Siyah-beyaz ihtişam  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,




Bu güne kızgınlığı arttıkça geçmişin sığınağına çekiliyor insan. Birkaç saatliğine de olsa. Yoksa nefes almak güçleşiyor.

Bu sabah, öyle bir güne uyandım yine. İçim sevgisiz, boğazım kupkuru. Bu güne küskün, bu güne ilgisiz. Elim, ruhum ister istemez uzandı geçmişe. Mutluluğu bulacağından emin... Güvenle...

Yine albümler kutular çıkarıldı dolaplardan çekmecelerden. Tek tek yaşandı yine bütün kareler. Bazıları sesleriyle kokularıyla taptaze. Bazıları ise neredeyse unutulmuş.

Bu kez, fotoğraflarla adeta bir tez hazırlarcasına çalıştım. Onları dikkatle inceledim. Tarih sırasına koydum. Analizler yaptım, sentezlere vardım. Sonuçları madde madde yazıyorum.

-Siyah-beyaz fotoğraflarla ilgili anılarım taptaze, yerli yerinde, renkler tüm canlılıklarını koruyor. Fotoğraflar renklendikçe anılar belirsizleşiyor.

-En parlak bakışlar, en tatlı tebessümler siyah-beyaz fotoğraflarda. Renkler arttıkça gülüşler yapaylaşıyor, giderek acılaşıyor, bakışlar donuklaşıyor. (Makinelerin çözünürlüklerindeki artışlarla alay edercesine)

-En büyük kalabalıklar, en neşeli enstantaneler, en eski fotoğraflarda kalmış. Yıllar arttıkça fotoğraflar tenhalaşıyor.( Fotoğraf çektirmek için bir araya gelmek lazım.)

-Sonunda bir zaman geliyor, insan zaten fotoğraf çektirmek istemiyor.

En başından sırayla, önceleri uzun uzun keyifle, çocukluk fotoğraflarımı inceledim. O günlere gittim. Sorunsuz, sorumsuz, oyunlar, oyuncaklar, arkadaşlar, sevgi, güven. Zaman geçtikçe, önce oyun ve oyuncakların, sorunlarla ve sorumluluklarla yer değiştirişini, sevginin ve güvenin ve en acısı da sevdiklerimizin, yaşantımızdan nasıl yitip gittiğini bir kez daha somut bir biçimde gözlerimle gördüm, elimden akıp giden o karton parçalarına bakarken.

Bir saate bir ömür... Yaşam böyle bir şey işte. Bir albüm ve bir kutuya sığacak kadar boyutsuz bir şey. Zaman da aynı, bir kutuyu açmak ve tekrar kapatmak arasındaki bir saatlik duygusal süreç. İçinde hem mutluluğu, hem gözyaşını ve bir sürü farklı duyguları barındırıyor, buruk bir öykü gibi.

Bir kez daha fark ediyorum ki mutluluk çocuklukta kalmış.

On sekiz yaşında, yeniyetme melankolik bir genç kız iken bunu sorgu- sual etmişim kendi kendime, çocukluğumu çocuksu dizelerimde sorgulamışım. Tekrar bir göz atmak istedim.

“Belki kayık salıncakta unuttum

İplerini sıkı sıkı sıkı tuttuğum

Belki sekerek yolladım

Bir kaydırak taşı ile çukura

Belki uçurtmamla birlikte

Salıverdim havalara

Belki yüreciğiydi

Ayağımın altında ezdiğim taş bebeğin

Belki hayatıydı dalından koparıp

Yapraklarını yolduğum çiçeğin

Belki düşüp yaraladığım dizimden

Akan bir damla kandı

Belki havuzda yüzdürdüğüm

Kağıt kayığımla birlikte parçalandı.

Attım belki bir horoz şekerinin

Çöpüyle birlikte yollara

Belki de uçtu gitti elimden

Sarı balonumla birlikte bulutlara…

Arıyorum, bulamıyorum

Yalnız anlıyorum.

Çocukluğumla beraber gitti anlıyorum

Ve araya giren yıllara

Lanet Okuyorum.”

Çekinerek yazdım, ancak, şimdi tekrar okuyunca, beğendiğimi fark ettim ve tüm dizelerimin bir kez daha altını çiziyorum. Buruk bir zevkle.

Herkese mutluluklar diliyorum.


2 Mayıs 2009 tarihinde yazılmıştır.


Öykü Atölyesi için hazırlanmıştır.


Biraz umut...  

Posted by Asuman Yelen in , , ,



Biraz umut kırgın gönüllere, biraz ışık fersiz gözlere, biraz teselli yaslı ailelere, biraz güç yorgun vücutlara, biraz neşe gülmeyi unutan çocuklara, biraz sabır hasret çekenlere, biraz huzur yalnız yaşayanlara, biraz sevgi kararan yüreklere, biraz insaf kırıp yıkıp geçenlere...

Bu yıl ilk defa bahar dalı içimde umut yerine korku uyandırdı. Açmakta acele ettiği için belki.

Üzerine yağacak daha nice karların altında öylece donup kalma ihtimalinden, esecek nice fırtınalarla savrulup gitme ve ve bir daha hiç dönmeme ihtimalinden korktum.

Bugün, kurumuş dalların arasından karanlık gökyüzüne süzülüveren pembe, naif tomurcuklar beni şenlendirmediler. Şenlendiremediler. Yapaydılar, iğretiydiler sanki...

Bu gün şarkı söylemek gelmedi içimden onları gördüğümde.

Sanki bahar hiç gelmeyecekmiş hissine kapıldım aksine...

Güneş hiç açmayacakmış hissine...




Ağaç dostum  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,





Birkaç ay önce gösterişli giysileriyle parkın tam ortasındaydı. Kuş cıvıltıları, çocuk çığlıklarıyla eğleniyor, gölgesinde dinlenenleri izliyor, ara sıra esen tatlı meltemle hafif hafif sallanıyordu.























Bugün de tüm görkemiyle aynı yerde... Bu kez sesler farklı. Rüzgarın uğultusu, gök gürültüsü. Bazen bir oraya, bir buraya savruluyor. Üzerine sessizce inen karın sessizliğinde dinlenerek, yağmurla şenlenerek yine sapasağlam ayakta duruyor.









Ben onu her haliyle seviyorum. Öyle dimdik öyle sağlam duruyor ki. Her cama çıktığımda, sabah perdeyi açar açmaz onu karşımda görmek, ve hep göreceğimden emin olmak bana mutluluk, heyecan, güç veriyor.

O da beni seviyor. Bunu hissediyorum. Her canlı kendisini seveni farkeder çünkü. Ve her canlı önce kendisini seveni sevmeye teşnedir.

O da beni seviyor, ama o benim kadar emin değil bekam konusunda. Sanıyorum o birazcık korkuyor...

Bense sadece onu en son hangi haliyle göreceğimi merak ediyorum.




Hep sevgiyle kalalım...

İlk göz ağrısı  

Posted by Asuman Yelen in ,


KORAY


Susun, geliyor!...

Yeşil bir kundağın içinde,

elleri kolları bağlı,


görmeyen gözleri açık,


yumuşacık sıcacık

Koray geliyor.


Nedir bu duygu

uzun zamandır tatmadığımız.


Hepimizi şaşırtan,


ve gözlerimizi yaşartan

bu haz, bu büyük heyecan


ve bu büyük giz.




Bırakalım nefreti, kavgayı,

kini kötülüğü


bırakalım bir yana

tüm dünyayı.

Bırakalım endişeyi tereddütü,

vazgeçelim tüm felsefelerden,

soru işaretlerini, ünlemleri atalım.



Tüm insanları toplayalım

etrafımıza,

nefret edenleri, öldürenleri


kötülük düşünenleri,

karamsarları,


madalyonun hep kötü yüzünü görenleri

ve onlara

ismi gibi parlayan yüzü,

Koray' ı anlatalım.




Ne varsa aranan,

beklenen, özlenen.

Tümüne

Koray simge.

Koray hayat

Koray ümit

Koray mutluluk

Koray sevgi

Koray Herşey.



Bakın, gülüyor.

Açık gözleri etrafını değil

uzakları, çok uzakları

belki yedi kat derini

ya da yedi kat gökleri

ve kimbilir

daha neleri görüyor.



Ama gülüyor.

Minicik dudaklarıyla

Koray gülüyor.

Kime, niçin güldüğünü ise,

yalnız o biliyor.

17 Şubat 1979






Koray seni seviyorum ve,

doğum gününde ve tüm yaşamında sağlık, mutluluk, başarı ve bol şans diliyorum...

Baudelaire, Albatros ve insanlar  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Albatros


Çok zaman gemiciler durup eğlenmek

için tutar albatrosları, deniz kuşlarını,

tuzlu uçurumlardan kayan gemilerin

ardındaki yol arkadaslarını.



Bir dösemelere bırakılmaya görsün,

mavilikler kralı utangaç, acemi,

açarlar bembeyaz kanatlarını üzgün

yanlarında sürüklenen kürekler gibi.



Öyle utangaç, üsengeç bu kanatlı yolcu!

O alımlı güzel, simdi ne denli çirkin.

Erinç vermez durmadan birinin piposu,

biri öykünür , kanına girer kimsesizin.



Ozan da benzer o bulutlar kralına

oklar, fırtınalarla sarmas dolas olan.

Düsmüs yeryüzüne yuhalar ortasında,

çekecegi var onun dev kanatlarından.


Charles Baudelaire

(Çeviri: A. Rıza Ergüven )







Aşk ve TAGORE  

Posted by Asuman Yelen in , , ,

YAĞMURCUK İLE YASEMİN



Yağan yağmurcuktu
Varıp kulağına
Dedi yaseminin:

"N'olursun hep yüreğinde tut beni!...








"Ama ben..." dedi yasemin
İç çekti yavaştan - ağırdan
Sonra toprağa düştü.











Gayrı bu yolu sevmiyorum
Sensiz
Kalabalıkken bile
Ipıssız geliyor.






ASIL SENSİN

Ey aşk
Acının lambası elinde
Ansızın geliverirsin
Bir baktım mı yüzüne
Anlarım - mutluluk
Asıl sensin





BENİ AN
Beni an ben yokken
Ben yokken - ben sıladayken
Ben gittiğimde beni an
Yıldızlı suskunluğun kıyısında
Gün batarken - son ışıklara
Bakar gibi - beni an
Arasıra...




Sadece bu resim bana aittir

Diğerleri alıntıdır






Vurur dalgalarını yüreğim
Kıyılarına dünyanın
"Seni seviyorum..."

İmza gözyaşlarımdır.



R.Tagore



Tüm dostların Sevgililer Günü kutlu olsun....


Vee......

Hep sevgiyle olalım...

Yıldönümü  

Posted by Asuman Yelen in , , , , ,

Nihayet birlikteyiz.

Muzip bakışlı bir çift göz, "hadi kalk bakalım ya benimle oynamaya devam et, ya da git bilgisayarının başına şu bir türlü yazamadığın yazılarına başla, ayıptır yetmiş milyon insan yılbaşından beri nefeslerini tutmuş seni bekliyor” diyor, ağzında mavi çorabımın tekiyle, yorgunluktan ters dönmüş kulakları, ıslak , kara burnu, halıya serili kocaman vücuduyla, sevgili köpeğim PAÇOZ (ben çoğu insan gibi kızım demeyeceğim) hala hafif –hafif sallanan kuyruğuyla adeta koltuğumu işaret ederek.

Şaka bir yana, başlayabildiğim için gerçekten çok mutluyum. Bunu yapmak, yani bilmediğim bir yerde yaşayan, tanımadığım tek bir kişiyle bile sevincimi hüznümü, düşüncemi paylaşabilmek duygusu beni çok heyecanlandırıyor.

Tevfik Fikret “Kırık Saz” isimli kitabının bir yerinde “kaari”lerine yani okurlarına ;
“Siz ey bilmediğim, görmediğim okurlarım!
Diye sesleniyor. Sonra ilerleyen satırlarda şöyle devam ediyor;

“Siz ki , en doğru gören bir bakış ve vicdanla

Uzaklardan bana bakmaktasınız ; bir şey ummadan

Ve yazdıklarıma karşı hiçbir minnet duymadan…

Şiirlerimin yüzüne böyle sakin sakin bir bakış , ne kadar içten bir bakıştır!

Bütün bunlar, bu yazılmış, unutulmuş şeyler

Hep o içtenliğe kapılarak toplanmıştır.

Kim bilir, belki içinizden biri, bir derdinizin,

Belki küçük ve değersiz bir benzeri olur;

En yüksek hayat sürenler bile, duygulanmada,

En basit yaşayanlar gibidir…

Hep aynı çamurdan bu yığın!”

Evet.

HEP AYNI ÇAMURDAN BU YIĞIN.
17-18 yaşlarında iken sevdiğim ve çoğunu ezbere bildiğim şiirleri yazdığım, şimdi sayfaları sararmış defterimin, ilk sayfasına büyük harflerle yazdığım birkaç alıntıdan biri. O tarihlerde anlamını biliyor muydum? Pek sanmıyorum. Ya şimdi? İliklerimde hissediyorum.
Garip bir başlangıç yaptığımın farkındayım. Biraz komik bir giriş, çok felsefi bir kapanış. Tıpkı kafam ve ruhum gibi, biraz karışık.

FİKRET ve PAÇOZ. Aslında her ikisi de benim için çok kıymetli.
Birincisi her gece başucumda duruyor.
Diğeri her gece ayağımın üstünde uyuyor.

Tekrar görüşmek üzere...

12.2.2009


Tam bir yıl önce bu gün bloggerler mahallesine taşındım.

Çocukluğumda her yeni şehre tayin olup gittiğimizde sevinç dolu bir heyecan duyar, mutlu mesut her çocuk gibi yeni mutlu mesut çocuklarla çabucak kaynaşır (bana göre bütün çocuklar mutlu mesuttur, çocukluklarını yaşayabildikleri sürece) hep gülerdim. Öyle güleç yüzlüydüm ki bana tanıdık tanımadık bazı teyzelerin "ah yavruum güler yüzün hiç solmasın inşallah" dediğini bunun beni şaşırttığını hatırlıyorum.

Yaşım ilerledikçe, iyi niyetin, tebessümün, içtenliğin pek de önemsenmediğine, hatta sayıları azımsanmayacak bir gurup insanın, ki ben onlara 'her zamanki şüpheciler' diyorum, "mutlaka altında bir şey vardır" yaklaşımı yüzünden dünyanın giderek tadının kaçtığına, yaşamın çekilmez hale geldiğine üzüntüyle tanıklık ediyorum.

Kirada oturduğum sürece İstanbul' un her iki yakasında da bir çok mahalle değiştirdim. Gittiğim her yerde karşılaştığım, görüştüğüm görüşmediğim yığınla insan oldu. İyi niyetli başlangıçlar, kimi zaman yeni dostluklarla çoğu zaman da hayal kırıklıklarıyla sürdü gitti. Yaşadıkça, gördükçe öğrendim ki insanoğlu hep aynı ve benim için endişe eden teyzeler çok haklı. Güler yüzler soluyor. Yaşam ayrı, insanlar ayrı bunun için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bu yeni mahalleye de aynı heyecan ve iyi niyetlerle taşındım. Bu sefer çok farklı olabilirdi çünki bambaşka bir alemdi adım attığım. Taşınmadan önce şöyle iyice bir gezinmiş, kendimi harikalar diyarındaki Alice' e benzetmiştim. Forum ya da agoradaki gezgine veya. ( Bknz. Hep sevgiyle kalın, otokontrol ikiyüzlülük mü) Atina' nın Roma' nın özgür meydanlarında dolaşıp her gösteriyi izler gibi dolaşmış ve izlemiş, heyecanla kendi yazacaklarımı tasarlamaya başlamıştım.

Yazmak çok güzeldi. Yazdıklarımın okunduğunu görmek beğenildiğini işitmek çok daha hoştu. Aynı şeyi ben de yapmalıydım. Beni mutlu eden şeyi ben de başkalarına yapmak istedim. Olabildiğince çok gezdim blogları. Beni ağlatacak kadar güzel hikayeler, şiirler. Korkunç yetenekler. Müthiş yaşam hikayeleri. Mutlu insanlar, hüzünlü insanlar. Aşka aşık olanlar, yaşamlarından bezenler. İnce ruhlular, küfürbazlar, edepsizler, alaycılar. Komikler, gülmesini bilmeyenler, mizah duygusu olmayanlar. Tepeden bakanlar, kendilerini çok önemseyenler, kendi dertleri ile hoş olup okura el çekmesini söyleyenler, kendilerini blog için helak edenler, nitelikçiler, nicelikçiler, incelikçiler, namütenahi, her tür insanı barındıran bir mahalleydi bu. Çok naif hikâyeler yazıp forumlarda küfredenleri gördüm. Yazılarını nakış gibi işleyip okuruna gözyaşı döktürecek kadar hoş şeyler hissettirenlerin, insandan hatırdan selamdan kelamdan bihaber olduğunu gördüm.

Ve yeni dostlar, dostluklar. Hayatı güzelleştiren paylaşımlar. Tüm güzelliği ile sevgi. Özen. Güven. İçtenlik. Sevinçte, kederde bir olmak, bütün olmak. Geçmişi ve bu günü paylaşmak. Kilometrelerce mesafeden birilerinin yüreğine dokunabilmek.

Galiba bu mahallede mutluyum ben.

Hep sevgiyle kalalım...

Seyredilesi şeyler  

Posted by Asuman Yelen in ,


İlla ki yazmak istedim. İşte benim kahramanım. Okan Bayülgen. Cumartesi programlarını hiç aksatmadan izlerdim. Şimdi Cumartesi ile birlikte Pazar gecesi de zevkle izliyorum. Ama Pazartesi gecesi programları için ne kadar övgü dolu söz varsa hepsini sarfetmek istiyorum. İlgiyle hayranlıkla minnetle ve tüm takdir hislerimle izliyorum. Şu an yapmakta olduğum gibi. Organ naklini işliyorlar doktorlar ve ilgili yetkili ve konuklarla.

Pazartesi geceleri Okan Bayülgen çok sevdiğim o bıçkın, ince zekâlı, nev-i şahsına münhasır şirin fırlama halinden sıyrılıyor, duyarlı, entellektüel, olgun hatta naif bir adam hüviyetine bürünüyor.

Eğlence programlarında, telefonla bağlanan çoğunlukla amaçları gırgır geçmek olan sayısız hanımı şirin, şımarık bir şekilde terslerken, ( ki bana göre çoğu hakettiği muameleyi görüyor) Pazartesi geceleri bağlanarak sorunlarını anlatan konuklarını tek kelime ile bile araya girmeden tekrar tekrar aynı cümlelerle anlattıkları halde kesmeden sabırla dinlemesi, kendini geri planda tutup uzmanlara işledikleri konuyu ayrıntıları ile açıklamaları için imkan vermesi, tam gerektiği yerde konunun ağırlığına ters düşmeden yaptığı şirin küçük esprileri, bize, kişiliğinin saklamaya çalıştığı duyarlı yanı hakkında önemli ipuçları veriyor.

Yarın temizlik günüm ve erken kalkmam gerekiyor ama her pazartesi gecesi, toplumsal bir konunun en ince ayrıntılarına kadar incelendiği bu programı ben yine bitirmeden yatamadım.(Saat şu an 4.30)

Herkese iyi sabahlar...

İki telefon ve iki keşke  

Posted by Asuman Yelen in , , ,

1998 yazı sonlanıyordu.

Üç kız kardeş, yerlere serilmiş, bir yandan yiyor içiyor, bir yandan şarkı dinliyor söylüyor bir yandan geleceğe dair hayaller kuruyor ve ablamın yeni evini kutluyorduk.

En baştan anlatmalıyım.

Kız kardeşimle ben ablam için (ondan habersiz) bizim yakınımızda bir ev bakmaya karar vermiştik.

Emekliliğinin üzerinden çok uzun zaman geçtiği halde aldığı toplu para bir ev alması için yeterli olmadığı için ablam o parayı çeşitli yatırım şekilleriyle değerinde tutmaya çalışmaktaydı. Son emeklimiz küçük kız kardeşim bu temiz havalı beldede evini alıp, her gelişimde biraz daha heveslendirerek beni de yukarıya yerleştirince onun için de çareler aramaya başlamıştık.

Tam girişimde bulunulacakken ağabeyimin aniden hastalanması, benim neredeyse hiç kendi evimde oturamadan onların yanına kalmaya gidişim, çok hızla gelişen hastalığın sonucu onu kaybedişimizin üzerinden yaklaşık bir sene geçmiş, ve çok kötü günleri kısmen de olsa atlattıktan sonra, kardeşimle birlikte dağ tepe yeniden aramalara başlamıştık. Geçen süre zarfında evlerin değeri artmış, para yerinde saydığı için ancak ya çok virane, ya bitmemiş, ya da çok ufak evlere yetiyordu. Bir yandan işimiz Allah' a kaldı derken inatla da sürdürüyorduk aramalarımızı.

Bir gün ümitsizce eve dönerken hemen bitişiğimizdeki siteden içeri girdim. Öylesine, sebepsiz. Zaten çok yorgun ve üzgün olan kardeşim şaşkınlıkla “ne gereği var ki buralarda oyalanmanın” dercesine sitemli bakışlarla yanım sıra yürüdü. Bir yandan da “ne olurdu parası biraz daha olsaydı da yakınca şuradan alsaydık, camdan bakınca birbirimizi görürdük yazın gelip burada kalırlardı” şeklinde umutsuzca söylenirken şimdi bakınca camdan gördüğümüz o evi gördük. Temiz, orta büyüklükte, her şeyi tamam, hoş bir site içinde ve istediğimiz fiyatta.

Nerdeyse akşam olmuştu ona telefon açtığımda. Emlakçiye gitmiş ev sahibi ile görüşmüş nefes nefese eve girmiştik. Girişimimizden hiç haberi olmayan ablam, çok şaşkındı, korkmuştu ve en kötüsü sevinmemişti. Bilmediğimiz başka bir planı vardı. Bana onu anlattı çekinerek.

Çok uzun zaman önce Fransa' ya yerleşen, eşiyle orada evlenen kayın biraderi ve çok iyi anlaştığı eltisi her yaz tatili beraberliklerinde yaptıkları tekliflerini yinelemişler, ablamla kocasını Paris'e evlerine davet etmişlerdi. Pasaportları hazırdı. Hiç yurt dışına çıkmamıştı ve bunu deli gibi istiyordu. Niyeti uzun bir süre kalmak ve civar ülkeleri de görmekti. Ev almaktan ümidini kesmiş ve parasını o seyahatte harcamaya karar vermişti.

Çok canım sıkılmıştı. Sabırla, uzun uzun tüm ikna kabiliyetimi kullanarak, bu parayı o seyahatte çar çur ederse yazık olacağını anlattım. O seyahate nasıl olsa giderdi. Bu ev düşeşti kaçmazdı. Hem ne güzel komşu olacaktık. Üç bacı eskisi gibi bir arada olacaktık. Hiç olmazsa bir gelip görseydi. Buruk, keyifsiz bir sesle kabul etti gelip bakmayı.

Ertesi gün geldi. Eve gidildi siteyi de evi de çok beğendi. Birkaç gün bende kaldı, gerekli işlemler yapıldı. Üçümüz oradan oraya koşturduk bürokrasi tamamlandı para bankaya yatırıldı ve ev artık onundu.

O gün kız kardeşimde bunu kutlamaya karar verdik. Çaylar, kısır, börek, benim cevizli kekim. Yerlere yayıldık. l998 yaz sonlarıydı..Kasetleri yaydık. Bir yandan evle ilgili hayaller kuruyor, bir yandan şarkılar söylüyor, hiç unutmuyorum, çok fazla gülüyorduk. Ağabeyimden sonra ilk defa gülüyorduk böyle coşkuyla belki. Sonra telefon çaldı.

Kız kardeşim telefonu ablama uzattı. “Academic Hospital' dan arıyorlar". Ablam telefonu alırken “smear yaptırmıştım, dün buradan arayıp sonucunu ne zaman alacağımı sormuştum onu haber veriyorlar" dedi. Kapattıktan sonra da “makina bozukmuş, bozuk çıkmış bir test daha istiyorlar” diye ilave etti. Kalbimden belli belirsiz bir korku geldi geçti. Hafif bir ürperti belki. Hepsi o kadar. Kaldığımız yerden devam ettik şamataya.

Keşke o telefon çalmasaymış.

Ve keşke o evi alması için ikna etmeseymişim. Gönlünce gezseymiş dünyayı, istediği gibi.



Öykü Atölyesi için hazırlanmıştır.


Ormanda sabah erken saatler  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,

Fotoğraflar her sabah hiç aksatmadan ormanda yürüyüşe çıkan eniştem Ekrem Yaşar' a aittir.





































































































Bu yürüyüşlere özellikle aç hayvanlara her gün Rayegân' ın ara sıra da benim de hazırladığım yiyecekleri götürmek için çıkan eniştem, tıpkı civarda oturan diğer yürüyüşçüler gibi bu görevini hiç aksatmamaktadır. Sadece bu bile kendisini çok sevmem için yeterli bir neden. Ama tek neden değil tabii. :)))

Ata sporumuz alışveriş  

Posted by Asuman Yelen in , ,

Bi tanecik oğlumuza canımız feda

Buu buu buuu...

Hangisi çoocooğm bu mu, bu mu?

Bu diyoom yaa, buuu. Çocuğun tombul parmağı ile işaret ettiği ürün sepete atılıyor. İnanmayacaksınız ama, bu bir oyuncak araba, top ya da başka herhangi bir oyuncak değil. Bir yumurta çırpıcısı. Tel kısmı kırmızı bir çırpıcı.

3-4 yaşlarındaki tombul oğlan, babanın sürdüğü içi tıka basa içecekler, hazır tabaklı et ve tavuk ürünleri, dondurulmuş ürünler, sebze ve meyve, kahvaltılık (en az beş büyük paket sosis, çeşitli peynirler, salam, sucuk, zeytin) giysiler, yastık, ve başka bir sürü ıvır zıvırla dolu sepetteki 5 kg.lık zeytin yağı tenekesinin üzerinde tozlu ayakkabılı ayaklarını sarkıtmış oturmakta. Geride süratle dolacağı belli ikinci arabayı iten anne oğlanın gözünün içine bakıyor, tombul parmağın göstereceği her neyse onu sepete atmak üzere aleste bekliyor. Maazallah aksi halde neredeyse tüm o gün orada alışveriş etmekte olan insanların bezdiği canhıraş çığlık gelecek.

Pink Floyd' dan güzel oyuncak mı olur

Bu gün beni çok güldüren şimdi anlatacağım olayı yaşamasaydım, 'bu da, o alışveriş merkezinde sık sık karşılaştığım ve kanıksadığım manzaralardan biri' deyip geçecektim. Ama geçemedim. O kadar çok güldüm ve aynı zamanda o kadar çok düşündüm ki sonradan üzerinde.

Kitap, CD ve DVD lerin satıldığı bölümdeyim. Kendi alemimde TSM CD. leri inceliyor, yeni ne var diye bakıyorum. Yine o meşum tiz ses “şunu veee” diye bağırmakta. “Bunun burada ne işi var ki” diyerek hızla dönüyorum. Tombul parmağın işaret ettiği yönde yabancı DVD ler var. Birkaç bu mu, şu mu, o mu faslından sonra (nedense) bir tanesi seçiliyor derhal pamuk ele tutuşturuluyor. O da ne? Kulakları paralayan bir çığlık. Baba çocuğun fırlattığı DVD yi havada yakalayıp bir göz atıyor. “Uyy bu ne ki” yarı kızgın yarı güleç bir yüzle karısını azarlıyor. “Oğlana vermeden önce niye bi bakmıyon ki” Kadın da yerine koymadan önce bakıyor “amaniin” diyor gülerek, ben bilmiyim ki... İki arabayı sürüyerek, gülüp söylenerek uzaklaşıyorlar. Merakla uzanıp alıyorum DVD.yi. Gözlerimden yaş geliyor gülmekten. Pink Floyd' un The Wall' u”imiş meğer.

Alışveriş esnasında sık sık yan yana geldiğimiz bu şirin aile kasada da önümdeydi. Kasiyer kız, ter içinde, birbirinden çok farklı kutuları, bezleri, şişeleri, daha bir sürü edevatı yazar kasadan geçirdi, genç kadın, ter içinde torbalara doldurdu. Kavruk görünüşlü genç adam, nasırlı elleriyle yeleğinin cebinden çıkardığı iki adet kredi kartı ile yüklü meblağı ödedi.

Teyze- yeğen muhabbeti

Bu gün yaşadığım bu olayı döner dönmez yazmayı planlıyordum ki Koray' ım geldi. İşe (nihayet) girdiği için epeydir görüşememiştik. Yemeklerimizi yerken anlattım. Tabii bir fasıl da birlikte güldük.

Daha sonra çaylarımızı içerken çok uzun konuştuk bu konu üzerinde. Askerliğini yapıp döndükten sonra tam bir sene iş bulamayıp, hatır- gönül, zar- zor yeni işe giren yeğenle banka emeklisi teyze, ortalama ücretli ortalama iki yurdum insanı olarak , şaşkınlıklar içinde olanı biteni kavramaya çalıştık. Henüz ev tutamadığı için (aldığı maaşla) babaannesinin yanında oturmak zorunda kalan, çok uzun zamandır ehliyeti olduğu halde daha epey süre araba alamayacak olan, Metalurji mühendisi Koray, otuz yaşına geldiği halde, evlenmeyi aklından bile geçiremiyor.

Hayırdır inşallah

İstanbul' un, havası şimdilik çok temiz, ama korkarım “seçkin” olmayan bir muhitinde, bir sitede oturuyorum. Otoparktaki arabaların altı tanesi sekiz binalı sitenin apartman görevlilerine ait.
Çoğunun evi ve LSD televizyonu var. Pazar günleri otoparkta iğne atsanız yere düşmez. Dört orta hallice market her gün dolup dolup boşalıyor. Kasalarda kuyruklar bitmek bilmiyor. Kredi kartları bordolu, yeşilli mavili havalarda uçuşuyor. Servisler vızır vızır işliyor. İnsanlar çılgınlar gibi alış veriş ediyor. Canım Ailem' deki Meliha nın meşhur repliği geliyor aklıma. Hayırdır inşallaaah...Hayırdır inşallah.

Benim zavallı arkadaşım

Yine trajikomik bir anekdotla hafif alaylı, biraz acı da olsa tebessüm ederek ve ettirerek tamamlamak istiyorum yazdıklarımı. Geçenlerde, Kadıköy' de o yakada oturan hemen hemen herkesin bildiği bir şarküteri den çok sevdiğim Ezine peynirimi almış çıkıyordum ki, eski banka arkadaşlarımdan biriyle karşılaştım. Eşi sıkı bir akşamcı olan arkadaşım “üç beş şey alıp çıkıcam, bekle bir yerde otururuz” deyince bekledim. Arkadaşım tıpkı eskiden olduğu gibi (sık sık birlikte gittiğimiz Eminönü' deki meşhur mezecide yaptığı gibi) gerçekten üç beş şey aldı ve çıktı. Lakerda, Antrikottan pastırma, füme et, eski kaşar ve tarama belki bir iki çeşit daha meze, küçük bir poşete kondu, parası ödendi.

Dostum kapıdan çıkar çıkmaz, bunca yıl sonra, tıpkı eskiden yaptığı gibi küçük poşeti havaya kaldırdı ve hemen hemen aynı kelimelerle bir kere daha söylendi.

“Aman Allahım, şu küçücük poşete dünyanın parasını verdim. Üç beş parça şey için neredeyse yarım maaşımı verdim . Bu memlekette yaşanmaz. Vallahi yaşanmaz !...

Ekmek ve lor peyniri çok güzeldir

Bir kaç gün önce, sevgili arkadaşım Nur' un Yaşamın Kıyısında isimli blogunda paylaştığı Ekmek ve Lor Peyniri başlıklı yazının henüz tesirinden kurtulamamışken ve sessiz onurlu ve yürekli, hatırı sayılır fazlalıkta bir yığının da doğru bildiğinden şaşmadan, hileye sapmadan kimseye el açmadan, yaşamını sürdürmeye çalıştığını düşününce, benim bu postumun ana fikrini, yazanının neyi vurgulamaya çalıştığını anlayan varsa açıklasın.

Ben öylesine şaşkın bir vaziyette ne yaşadıysam yazdım. Hiç bir yere varamadım. Varamam.

Bundan otuz yıl kadar önce İngiliz kurs hocam Linda, gözlerini iri iri açarak şaşkın bir vaziyette "sizin evler çok yıkık dökük ben çok üzülüyor ama çoğunda renkli televizyon görüyor, bir de yolda yürürken yerin altında daireler var küçücük camlı, karanlık ama akşam ben bakıyor hep kristal avize görüyor şaşırıyor" demişti de bir kısmımız utanırken çoğumuz da gülmüştük.
Otuz yıl sonra hâlâ hatırladığıma göre epey içime oturmuş.


Sevgili Nur da, emekli kuyruğunda, gelen yüz seksen küsur liralık elektrik faturasını bu emekli maaşımla nasıl öderim diye yakınan birinden bahsetmişti şaşkınlıkla. Mantıken, asgari ücretli biri o kadar fazla elektrik sarf edemezdi çünkü.

Allah, olup biteni ve böyle devam edilirse olabilecekleri idrak edemeyenlere akıl fikir, idrak edebilip üzülenlere sabır versin. Cümlemizi de olacaklardan korusun...

Hep sevgiyle kalalım...

Blog Widget by LinkWithin