Altmışların ortaları....
Annem hariç, hepimiz ergeniz. Biz tam ortasındayız. Rayuş da biz
ne yaşarsak onu yaşıyor. Biz neyi seversek onu seviyor. Duygusal anlamda bizim kadar
ergen. Aslında çocuk.
Radyoda bangır bangır yabancı müzikler çalıyor. Başka hiç bir şey dinlemiyor ve
dinletmiyoruz neredeyse. Hafta sonları bizde kalan küçük teyzem dünya listeleri yüzünden
çok sevdiği Türk Sanat Müziğine hasret. Annem mahcup, arada kalmış vaziyette.
Çocuklukta Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Nev' eser Kökdeş' lerle keyifle geçen
hafta sonları, ders çalışırken radyoda hafif hafif çalan Muzaffer Sarısözen korosu, Pazar günleri
dinlemeye alıştığımız fasıllar, hepsi hepsi unutulmuş. Ergen bünyeler hain bir bencilliğin
pençesindeler. Dediğim dedik çaldığım düdük durumları. Bi üstten bakmalar, bi "sen
müzikten ne anlarsın" halleri. "Dünya bunları dinliyor haberin var mı" tripleri.
"Aaaaa...' A place where no one goes' birinci bu hafta. Ben söylemiştim."
Siera radyo sonuna kadar açık . The Four Pennies aslanlarını coşarak dinliyor,
başından sonuna her kelimesine eşlik ediyoruz. ( Hâlâ her kelimesi ezberimdedir. )
Bu durum listenin diğer dokuz şarkısı için de geçerli. Marino Marini' nin "Perdoname" si
Adamo' dan "Tom be la neige" Gigliola Cinquetti' den Non Ho' leta içimizi titretiyor,
The Monkees 'in " I'm a believer" iyle, Los Bravos' un "Black is Black" iyle coşup kuduruyor,
Scott Mc Kenzie'nin "San Fransisko" sunu, Petula Clark' ın Downtown' ını onlarla
birlikte söylüyoruz.
60 lar böyle sürüp giderken, okullarda folklor oyunları yeni yeni popüler olmaya
başlıyor. İşine aşık bir hoca çok güzel ve yetenekli kızlarımızı özenle hazırlıyor.
Lisenin (Fatih Kız Lisesi) yıllık geleneksel etkinliğinde harika bir gösteri yapan
ekip bizi folklor oyunlarına hayran kılıyor. Her yörenin ritmi, müziği, kıyafetleri...
Hareketlerin birliği, uyumu, estetiği.. Gözümüzü alamıyoruz.
"Ne güzel danslar bunlar böyle... "
O günlerden birinde boş dersimize giren edebiyatçıların felsefecisi ( Ben fen bölümündeydim)
ansızın soruyor. "Folklor nedir ?..." 100 (+5 -5) kişilik sınıf hep bir ağızdan "halk oyunu"
cevabını veriyoruz. " Başka bir cevabı olan yok mu " diye soruyor. Cevap yok...
Şaşırmıyor. Bu soruyu sormaya rastgele girdiği bir fen sınıfından başlamadığı kesin.
O gün, folklor kelimesinin " halka dair her şey" olduğunu, kızların yemenisinden
kuşağına her dokunun, müziğin ritminden adımların temposuna kadar her ayrıntının;
yörenin kendi halkına ait bir duyguyu, sevgiyi, coşkuyu, acıyı, sitemi, hüsranı, talebi
ifade ettiğini öğreniyoruz. Yalnız ülkemizin değil tüm dünya ülkelerinin değişik yörelerine
özgü, o yöre halkının yüreğinden kopmuş motiflerin, ezgilerin, yapıların, dansların, çalgıların,
desenlerin, öykülerin, masalların, ağıtların, yazarların, çizerlerin, sahibi belli olmasa da tüm
dizelerin, türkülerin; o halkların gerçek hazinesi olduğunu anlıyoruz.
Kendi adıma ben, babamın kızı olan ben, yaşına göre çok fazla okumuş, harçlığını kitaba
yatırmış olan ben, sığlığımdan utanıyorum doğrusu.. Ama hepsi o kadar...
Aynı tarihlerde dinlediğimiz yabancı müzikleri çok anlamlı, içerikli, kendi
müziğimizi, özellikle türküleri pek saçma buluyorum. En çok kullandığım örnek de:
" Kundurama kum doldu atmaya kürek gerek.
Nazlı yarin yanında yatmaya yürek gerek.
Amanın başım nanay
Ağrıdı dişim nanay
Çok içmişim nanay."
Ne mana...! Başı ayrı telden sonu bambaşka bir telden.
Bir de Frank Sinatra' nın "Nature Boy" unu dinle...
Hayat devam ediyor. Güldürüyor...Ağlatıyor...
Annemin gidişi üzerinden az bir zaman geçmiş. Gelen giden azalmış
ya da bitmiş, salt özlem ve acı şaşkınlığın yerini almış, göğsümde saplı
bir bıçak, usul usul gözyaşı döküyorum.
Bir zaman sonra dalıp gittiğim anılardan yorgun, gözüm avucumdaki
buruşmuş parçalanmış mendilde takılı, öylece kalıyorum.
Sonra birden aklıma takılıveren bir türküyü içimden usul usul geçiriyorum.
"Mendilimin yeşili
Aman aman
Ben kaybettim eşimi
Al bu mendil
Sende sende dursun
Sil gözünün yaşını"
Sonra da, "aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare" diye feryat eden
taze gelinin elindeki ıslak, yeşil oyalı mendil ile avucumda paralanmış kağıt
mendilin aynılığını fark ediyor, dinleyiverip geçtiğimiz hatta genellikle
o yaşlarda küçümsediğimiz ezgilerin, birilerinin (bilindik, bilinmedik)
bağrından kopup dökülüveren gerçek duygularla hayat bulduğunu
buruk bir başarı duygusu ile, o an, idrak ediyorum.
Sonraki zamanlarda dinlediğim türkülerin ortaya çıkış öyküsünü, kendimce,
hiç bir araştırma yapmaksızın hayalimde canlandırmaya başlıyorum ve
bundan büyük zevk alıyorum. Bunu bir çok türküde deniyorum.
Sonra sıra kırsalın o temiz, saf, çok çaresiz çok dertli delikanlısına
geliyor.
Asık suratlı genç, eli cebinde, kafası düşüncelerle dolu, için için
söylenerek biraz da yalpalayarak yürüyor. " Benim gibi çulsuzu istemez tabii.
Ben kiiim o kim. Vah benim çileli başım on sekiz yaşım ...
Bir sürü isteyeni varken dönüp bana bakar mı. Bakmıyor işte...!
Bi baksa, yüreğimi bi görse... Onu nasıl sevdiğimi bi anlasa..."
Ve o hırsla karşısına çıkan ilk kum tepeciğine sert bir tekme savuruyor.
Bir anda yıpranmış, yanı açılmış pabucunun içi kumla doluyor.
Bitkin bir şekilde oracığa çöküp pabuçlarını boşaltmaya çalışırken...
Bilin bakalım hangi türkü vücut buluyor dudaklarından dökülen dizelerde...
Sevgiyle..