Bu güne kızgınlığı arttıkça geçmişin sığınağına çekiliyor insan. Birkaç saatliğine de olsa. Yoksa nefes almak güçleşiyor.
Bu sabah, öyle bir güne uyandım yine. İçim sevgisiz, boğazım kupkuru. Bu güne küskün, bu güne ilgisiz. Elim, ruhum ister istemez uzandı geçmişe. Mutluluğu bulacağından emin... Güvenle...
Yine albümler kutular çıkarıldı dolaplardan çekmecelerden. Tek tek yaşandı yine bütün kareler. Bazıları sesleriyle kokularıyla taptaze. Bazıları ise neredeyse unutulmuş.
Bu kez, fotoğraflarla adeta bir tez hazırlarcasına çalıştım. Onları dikkatle inceledim. Tarih sırasına koydum. Analizler yaptım, sentezlere vardım. Sonuçları madde madde yazıyorum.
-Siyah-beyaz fotoğraflarla ilgili anılarım taptaze, yerli yerinde, renkler tüm canlılıklarını koruyor. Fotoğraflar renklendikçe anılar belirsizleşiyor.
-En parlak bakışlar, en tatlı tebessümler siyah-beyaz fotoğraflarda. Renkler arttıkça gülüşler yapaylaşıyor, giderek acılaşıyor, bakışlar donuklaşıyor. (Makinelerin çözünürlüklerindeki artışlarla alay edercesine)
-En büyük kalabalıklar, en neşeli enstantaneler, en eski fotoğraflarda kalmış. Yıllar arttıkça fotoğraflar tenhalaşıyor.( Fotoğraf çektirmek için bir araya gelmek lazım.)
-Sonunda bir zaman geliyor, insan zaten fotoğraf çektirmek istemiyor.
En başından sırayla, önceleri uzun uzun keyifle, çocukluk fotoğraflarımı inceledim. O günlere gittim. Sorunsuz, sorumsuz, oyunlar, oyuncaklar, arkadaşlar, sevgi, güven. Zaman geçtikçe, önce oyun ve oyuncakların, sorunlarla ve sorumluluklarla yer değiştirişini, sevginin ve güvenin ve en acısı da sevdiklerimizin, yaşantımızdan nasıl yitip gittiğini bir kez daha somut bir biçimde gözlerimle gördüm, elimden akıp giden o karton parçalarına bakarken.
Bir saate bir ömür... Yaşam böyle bir şey işte. Bir albüm ve bir kutuya sığacak kadar boyutsuz bir şey. Zaman da aynı, bir kutuyu açmak ve tekrar kapatmak arasındaki bir saatlik duygusal süreç. İçinde hem mutluluğu, hem gözyaşını ve bir sürü farklı duyguları barındırıyor, buruk bir öykü gibi.
Bir kez daha fark ediyorum ki mutluluk çocuklukta kalmış.
On sekiz yaşında, yeniyetme melankolik bir genç kız iken bunu sorgu- sual etmişim kendi kendime, çocukluğumu çocuksu dizelerimde sorgulamışım. Tekrar bir göz atmak istedim.
“Belki kayık salıncakta unuttum
İplerini sıkı sıkı sıkı tuttuğum
Belki sekerek yolladım
Bir kaydırak taşı ile çukura
Belki uçurtmamla birlikte
Salıverdim havalara
Belki yüreciğiydi
Ayağımın altında ezdiğim taş bebeğin
Belki hayatıydı dalından koparıp
Yapraklarını yolduğum çiçeğin
Belki düşüp yaraladığım dizimden
Akan bir damla kandı
Belki havuzda yüzdürdüğüm
Kağıt kayığımla birlikte parçalandı.
Attım belki bir horoz şekerinin
Çöpüyle birlikte yollara
Belki de uçtu gitti elimden
Sarı balonumla birlikte bulutlara…
Arıyorum, bulamıyorum
Yalnız anlıyorum.
Çocukluğumla beraber gitti anlıyorum
Ve araya giren yıllara
Lanet Okuyorum.”
Çekinerek yazdım, ancak, şimdi tekrar okuyunca, beğendiğimi fark ettim ve tüm dizelerimin bir kez daha altını çiziyorum. Buruk bir zevkle.
Herkese mutluluklar diliyorum.
2 Mayıs 2009 tarihinde yazılmıştır.
Öykü Atölyesi için hazırlanmıştır.