Nostaljik damlalar
Yağmuru seviyorum. Evet. Çocukluğumdan beri, erkenden ışıkları yaktıran loşluğunu, cama vuran, caddelerden akan suların tıpırtı ve şırıltısını, sobanın bu seslere karışan çıtırtısını, ben rehavetle uyuklarken içerden gelen ev halkının mırıltısını hep keyifle hatırlarım yağmur yağdığında, içim sıcaklıkla dolar. Bu gün de sadece bana verdiği bu mutluluk için bile olsa, sevmekten hiç vazgeçmedim. Ayrıca elime sıcak çayımı alıp karşımızdaki çeşit çeşit ağaçlarla dolu yemyeşil parkı, telaşla koşuşturan şemsiyeli insanları, camdan süzülen suları seyretmeyi hala seviyorum. Ama bu gün yaşadığım küçük bir olay bana madalyonun öbür yüzünü, keyfe keder, sıkı giyimli, isteğe göre şemsiyeli ya da şemsiyesiz, süresi bize bağlı, romantik veya sportif yürüyüş dışındaki, hazırlıksız tedbirsiz yakalanılmış, kaçışı, geri dönüşü olmayan zorunlu sokakta kalma hallerimi hatırlattı. Uzun zamandır unuttuğum, işe gidiş ve işten dönüş hallerimi.
Kazın ayağı
Bu gün öğlen vakitlerinde, satın aldığım bir elektrikli mutfak aletini değiştirmek için, satın aldığım alışveriş merkezine gitmek üzere yola çıktım. Daha durağa giderken yeterli kalınlıkta giyinmediğimi fark ettim ama servisle kapıya kadar gideceğimi, dönüşte de servisle döneceğimi düşünerek durağa gittim. Keşke dönüp tedbir alsaymışım. Uzun zamandır bu kadar üşümemiştim. Soğuk ayazda yağan yağmurda üşüyerek vasıta beklemenin nasıl felaket bir şey olduğunu hatırladım.
İşe ilk başladığımda, Ataköy’ de oturuyordum ve o dönem girdiğim bankanın Unkapanı Şubesi’ nde çalışıyordum. Sabah hava aydınlanmadan yola çıkar, önce Bakırköy tren istasyonuna kadar yürürdüm. Bu, Gençler Caddesi boyunca süren on dakikalık bir mesafe idi. Bu caddenin sol yanında iki katlı, tek katlı evler bulunurdu. Bazen sabahlıklı hanımlar, şık perdelerini çekip süslü sabahlıklarıyla ellerinde çay fincanı sigaralarını tüttürürlerdi. Henüz uykum bile tam açılmamış trene yetişmek için koşarken bu hanımlara çok bozulduğumu bu gün gibi hatırlıyorum. Bakırköy’ den Yenikapı’ ya genellikle ayakta bir felaket yolculuk, Yenikapı’ dan şayet binebilirsem Unkapanı’ na dolmuşla, eğer binemezsem yarım saatte koşar adım 5. bloktaki şubeye varırdım. Dönüşte, Sirkeci İstasyonuna kadar yürür, mutlaka oturmak şartıyla trene biner, Bakırköy’ den eve kadar yine yürürdüm. Tastamam iki sene böyle sürdü. Zor bir tablo gibi görünse de, bu benim iş yaşantımın belki de en mutlu iki senesiydi. Herkesin üniversite öğrencisi olduğu genç 5-6 kişilik çalışan grubu ve yine genç müdürümüzle, çok güzel anılar oluşturduk. Tabii yollar hariç. Böyle havalarda, o dönemin modası mini eteklerle, (o zamanlar pantolon yasaktı) garın soğuğunda rötarlı treni, Yenikapı’ da dolmuşu beklerken çektiklerim aklıma geldi bu gün durakta.
Öyle ya da böyle geçip giden yirmi yıldan sora hayli uzun bir süredir sabahlıklı hatunlar takımında oynamakta, her şey gibi yağmurun da tadını çıkarmaya çalışmaktayken, çalıştığım yıllara ait yine çok zor bir akşamın komik sonundan bahsederek yazımı bitirmek istiyorum.
Sekiz aylık hızlandırılmış sabah 8- akşam 6 İngilizce kursuna gittiğim günlerden birinin akşamında, Taksim’ de Bakırköy dolmuş kuyruğunun hayli arkalarındayım. Hava hem ayaz hem de sıkı bir yağmur yağıyor. Böyle havalarda hep olduğu gibi seyrek dolmuş gelmekte. Şiddetli rüzgar yüzünden rahat durmayan şemsiyeler birer birer kapatılıyor. Bu durumdakiler beni çok iyi anlayacaktır. O soğuktan kurtulup arabaya kendini atabilen “sıradaki 5 kişi” ye geride kalanlar hasetle kıskançlıkla bakarlar. O kadar üşürsünüz ki, başka bir istikamete bile gidiyor olsa, her hangi bir arabaya, otobüse atlayıp oradan kurtulmak istersiniz. Zaman geçmek bilmez. Eviniz hayalinizde cennetinizdir. Tam ümidinizi kestiğiniz sırada sanki arka arkaya birkaç araba birden gelir, ya da siz öne yaklaştıkça size öyle gelir, bir de bakarsınız ki “sıradaki 5 kişi” oluvermişsiniz. Artık çile bitmiştir.
Geridekilerle göz göze gelmemeğe çalışarak, zafer duygusuyla karışık bir gururla gelen arabaya kendimi attım. Kahya, zayıf olan iki kişiyi yani benimle (o tarihlerde 48 kilo) birlikte bir beyefendiyi öne yönlendirmişti. Cam kenarındaki yerime oturdum. Arabanın sıcaklığı bir anda başımı döndürmüştü. Birkaç derin nefes alıp kedi gibi gerindikten sonra, koltuğun yan tarafına kayan siyah çantamı, karanlıkta el yordamıyla bulup dizlerimin üstüne çekmek istedim. Ama sıkışmıştı. Oradan kurtarmak için iki elimle can havliyle asıldım. Yan tarafta hafif bir “ahh” sesi. Olanı fark ettiğimde, o an, orada olmak yerine Taksim ayazında kuyruğun en arkasında saatlerce beklemeyi bin defa tercih edebilecek kadar kötü hissediyordum kendimi. Çantam yere düşmüştü ve ben de o karanlıkta, çantam diye yanımdaki beyefendinin dizine asılıp duruyordum.
Herkese huzurlu ve neşeli günler dilerim…