Buu buu buuu...
Hangisi çoocooğm bu mu, bu mu?
Bu diyoom yaa, buuu. Çocuğun tombul parmağı ile işaret ettiği ürün sepete atılıyor. İnanmayacaksınız ama, bu bir oyuncak araba, top ya da başka herhangi bir oyuncak değil. Bir yumurta çırpıcısı. Tel kısmı kırmızı bir çırpıcı.
3-4 yaşlarındaki tombul oğlan, babanın sürdüğü içi tıka basa içecekler, hazır tabaklı et ve tavuk ürünleri, dondurulmuş ürünler, sebze ve meyve, kahvaltılık (en az beş büyük paket sosis, çeşitli peynirler, salam, sucuk, zeytin) giysiler, yastık, ve başka bir sürü ıvır zıvırla dolu sepetteki 5 kg.lık zeytin yağı tenekesinin üzerinde tozlu ayakkabılı ayaklarını sarkıtmış oturmakta. Geride süratle dolacağı belli ikinci arabayı iten anne oğlanın gözünün içine bakıyor, tombul parmağın göstereceği her neyse onu sepete atmak üzere aleste bekliyor. Maazallah aksi halde neredeyse tüm o gün orada alışveriş etmekte olan insanların bezdiği canhıraş çığlık gelecek.
Bu gün beni çok güldüren şimdi anlatacağım olayı yaşamasaydım, 'bu da, o alışveriş merkezinde sık sık karşılaştığım ve kanıksadığım manzaralardan biri' deyip geçecektim. Ama geçemedim. O kadar çok güldüm ve aynı zamanda o kadar çok düşündüm ki sonradan üzerinde.
Kitap, CD ve DVD lerin satıldığı bölümdeyim. Kendi alemimde TSM CD. leri inceliyor, yeni ne var diye bakıyorum. Yine o meşum tiz ses “şunu veee” diye bağırmakta. “Bunun burada ne işi var ki” diyerek hızla dönüyorum. Tombul parmağın işaret ettiği yönde yabancı DVD ler var. Birkaç bu mu, şu mu, o mu faslından sonra (nedense) bir tanesi seçiliyor derhal pamuk ele tutuşturuluyor. O da ne? Kulakları paralayan bir çığlık. Baba çocuğun fırlattığı DVD yi havada yakalayıp bir göz atıyor. “Uyy bu ne ki” yarı kızgın yarı güleç bir yüzle karısını azarlıyor. “Oğlana vermeden önce niye bi bakmıyon ki” Kadın da yerine koymadan önce bakıyor “amaniin” diyor gülerek, ben bilmiyim ki... İki arabayı sürüyerek, gülüp söylenerek uzaklaşıyorlar. Merakla uzanıp alıyorum DVD.yi. Gözlerimden yaş geliyor gülmekten. Pink Floyd' un The Wall' u”imiş meğer.
Alışveriş esnasında sık sık yan yana geldiğimiz bu şirin aile kasada da önümdeydi. Kasiyer kız, ter içinde, birbirinden çok farklı kutuları, bezleri, şişeleri, daha bir sürü edevatı yazar kasadan geçirdi, genç kadın, ter içinde torbalara doldurdu. Kavruk görünüşlü genç adam, nasırlı elleriyle yeleğinin cebinden çıkardığı iki adet kredi kartı ile yüklü meblağı ödedi.
Bu gün yaşadığım bu olayı döner dönmez yazmayı planlıyordum ki Koray' ım geldi. İşe (nihayet) girdiği için epeydir görüşememiştik. Yemeklerimizi yerken anlattım. Tabii bir fasıl da birlikte güldük.
Daha sonra çaylarımızı içerken çok uzun konuştuk bu konu üzerinde. Askerliğini yapıp döndükten sonra tam bir sene iş bulamayıp, hatır- gönül, zar- zor yeni işe giren yeğenle banka emeklisi teyze, ortalama ücretli ortalama iki yurdum insanı olarak , şaşkınlıklar içinde olanı biteni kavramaya çalıştık. Henüz ev tutamadığı için (aldığı maaşla) babaannesinin yanında oturmak zorunda kalan, çok uzun zamandır ehliyeti olduğu halde daha epey süre araba alamayacak olan, Metalurji mühendisi Koray, otuz yaşına geldiği halde, evlenmeyi aklından bile geçiremiyor.
İstanbul' un, havası şimdilik çok temiz, ama korkarım “seçkin” olmayan bir muhitinde, bir sitede oturuyorum. Otoparktaki arabaların altı tanesi sekiz binalı sitenin apartman görevlilerine ait.
Çoğunun evi ve LSD televizyonu var. Pazar günleri otoparkta iğne atsanız yere düşmez. Dört orta hallice market her gün dolup dolup boşalıyor. Kasalarda kuyruklar bitmek bilmiyor. Kredi kartları bordolu, yeşilli mavili havalarda uçuşuyor. Servisler vızır vızır işliyor. İnsanlar çılgınlar gibi alış veriş ediyor. Canım Ailem' deki Meliha nın meşhur repliği geliyor aklıma. Hayırdır inşallaaah...Hayırdır inşallah.
Yine trajikomik bir anekdotla hafif alaylı, biraz acı da olsa tebessüm ederek ve ettirerek tamamlamak istiyorum yazdıklarımı. Geçenlerde, Kadıköy' de o yakada oturan hemen hemen herkesin bildiği bir şarküteri den çok sevdiğim Ezine peynirimi almış çıkıyordum ki, eski banka arkadaşlarımdan biriyle karşılaştım. Eşi sıkı bir akşamcı olan arkadaşım “üç beş şey alıp çıkıcam, bekle bir yerde otururuz” deyince bekledim. Arkadaşım tıpkı eskiden olduğu gibi (sık sık birlikte gittiğimiz Eminönü' deki meşhur mezecide yaptığı gibi) gerçekten üç beş şey aldı ve çıktı. Lakerda, Antrikottan pastırma, füme et, eski kaşar ve tarama belki bir iki çeşit daha meze, küçük bir poşete kondu, parası ödendi.
Dostum kapıdan çıkar çıkmaz, bunca yıl sonra, tıpkı eskiden yaptığı gibi küçük poşeti havaya kaldırdı ve hemen hemen aynı kelimelerle bir kere daha söylendi.
“Aman Allahım, şu küçücük poşete dünyanın parasını verdim. Üç beş parça şey için neredeyse yarım maaşımı verdim . Bu memlekette yaşanmaz. Vallahi yaşanmaz !...
Bir kaç gün önce, sevgili arkadaşım Nur' un Yaşamın Kıyısında isimli blogunda paylaştığı Ekmek ve Lor Peyniri başlıklı yazının henüz tesirinden kurtulamamışken ve sessiz onurlu ve yürekli, hatırı sayılır fazlalıkta bir yığının da doğru bildiğinden şaşmadan, hileye sapmadan kimseye el açmadan, yaşamını sürdürmeye çalıştığını düşününce, benim bu postumun ana fikrini, yazanının neyi vurgulamaya çalıştığını anlayan varsa açıklasın.
Ben öylesine şaşkın bir vaziyette ne yaşadıysam yazdım. Hiç bir yere varamadım. Varamam.
Bundan otuz yıl kadar önce İngiliz kurs hocam Linda, gözlerini iri iri açarak şaşkın bir vaziyette "sizin evler çok yıkık dökük ben çok üzülüyor ama çoğunda renkli televizyon görüyor, bir de yolda yürürken yerin altında daireler var küçücük camlı, karanlık ama akşam ben bakıyor hep kristal avize görüyor şaşırıyor" demişti de bir kısmımız utanırken çoğumuz da gülmüştük.
Otuz yıl sonra hâlâ hatırladığıma göre epey içime oturmuş.
Sevgili Nur da, emekli kuyruğunda, gelen yüz seksen küsur liralık elektrik faturasını bu emekli maaşımla nasıl öderim diye yakınan birinden bahsetmişti şaşkınlıkla. Mantıken, asgari ücretli biri o kadar fazla elektrik sarf edemezdi çünkü.
Allah, olup biteni ve böyle devam edilirse olabilecekleri idrak edemeyenlere akıl fikir, idrak edebilip üzülenlere sabır versin. Cümlemizi de olacaklardan korusun...
Hep sevgiyle kalalım...