Gruplar halinde oturuyorlardı. Bir tarafta “taliplilerini” bekleyenler, diğer tarafta seyirciler. Bir başka köşede orkestra. Sürekli oynayan bir sunucu. Ortada zaman zaman açılan ve kapanan bir paravan, onun iki tarafında bir kadın bir erkek. Pazarlıklar, tartışmalar, göz yaşları, kahkahalar, çığlıklar…
Sonra yavaş yavaş bütün sesler uzaklaştı, değer yargıları, ahlak kuralları, kadınsal ahkâmlar, feministçe yaklaşımlar ahlar vahlar yerini insanca bir meraka bıraktı. Tepeden bakmayı bıraktım ansızın. Koydum elimi çeneme, diktim gözlerimi ekrana, izlemeye başladım. Gördüm ki yaşları ne olursa olsun hepsi birer çocuktular. Sakallı, bastonlu, saçı boyalı, şişman, beyaz saçlı, masum bakışlı şirin çocuklar. Onlar kadar neşeli, onlar kadar yaramaz, küfürbaz, nazlı, heyecanlı ve mutluydular. Çığlıklar atarken, el çırparken, kavga ederken, kahkahalarla gülerken piste çıkıp oynarken tıpkı küçük birer kız ve erkek çocuğundan farksızdılar. Eğleniyorlardı.
Onları gıpta ile izlerken, kendi içimde taşıdığım, taşımakla övündüğüm kendi zavallı küçük çocuğumu düşündüm. Farkettim ki benim taşıyıp getirebildiğim, sadece, beni ölümüme kadar teselli etmeyi başarabilecek anılarım ve ne yazık ki bir de, o kara gözlü naif kızın kırılmaya hazır, saflığını koruyabilmiş yüreği bükülmeye hazır dudağı ve akmaya hazır göz yaşları imiş. Bir de “insan” manzaraları karşısında kapılıverdiği bitmeyen şaşkınlığı, bir türlü alışamadığı hayal kırıklıklarının yarattığı o çocukça kaçma isteği. Baudelaire’ in bir cümlesi vardır çok sevdiğim.
“Her nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir.”
Bense akşam masama kurulacak, biraz komik, eğlencelik bir şeyler yazacak, sonra biraz ciddileşecek , “işte bu memleket bu yüzden bir türlü kalkınamıyor “ mealinde bir cümleyle sonlanacak üç beş ciddi cümle sıralayacaktım. Bakın hele. Ne de olsa blog aleminin saygın bir kişisiyim öyle ya. Onlar orada itişe kakışa çocukça aptal yaşamlarını sürdüredursunlar ne gam. Bizler burada güzel fotoğraflarla bezeli hoş yazılarımızı dostlarımıza sunmaya devam edelim. Ekmek küfte hesabı (aman siz siz olun bu hesap bir milim şaşmasın) yorumlar yapalım. İtişmeden, sesimizi yükseltmeden, nezaketi hiç elden bırakmadan. Siz orada ihmal edin size ihtiyacı olanları, biz de burada gözümüz hiçbir şeyi görmemecesine yapışalım pc lerimize. Siz eğlenin, biz hırslanalım. Siz atın göbeciklerinizi, biz vuralım tuşlara, siz keyfinize bakın, biz de sizi kınayalım. Döngü böyle işliyor. Tevfik Fikret ne demiş. “Hep aynı çamurdan bu yığın.”
Her neyse kafam biraz karışık kusura bakmayın. Gözyaşlarımı sildim, yüzümü yıkadım, aldım Paçoz’ u çıktık parka dolaştık uzun uzun. Ezan okunurken içten yürekten huzur istedim Allah’ tan. O olmayınca sağlık, mutluluk hiç biri olmuyor. Biraz sonra görüp göreceğimiz en güzel gün batımına çevirdik yüzümüzü. Kıpıkırmızı güneşin ihtişamla denize gömülüşünü seyrettim, huzurla. Bu çok çabuk, bu çok güzel hediye için bir kez daha şükrettim Allah’ a. Son birkaç damla gözyaşımı silmedim bile. Hava kararmıştı ve sadece yavrumla ikimiz vardık. Yavaş adımlarla muhteşem bir uyum içinde evimize doğru yürüdük.
Ve yine Fikret' ten mülhem iki dize
“Sakin soruyordun bana “insan” ne demektir?
“İnsan” mı evet aah onu ben bir bilebilsem,
bir anlayabilsem”...