yorum bırakıyorum. Bir not düşüyor bloguna:"Bir müddet için yazılarımı yoruma

kapatıyorum..." mealinde. 'Belki anlar da bir daha gelmez. Kim bu yaw.'

Genç bir delikanlı doğum günü olduğunu belirtiyor blogunda. Önce ilgilenmiyorum.

Akşam bakıyorum kimse kutlamamış. Acıyıp iki satırla kutluyorum. Ya önce yayınlıyor

ya da otomatik olarak çıkıyor. Ben sevap işlediğimi düşünürken tak..yorum siliniyor.

Bir not: "Kimse benim popülaritemden nemalanmaya kalkmasın" mealinde....

En acıklısı da, Adana' lı 11-12 yaşlarında bir ergenle olanı. Anne- babasından
yakınıyor. Okulunu öğretmenini anlatıyor. Ben ve bir başka sazan daha, önce acıyıp
izlemeye alıyoruz. Çocuk okuldan sonra bir yerde çalışıyor. Diğer çalışanlar onunla
(şimdi unuttuğum bir sebepten) alay ediyor. (Kekemeydi galiba) Ben habire onu
yüreklendirmeye, yaşama sevinci vermeye  çalışıyorum. Ablacım diye diye minnetini 

belirtiyor her seferinde ve bir gün... Bana öyle bir mesaj yazıyor ki..."Asuman' cım yaa 

boşver blogu falan biz seninle çıkalım..." mealinde... İşletildiğimi anlıyorum.

Sinirlerim bozuluyor, alınganlaşıyorum. Bu kez ben de başkalarını yanlış anlayıp 

titizleniyorum bir dönem. Yerin dibine geçtiğim de oluyor. Tehdit bile alıyorum.
İlk birkaç ayın sonunda damdan düşmüşe dönüyorum anlaşıldığı gibi.
Kaçmayı yediremiyorum. Ama beş yılı bitirebileceğimi de hiç aklıma bile
getiremiyorum doğrusu. 

Düşünüyorum da şöyle demek geçiyor içimden Vasfiye Teyze misali:

Ne çekmişin be Asuman, bu blog aleminden yaaa...
Şaka bir yana, evlilik gibi, kritik ilk bir kaç ayı  atlatıp arada bir kaç kez annemin

evine gidip döndükten sonra birlikteliğimizi rayına oturttuk galiba blogumla.

Nice beş yıllara diyelim öyleyse...
Tüm blogger dostlarıma selam ve sevgilerimi yolluyor, onlara iyi ki varsınız 

demek istiyorum. Diyorum da...

Hep sevgiyle....

Utanmaz...  

Posted by Asuman Yelen







Böylesine serilmiş








masum uyuyorken





seni şeytan mı dürttü de




uyandın




canavara döndün




ve bunu yaptın.



Sonra da dönüp poponu






böyle rahat devam ettin uyumaya...









Sabahleyin ben çilelerimle çile doldururken







karşı kanepede 

ters dönmüş vaziyette

utanmadan  beni izlemen oldu mu????





OYMAZ MIYIM O GÖZLERİ BEN ÜLENNN!!!!!



Blog Widget by LinkWithin