l982 Mart Ayı. Kapımız çalınıyor. Hayli geç bir saat. Göz deliğinden bakıyorum. Karşı apartmandan komşumuz. Çok samimi bir arkadaşımın annesi. Arkadaşım müsait olamadığı için annesi, sarınmış bürünmüş gelmiş. Yüz ifadesinden anlıyorum. Fısıldayarak “telefon” diyor. Mahcubiyetim sevincimi gölgeliyor. Omzuma bir şey alıp yürek çarpıntılarıyla peşinden koşuyorum. Merdivenleri nasıl çıktığımı bilmiyorum. Salondaki küçük sehpanın üzerinde küçük beyaz dantel örtülü bordo telefonun ahizesi, sevgi dolu beni bekliyor. Salon bir anda boşalıyor. Babaanne, anne, baba, arkadaşım ve iki kardeşi sıcak salonu rahat konuşabilmem için bana bırakıyorlar. Ama olmuyor, şöyle göğsümü gere gere anlatamıyorum özlemimi, sevgimi Ankara’ daki kıymetlime. “Geçen gün filancayı gördüm burnunda tütüyormuşsun” diyorum. O da gülerek “ben de seni özledim” diyor.
Telefon, varlığıyla değil yokluğuyla etkilemiştir hayatımı çok uzun bir süre. Çocukluğumda bir iki lojman hariç, hiç telefonumuz olmadı. İstanbul’a döndükten sonra da çok uzun bir süre yoktu. Fatih' te, tanıdıklar içinde, rahmetli dedesi emekli subay olan bir arkadaşın evinde telefon vardı. Hastanede yatan annemin ağırlaştığını Silvan’ da askerlik yapmakta olan abime onlar haber vermişti telefonda.
1970 yılında, ağır bir zatüree geçiren ablamın, tedavi edildiği Kirazlıyayla Sanatoryumunda geçirdiği birkaç aylık zaman içinde hemen hemen gün aşırı, akşam, işinden dönen abimle Bakırköy Postanesine gidip (o tarihte Ataköy’ de oturuyorduk) telefon ederdik. Önce yazdırılır, sıra beklenir, kabine girip konuşulurdu. Şimdi anlatırken ne kadar da tuhaf geliyor.
Seksenlerin ilk yılları. Bir yılbaşı ertesi bir kart alıyorum. Bir kartvizit. Babamın askerlik arkadaşının oğlu, dört yaşından beri tanıdığım, orta okul bir ve ikiyi aynı sınıfta okuyup bu esnada aynı binada altlı üstlü oturduğumuz, çok şey paylaştığım birarkadaşım, birkaç kelimeyle yeni yılımı kutluyor. Yılbaşı telaşıyla fazla önemsemediğim, masamın çekmecesine atıp unuttuğum bir karton parçası. Şubat ortalarında bir öğle tatili, çekmeceyi karıştırırken elime geçiyor. Telaşla hemen orada bulduğum bir antetli kâğıda gecikmiş cevabımı yazmağa çalışırken bir yandan da onun ve ailesinin başına ardı ardına gelen dramatik olayları karşımdaki yakın arkadaşıma anlatıyorum. Anılardan bahsediyorum. Duygusallaşıyoruz. Ben anılarla dopdolu, heyecanla yazmaya devam ederken, alt kattan bir arkadaş, dahili telefondan arayıp “Ankara’ dan aranıyorsun” diyor. Ankara’ da hiç tanıdığım olmadığından bir yanlışlık olduğunu düşünerek önemsemeden alıyorum ahizeyi elime, karşı taraf sesimi duyduktan sonra neşe ve biraz da heyecanla “ bil bakalım ben kimim” diyor. Samimiyeti beni korkutuyor çünkü bir başka Asuman daha var şubede ve engel olmazsam kendimi onun özelinde buluverecekmişim gibi hissediyorum ve bunu ona da söylüyorum. Bunun üzerine adını söylüyor. Ben çığlığı basıyorum. “İnanmayacaksın ama ben de şimdi sana yazıyordum” diyorum. İstanbul’ a geleceğini beni ziyaret edeceğini söylüyor. Dönüp mektuba not düşüyorum. “Sesini duymak beni çok mutlu etti. Çok hoş bir tesadüftü.”
O günlerde benim evimde hala telefonum yoktu. Çok isterdim olmasını ama yoktu. Başvurmuştum ve bir türlü sıra gelmemişti. Galiba başka yolu da yoktu. O tarihte araba almak gibi bir şeydi sanırım. Her neyse, bir müddet sonra bir telefon sahibi oldum ama artık çok da önemli değildi.
Öykü Atölyesi için yazılmıştır.