Eylül biterken...  

Posted by Asuman Yelen in , ,









Şiir  

Posted by Asuman Yelen in , ,




DONMUŞ DALLARDA ÇİÇEK


İyidir beraber olmamız
Yaklaşmış, değişik.
Duyulur çevrenin gürültüsünde
Issız
Bizde bir şey eksik.

Belki de bir şey fazla, yıllarca bilmedik
Çökmüş birdenbire ağır:
Bir kırık gülüşte
Yitik
Ümitsiz hatırlanır.

Bulmak gibi tıpkı
Karlar altında kayıp uzanırken ova
Yolu kendiliğinden,
Donmuş dallar esen ılık rüzgâra
Çiçek açar çekingen.

Aldanarak, unutulmuş
Senin yolun ayrı, benimki ayrı
Az sonra ikimiz de yalnız
Kısa bir zaman için, saat beş suları
İyidir beraber olmamız.

Behçet Necatigil

İroni  

Posted by Asuman Yelen in , , , , , ,


YAŞADIKLARIMDAN


Biraz Komik

(Arife günü kuaförde)


“Hayır Mehmet hayır. Bu değil istediğim. Ben doğal görünsün istiyorum. “

Genç kız aynanın karşısında başını sallayıp saçını bir o yana bir öbür yana savururken bir yandan da heyecanla anlatmaya devam ediyor. “Görmüyor musun kalıp gibi. Fönlü gibi duruyor. Sana en başında söyledim. Doğal görünsün istiyorum.” Mehmet kuaförlere has o yapay sırıtışıyla bir yandan uzun sarı saçları kalın fırçaya dolarken bir yandan da genç kıza cevap yetiştiriyor. “Tamam Nilay’ cım sen merak etme, bitmedi ki daha. Bu arada bu renk güzel oldu ama yani ellerime sağlık.” “Ben daha samani istemiştim biliyorsun.” Mehmet sabırlı. “Yavaş yavaş Nilay, koyudan açtık biliyorsun. Alıştıra alıştıra.” Nilay biraz daha ılımlı “ Haklısın, bu daha doğal görünüyor. N’apiym, doğallığı seviyorum. Şimdi bu buluşacağım çocuk da doğallıktan yana. İstiyorum ki sanki yeni yataktan kalkmışım da kahvaltımı yapmış, sonra hemen onunla buluşmuş gibi görüneyim.” Mehmet sabır ve anlayış küpü. Genç kızın bele kadar uzun saçlarına bir kere daha doluyor fırçayı. “Sen merak etme şekerim bana bir yarım saat daha ver, çocuk seni hayatında hiç kuaföre gitmemiş biri sanacak.” Nilay şımarık kaprisli bir bebek tavrıyla mızırdanıyor. “Uff. sıkıldım amaa. Sabahın sekizinden beri burdayıımm. Bacaklarım uyuştu oturmaktaaan. Mehmett noolur beni ikideki randevuma yetiştiirrrr.

Yanımda oturan saçı boyalı hanım başını bana doğru eğip şaşkın mırıldanıyor. “Anlamıyorum, bu hanım kız madem doğallığı seviyor, niçin sabah kalkıp kahvaltısını yapıp buluşmaya gitmiyor da bu çocuğu saatlerdir uğraştırıyor?” Gülüyoruz sonra. Galiba o sırada orada olan herkes aynı soruyu soruyor kendi kendine.


Biraz buruk


(On yıl kadar önce, resim kursunda)




Orta yaşlı kadın, yatak odasının loş ışığında, aynanın karşısında alışkın hareketlerle saçlarını fırçalamakta. Aslında bu gün bu hareketlerin ritminde bir sertlik, bir bıkkınlık var. Aynada kendiyle göz göze gelmekten kaçınıyor sanki. Hiç olmadığı kadar tedirgin ve gergin. Birden gözüne aynanın köşesine iliştirilmiş, beyaz saçlı bir kadının fotoğrafı takılıyor. Boğazına bir şeyler düğümleniyor. Bir sürü anı üşüşüyor beynine. Uzun zamandır hiç hatırlamadığı bir sürü şey. Ve uzun yıllardır, hatta bir ay önceki cenazede bile hiç yapmadığı bir şeyi yapmaya, ağlamaya başlıyor önce yavaştan, sonra sarsılarak, haykırarak ağlamaya başlıyor.

Nurdan Hn. kırk yaşlarının sonlarında. Birkaç yıldır emekli. Genç görünümlü, bakımlı, aydın ve dinamik bir hanımefendi. Çocuğu olmadığı ve yediklerine dikkat ettiği için tabii buna hareketli yaşamını da ilave edersek, hayli fit görünümlü aynı zamanda. 18 yıllık eşi de kendisi gibi emekli. Gündüzleri işlerinde güçlerinde akşamları bilgisayarlarının başlarında uyumlu iki arkadaş gibi yaşayıp gidiyorlar. Nurdan Hn. Emekli olduktan bir hafta sonra evde boş oturamayacağını anladığı için önce hemen bir resim kursuna yazılıyor. Bu arada bir yetiştirme yurdunda bir çocuğa anne oluyor. Bir spor salonunda pilatese başlıyor. Bu koşuşturmaca içerisinde yaptığı resimler sergileniyor. Bazıları satılıyor hatta. Kendisinden son derece memnun, kendisini seven ve takdir eden dostları ile birlikte mükemmele yakın bir yaşam sürüyor. Sürüyordu. O kara kapkara güne kadar. O kara günde çalan telefona, o telefondan Adana’ da yaşayan annesinin karşı komşusunun telaşlı, tiz, suçlayıcı sesini duyana kadar. O sesin verdiği kara haberi öğrenene kadar… Hiç tanımadığı o uğursuz kadının kendisini aşağılayarak verdiği ölüm haberini. Son üç yıldır ziyaretine bile gitmediği, son bir aydır sadece 2 kere telefonla aradığı yalnız yaşayan annesinin ölüm haberini.

Nurdan Hanım, artık herkesten her şeyden elini eteğini çekmiş bir vaziyette evinde, sessiz, asude bir yaşam sürdürmekte. Kumral kısa saçları kırlarla dolu. Biraz da kilolu şimdilerde. Temizliğini yardımcısı, alışverişlerini eşi yapıyor. O ise haftada sadece bir kere evden çıkıyor. Darülacezeye yaptığı düzenli ziyaretler için.

Hep sevgiyle kalalım...

Ağlarız Gülünecek Halimize  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,




Daire kapısının zili belli belirsiz çaldı. Kapıyı açtığımda aşağıda, merdivenin tam ortasında duran genç bir kadının ürkek bakışlarıyla karşılaştım. Orada olduğuna pek de şaşırmamıştım, çünkü zil sesine Paçoz her zamanki gibi birkaç “hav” demişti. Çekingen bir sesle “ablacığım, biraz bize gelir misiniz, size bir şey sormak istiyorum” dedi. Bir an duraladım. Sonra biraz tereddütle hafif de şaşkın bir şekilde “olabilir “ dedim. “Sen in, ben yemeğin altını söndürür gelirim.” Aslında ocakta yemeğim yoktu. Sadece biraz zaman kazanmak istemiştim. Biraz korkmuştum doğrusu. Kadın alt kat komşumdu. (Raca-prens-şehzadeden önceki.) Bir gece önce, geldiklerinden beri hemen hemen iki gecede bir işittiğim, birinci kattan bile duyulacak kadar şiddetli kavgalardan birini daha etmişler, kadıncağız “tamam aşkım, n’olur vurma aşkım” diye evin bir ucundan diğer ucuna koşturmuş durmuştu. Darbe ve kırılan eşya seslerinin haddi hesabı yoktu. Ve cani adamın gür sesiyle ettiği küfürlerin.

Bu çift benim alt katıma taşınalı birkaç ay olmuştu. Kadın çok genç ve güzeldi. Adamla bir ya da iki kere asansörde karşılaşmıştım. Orta yaşlı, çok uzun boylu, kibar bir beyefendi görünümündeydi. Çok yeni bir bebekleri vardı. Taşındıklarında yirmi günlüktü. Yani kadın da yirmi günlük lohusa idi. İlk birkaç günden sonra hiç bitmeyen darp olayları başlamıştı bile. O aralar ben İnci Ertuğrul’un öğleden sonra kuşağındaki programını izliyordum. Anneleri evlatlarıyla kavuşturur, dargınları barıştırır, kayıp yaşlıları bulurdu. Benzerleri gibi bir programdı ama İnci Ertuğrul’u önce anneme benzediği için, sonra onun o çok samimi, yapmacıksız, etrafını kırmaktan çekinen naif tarzını, yeri gelince haksızlığa karşı sesini çekinmeden yükseltmesini çok severdim. Bir de çok üzüldüğü zaman, ağlamak için değil ağlamamak için uğraşır, gözyaşlarını tutamadığı zaman da çirkinleşir, yüzü gözü kırışır, o ise aldırmazdı. (Ağlamayı marifet sayan, göz yaşlarını avuçlarıyla silen tayfadan değildi.) Her neyse o ara bu programı seyrederken hep bu kadıncağızı düşünür, gidip omuzlarından sarsmak, kaç kurtul bu adamdan diye bağırmak isterdim. Bunu hatırlamak korkumu biraz hafifletmişti. Belki bu yolda bir şeyler söyleyebilirdim. O cani gündüz vakti neden evde olsundu.

Tüm bunları aklımdan geçirirken, bir yandan da çabucak hazırladığım muhallebiyi bir kaseye doldurdum (bebek için) ve inip kapılarını tıklattım. Salonun ortasına bir soba kurmuşlardı. Bebeğin yatağı sobanın yanındaydı. Aslında apartman kaloriferliydi ve güzel de ısınıyordu. Evde hanımın kız kardeşi de vardı. Her ikisi de eşarplarını kulaklarının arkasına sıkıştırmışlardı. Etrafıma göz attığımda gördüğüm yeni evli bir çiftin bol cilalı ve bol dantelli eşyalarıydı. Her taraf el yapımı çeyizlerle doluydu. Öğrendiklerimi duyunca bu çeyiz içimi acıttı doğrusu.

Çift nikahsız yaşıyordu. Kızın anne ve babası kandırılmıştı. İmam nikahı kıyılmış, adamın son mahkemesinden (boşanma) sonra da güya resmi nikah kıyılacaktı. Ama düğünden sonra adamın boşanmaya niyeti olmadığı ortaya çıkmıştı. Ve, kelimenin tam anlamıyla bir psikopat olduğu. Kadıncağız bana adamın kaç evlilik yaptığını ve kaç çocuğu olduğunu nüfus idaresinden nasıl öğrenebileceğini soruyordu. (Nedenini bilmiyorum.) Tüm bunları boş vermesini, çocuğu alıp ailesinin yanına dönmesinin en doğrusu olduğunu söylediğimde ağlamaya başladı. Ailesi kabul etmiyordu. Çok iyi bildiğimiz bir yaşam klasiğini bir de ondan dinledim. Bu arada vücudunun gösterebildiği her yeri çürük içindeydi. Hamileyken de çok dayak yemişti. Adamın işkence yöntemleri çok çeşitliydi doğrusu. Bir gece önce kocasının kendisini banyoya sokup zorla ağzına şampuan, arkasından da duşla su doldurduğunu anlatırken kız kardeşi de göz yaşları içinde kendisini dinliyordu. İnanılır gibi değildi içim acımıştı. Kadın sığınma evlerinden bahsettim. Kadınların eskisi kadar çaresiz olmadığından, iş bulup rahatlıkla çocuğuna bakabileceğinden bahsedip güçlü ve cesaretli olması gerektiğini isterse elimden gelen yardımı yapabileceğimi söyledim.

Gözlerinde yaşlarla iki kardeş anlattıklarımı dinliyorlardı. Onlar dinledikçe ben coştum, yüreklendirmek adına uzun uzun konuştum... konuştum... Tepeden tırnağa İnci Ertuğrul kesilmiştim. Her ikisi de hayran hayran izliyorlardı. Genç kadın ben bir nefes almak için duraklayınca, “ ne iyisin abla, hem de güzelsin, çok da kültürlüsün. Kimbilir abi nasıl seviyodur seni” dedi. Afalladım. “Ne abisi, abi de kim?” “Kocan, abla.” Hiç beklemiyordum bunu doğrusu.”Ben evli değilim” dedim. Şaşırmıştı. Sen de mi imam nikahlısın yoksa ablacım” İyice titizlenmiştim. “Ne imam nikahı canım, olur mu öyle şey!” Gözleri faltaşı gibi açıldı. “Yani senin kocan yok mu???” Artık eni konu sinirlenmiştim ben de. Sert bir şekilde “yok.” dedim. “Peki hiç mi olmadı???” “Olmadı.” İki kardeş şaşkınlıkla birbirlerine baktılar sonra ikisi birden bana dönüp incelemeye başladılar. Kendi dertlerini unutmuş, yoğun bir acıma hissiyle bana bakarken bir yandan da dizlerini dövmeye başladılar “Vah ablacım vaah vah.” dedi yeni gelin, diğeri de başını sallayıp onaylarken “sen benden de bahtsızmışsın anacım.”

Böyle bir durumda bu bayanlara, söylenecek sözü, verilecek cevabı olan varsa buyursun söylesin. Ben tek kelime bile bulamadım doğrusu. Nutkum tutuldu. Öyleceee bakakaldım yüzlerine.

İnanılır gibi değil öyle değil mi. En ufak bir mizah öğesi ya da bir kelime bile ilave etmeden anlattığım bu şeyi ben yaklaşık iki sene önce yaşadım. Tastamam aynısını yaşadım. Yorumu dostlara bırakıyorum.

Hep sevgiyle kalalım…

Ağır İşçi  

Posted by Asuman Yelen in , , ,


Biraz önce birikmiş gazeteleri toplarken gözüme çarptı. 5 Eylül tarihli bir gazeteden kestim.
Hiç yorum yapmaya gerek yok. Yavruya bir göz atmak yetiyor. Öyle değil mi?

Sevgiyle...

Yağmurun Hatırlattıkları 3  

Posted by Asuman Yelen in , , , , , ,


SELİMPAŞA

Anadolu’dan İstanbul’a döndüğümüzde, annemin ilk işi; Laleli’ de büyük eski, ahşap bir konağı (Ablam ve benim doğduğum) paylaştıkları eski ahbaplarını bulmak olmuştu. Bediş Teyze, Selma Teyze, Kıymet Teyze aklımda kalanlar. Sık sık bize gelirlerdi. Bu ziyaretlerinden birinde Kıymet Teyze annemi yine göz yaşları içinde bulunca “Yoo, bu böyle olmayacak, size bir hava değişikliği şart” dedi otoriter bir tavırla. O eşini çok önce kaybetmişti. İstanbul’ da sekiz tane kız yetiştirmek, bunu yaparken bir yandan da kocasından kalan arsalarla bostanlarla ilgilenmek, evin geçimini temin etmek, onun atak, becerikli, aklına koyduğunu yapan bir kadın olmasını sağlamıştı. Kendisinden çok yaşlı eşinin önceki karısından olan ilk dördünü evlendirmiş, (hepsi de birbirinden güzeldi) her biri birimizle yaşıt diğer dördünü de yetiştirmekle meşguldü. Kızlar da İstanbul’ da büyüdükleri için bizden rahat, bakımlı, hepsi de girişken tiplerdi.

Birkaç gün sonra Kıymet Teyze daire kapısından girerken “hadi bakalım hazırlanın Selimpaşa’ ya gidiyoruz “ dedi coşkulu bir sesle. Annem “ ne... nasıl olur... hemen mi... ama..." gibi sözcükler mırıldanırken ve biz “hadi anne, n’olur anne, lütfen anne” diye yalvarırken “hiç boşuna çenenizi yormayın, ben evi tuttum kaporasını verdim bile” dedi Kıymet Teyze, otoriter bir sesle. Annem için çok farklı bir durumdu. Babamın yanında, ona sırtını dayayarak yıllarca yaşadıktan sonra kendi başına karar verme zorunluluğu gözünü korkutmuştu besbelli. Bizler tabii çok sevinmiştik.

Hareket günü geldiğinde, kılık - kıyafet, tencere – tabak, yorgan - yatak bir kamyona doldurduk, gençler ve çocuklar dampere eşyaların arasına doluştuk. Eğlenceli bir yolculuktan sonra Selimpaşa’ ya ulaştık. 1966 yılıydı. Selimpaşa henüz bostanları tarlaları, ahşap, tuğla evleri ve birkaç "Camping"iyle çay bahçeleri ve bir yazlık sinemasıyla şirin bir sahil köyüydü.

Kamyonumuz ahşap iki katlı bir evin önünde durdu. Operasyonun başlaması için kamyonun arkasında gizlenmiş bir vaziyette bekledik. Konu şuydu. Kıymet Teyze, evin halini görünce evi vermeyeceğinden korkup (bastığımız yer sallanıyordu) çocuk sayısını söylemeye çekinmişti. Annemle ikisi onu sorularla lafa tutup oyalarken biz teker teker içeri sıvışacaktık. Önce ağabeyimin yardımıyla Göksel ve Rayegan indi kamyondan ve hızla içeri sızdılar. Sonra sırayla bizler. Ev sahibemiz selametle uğurlandı. Eşyalar içeri taşındı. Alelacele bir şeyler yendi. Sonra doğru denize. Ev denize çok yakındı. O zamanlar deniz tertemizdi. Sahil de da mis gibi kum. Ne çok top oynadık orada. Ev sahibinin çocukları da katılırdı bize.

Sonradan ev sahibemiz Camping teyzeyle çok sık bir araya geldik. Fransa'dan gelip oraya seneler önce yerleşmiş tipik bir Selimpaşa yerlisi olmuştu. Bazı akşamlar bize Fransızca şarkılar söylerdi. Çok komik bir kadındı. Oradaki Camping de çalışmış uzun süre, galiba ona bu ismi orada koymuşlardı.

Selimpaşa’da o yaz çok güzel bir ay geçirdik. Biz kızlar yüzmeyi orada öğrendik. Ağabeyimin çok yakın bir arkadaşı da katıldı. Çok komik bir çocuktu. O ne yaparsa gülerdik. Ev her adımımızda sallanıyordu. Ama camın önündeki sedire oturduğumuz vakit bir geminin kaptan köşkünde, denizin içindeymişiz hissine kapılırdık. Gündüzleri yüzdük. Annemin, Kıymet teyzenin yaptığı yemekleri börekleri iştahla yedik. Kıymet teyzelerin karpuz tarlalarına daldık. Başımızı ortasından yardığımız karpuzlara gömdük. Geceleri sahilde, çay bahçelerinde dolaştık. Yazlık sinemada, inek böğürtüleri, koyun melemeleri arasında romantik filmler izledik. Geceleri, ablamla fısır fısır sohbetler ederken radyodan müzikler dinledik. (Nedense o günlerden aklımda en çok Peppino di Capri’ den Roberta kalmış). Biraz olsun dertlerimizi unuttuk. Annem o ağır yas havasından ve biz kızlar da taşralı çekingenliğimizden biraz olsun sıyrıldık çıktık. İstanbul’ a annem biraz daha güvenli ve hayata bağlı, biz kızlar da biraz daha bakımlı, havalı ve öz güvenli olarak döndük. Kıymet teyze o sene bizi Selimpaşa’ ya götürmekle çok doğru bir iş yapmıştı. Kendimizi bulma yolunda bana ve ablama (özellikle) önemli bir başlangıçtı.

Selimpaşa sonradan çok gelişti (!) . Tam bir tatil sitesi hüviyetine büründü. Birkaç kez o sitelerde de kaldım ama l966 yazındaki o yarı çocuk ama yine de genç kız tadımdayken yaşadığım havayı bir daha yakalamam imkansızdı tabii.

Bu sefer çok değişik bir şey oldu. Çok kötü bir yağmur felakete dönüşmüşken ve beni fena halde üzmüş iken, bir yandan da aldı çok eski, çok güneşli çok güzel günlere götürdü. Tabii ki hemen o günlerde, sıcağı sıcağına değil. Yine bu yüzdendir ki yağmurun hatırlattığını bu sefer üzerinden bir hafta geçtikten sonra yazabildim.

Bu anıyı belleğimde yeniden yaşadıktan sonra Selimpaşa'nın bu halini görmek beni fena halde üzmekte hatta öfkelendirmekte. İnsanın gerçekten isyan edesi geliyor. Her şey gerektiği gibi yapılandırılsaydı bu fotoğraflar olmayacaktı.

Umarım Selimpaşa'da ve tüm felaket beldelerinde gerekenler hemen yapılır, yaralar çabucak sarılır, tüm bu hatalar telafi edilir ve bir dahaki şiddetli yağmurda tüm bunların olmaması için gereken tüm tedbirler alınır.


Hep sevgiyle kalalım.

Şiir Defterimden  

Posted by Asuman Yelen in , ,



Sevgili arkadaşım Çınar, blogunu güzelim tebrik kartlarıyla donatmış. Hepsi birbirinden hoş.
Yorumlarımızda bayram kartlarının güzelliğinden söz ettik. Herkes aynı özlemi paylaşmakta gerçekten. Kartların, mektupların, zarfların yeri hiç dolmuyor. Ben de aklıma geliveren bir şiirin
ilk kıtasını yazdım yorumuma. Aynı dönemin (hemen hemen) gençleri olarak çok sevdiğimiz bu şairin bu şiirinin devamını merak etti sevgili Çınar. Ben de yorum sayfasını uzun uzun işgal etmemek adına kendi bloguma yazıyorum.

İLK MEKTUP



Bu sıcak merhaba dost yadigarı!
Esen rüzgar, yağan karın içinde...
Sezdim can evime gelen baharı,
Yeşil yeşil satırların içinde...



Bu sabah dualar göklere ermiş;
Felek bir kez daha bize şans vermiş.
Şiirler sultanı ilham göndermiş
Yeşil yeşil satırların içinde...



Sildi yasakları daha ilk yudum.
Gerçeğin dar çemberinden kurtuldum.
Ben seni ararken kendimi buldum
Yeşil yeşil satırların içinde...



Artık hiç dinmesin bu rüzgar, bu kar,
Hiç geçit vermesin isterse dağlar!
Gönülden gönüle gizli bir yol var
Yeşil yeşil satırların içinde...




BEKİR SITKI ERDOĞAN



Yeşil yeşil satırları özleyen tüm dostlara bayram armağanım olsun...

Şeker Bayramı  

Posted by Asuman Yelen in , , ,



Tüm blog dostlarımın ve bütün insanların yaşamlarının, bayram güzelliğinde ve şeker tadında olmasını diliyorum.... veee....



Her zamanki gibi,


Hep sevgiyle kalalım


Diyorum...

Olgunluk ve Hoşgörü  

Posted by Asuman Yelen in , , ,

Hoşgörü...

Ne kadar mükemmel bir kavram. Anlamına bakalım: Her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görme durumu, müsamaha, tolerans. Ne zaman gerekir? Tabii ki hoş olmayan bir şey yapıldığı, ya da hoş olmayan bir şeye sebebiyet verildiği zaman. Kimler yararlanır? Bu hoş olmayan şeyi, pek de farkında olmayarak yapan ya da bu hoş olmayan duruma cahilliği, aptallığı yüzünden bilmeden, hadi abartmayalım bazen de bir anlık kızgınlığı yüzünden bilerek sebebiyet verenler.

Bu kavramla ben ortaokulun başlarında karşılaştım. Çalışkan bir öğrenciydim. Gözlerimden uyku da aksa, yüzümü yıkar ödevlerimi bitirir, karnıma ağrılar girene kadar sınavlara hazırlanır öyle giderdim okula. Sınav kağıdımı hiç kapatmazdım ama kopya vermek için kendimi de riske atmazdım doğrusu. Ablalar ağabeyler (görmüş geçirmiş olanlar) arkadaşlarıma karşı daha “hoşgörülü” olmam gerektiğini küçümser bir tavırla söylediler. Çok utanmıştım ve gereğini yapmaya başladım. Sonraları öğrendim ki ben, o zamanlar kendimi çocuk sanıyormuşum ama bir “inek” mişim meğer. Uzun zaman da bu utancı yaşadım.

Çalışma hayatıma başladığımda anladım ki, uzun bir törpülenme sürecine girmişim. İlk çalıştığım bankada bir kumaşçı müşterinin yılbaşı hediyesi olarak getirdiği (içinde kumaş olan) süslü paketi “özür dilerim, prensip olarak hediye kabul etmiyorum” diyerek (babamdan öyle görmüştüm) geri verince, birbirlerine kumaşlarını göstermekte olan arkadaşlarım aniden sustular sonra bir kahkaha koptu. Bir arkadaş, tek paketle şaşkın kalakalmış olan çocuğun elinden hediyemi alıp getirdi, masamın üzerine koydu. Hala gülüyordu. Hemen paketi çekmeceme koydum. Çok utanmıştım, arkadaşlarım kızıp alınmadılar. Biraz gırgır geçtiler o kadar. Bana “ hoşgörü” lü davrandıkları için onlara minnettar olmuştum. Yavaş yavaş olgunlaşmaya başlıyordum. Yılbaşı hediyesi reddedilmezdi. Yaptığım büyük bir ayıptı. Sonra bu hoşgörüyü kaybetmemek için elimden geleni yaptım. İşim bitmemiş de olsa saat beş olunca işi bırakmak gibi. Bu tarz ufak tefek kaçamaklar gibi. Arkadaşlarıma hoş görünmek adına.

Birisine hoşgörü göstermek için belirli bir olgunluğa erişmek gerektiğini biliyoruz. Peki olgunlaşmak ne demektir? Bakalım: (insanlar için) bilgi, görgü ve hoşgörüsü gelişmiş olmak. Görüldüğü gibi olgunluk ve hoşgörü iç içe iki kavram. Peki şimdilerde bu işler nasıl yürüyor? Olgunlaşma nasıl gerçekleşiyor, hoşgörüden kimler yararlanıyor.

Nasıl başladığını kendi okul deneyimimden yola çıkarak anlattım. Çalışan çalışmayanı hoş görecek. Zamanla çalıştığından utanmaya başlayacak. Bir uyum süreci ve sonuç: Herkes kopya çekecek. Bu, iş yerinde de aynı. Birileri çalışacak, birileri kaçamak yapacak. Herkes diğerini hoş görecek. Kimileri altı olunca çekip giderken birileri gece yarılarına kadar çalışacak. Çalışan bir gün sabah iki dakika geç kalıp azarlanacak ve bu hoşgörüsüzlük yüzünden geç de olsa dersini almış olup, görmüş geçirmiş çalışanlar arasındaki yoz yerini alarak kendi olgunlaşma sürecini tamamlamış olacak. Bu böylece sürüp gidecek.

Süreci incelediğimizde görüyoruz ki olgunlaşmak dediğimiz şey “çürüme”ye dönüşmüş, hoşgörü kavramı da yerini sınırsız bir “sineye çekme “ ye bırakmış. İnsanlar da buna iyiden iyiye alışmış durumda. Artık hanımlar arasında şöyle diyaloglara sıkça tanık oluyoruz. “Kaçakçının hanımı bu gün çok şıktı” ya da “hortumcununki yine takmış takıştırmış.” Cahiller “imparator” olmuş, “diva” adı altında biri baş köşeye kurulmuş konuşuyor ha bire, sanırsınız “Budha”. Suç bizde tapıyoruz onlara. Biri çıkıyor her gün beste yapıp söz yazıyor bunu tuvalette bile yaptığını söylüyor alay ederek ve biz onu yere göğe sığdıramıyoruz.

Tüm bu talan – yalan güruhu, bize karalar çalmış, bizi mahvetmiş de olsa, bize ya da sevdiklerimize en büyük kötülüğü de yapmış olsa, yalanlarıyla başımızı da döndürse, paramızı gasp edip bizi soyup soğana da çevirse, garip bir şekilde ona bir toz dahi gelmesine izin vermiyor, ona dil uzatana, parmak sallıyor, yüksek sesimizle onu sindirmeye çalışıyoruz. Onlar başımızın tacıdır çünkü. İyiler yok oldukça kalan sağları daha çok benimsiyor, bağrımıza basıyoruz.

Bu sefil düzen öylesine almış başını gitmektedir ki, bu süreçten kendini korumaya çalışanlar, bunu bir nebze olsun başaranlar kenarlarda, köşelerde, suskun, yalnız, sevilmeyen tipler olarak yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Görmüş – geçirmiş olgun kesimin hoşgörüsünden yoksun, anti sosyal, antipatik tipler olarak umarsızca ömürlerini tüketip, yitip gidecekler.


Eğer tek umudumuz sevgi, kendisinden beklenen mucizeyi gerçekleştiremezse...


Hep sevgiyle kalalım...

Sonbahar şiirleri 2  

Posted by Asuman Yelen in ,


Güz Günü

Tanrım: zamanıdır şimdi. Yaz çok müthişti.
Güneş saatinin üstüne bırak gölgeni,
ve estir tarlaların yellerini.

Emret son meyvelere olgunlaşmayı;
güneysi iki gün daha ver onlara,
davet et onları tamamlanmaya
ve devam ettir ağır şarabın son tadını.

Şimdi yuvası olmayanlar, kuramayacaklar bundan sonra.
Şimdi yalnız olanlar, daha bir hayli yalnız kalacaklar,
bakacaklar, okuyacaklar, uzun mektuplar yazacaklar
ve caddede bir aşağı bir yukarı huzursuzca
dolanacaklar, sürüklenirken yapraklar.

Rainer Maria Rilke (1875-1927)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Doğum Günü  

Posted by Asuman Yelen in , ,




Senelerce önce bu gün Şişli Etfal Hastanesinde annenin bir tanesi, babanın prensesi olarak dünyaya geldin. Bir prensten beş yıl sonra, çok güzel bir armağandın. Bu yüzden belki adını Armağan koydular. Küçük güzel yüzün, kara ceylan gözlerinle zarif, naif bir bebektin. Tam yirmi ay sevgili yuvanda mutlu bir bebek olarak yaşamını sürdürdün.

Hiç beklenmedik bir zamanda, hiç de gerekli değilken giriverdim hayatına bir yaz günü. Eminim ilk anda bütün keyifler kaçtı. Memur bir aileye, hele mükemmel çocuklar yetiştirmeye kararlı ebeveyne bu çok gelmişti. Maddi ve manevi yetemeyeceklerinden korktular. Sende ise hiç keyif kalmamıştı. Tostoparlak bir bebeği burnuna burnuna uzatıp işte kardeşin sev diyorlardı durmadan.

Sen kederinden eriyip iğne ipliğe dönerken, ben, her şeyden habersiz, yiyip-içip etrafa gülücükler saçıyor, ha bire de semiriyordum. Sen mutsuz, ben gamsız böyle bir zaman geçirdik. Sonra ne oldu, nasıl oldu ben de anlamadım, biraz benim vahşi orman cazibemin, en çok da dünyanın en mükemmel anne-babasının sayesinde seninle ben birdenbire harikulade bir “düetto” oluşturuverdik.

Bu çok güzel bir beraberlikti. Ahşap Anadolu evlerinin tahta merdivenlerinde oturur bez bebeklerimizle oynardık. Sonra Rayegan geldi. O bizim mükemmel et bebeğimizdi. Zavallıyı ne çok hırpalardık farkında olmadan. Sonra sen okula başladın. Ben de evde öğrendim seninle okuma-yazmayı. Resimler çizerdik kağıtlara. Kabarık elbiseli kız resimleri. Sonra oyunlar… oyunlar. Sen Elizabeth oldun, ben Margaret. Ben Tommiks oldum sen, Çelik Blek. Sokakta, okulda, müsamerelerde hep el ele.

Sonra İstanbul. Seninle birlikte gençliğe adım atışımız. Sen biraz geciktin, ben sana uyum sağladım. Böylece birlikte büyüdük. İlk topuklu pabuçlarımız, ilk naylon çoraplarımız. Makyaj yapmaya birlikte başladık. Okulu birlikte kırdık. (Hatta bir keresinde anneme yakalandık.) Hayallerimiz, umutlarımız, zevklerimiz aynıydı. Endişelerimiz, korkularımız da.

Neredeyse yarım asır. İyisiyle kötüsüyle. Acısıyla tatlısıyla. Kaybettiklerimizle, yeni katılanlarla. Ne çok şey yaşadık. Çok fazla üzüldük. Sen bir de ablalığın getirdiği sorumlulukla bizden biraz daha fazla yıprandın. Hiç belli etmemeye çalışsan da biz anladık. Biraz da geç anladık galiba. Ve hassas ruhun, naif bünyen daha fazla kaldıramadı tüm yaşadıklarımızı, yaşadıklarını.


Sonuna kadar birlikteydik. En sonuna kadar. Ve bir gün yine bir araya geleceğiz. Rayegan ve ben, bu gün bu hayata, sabırla ve güler yüzle, bu ümit ve bu inanç içimizde var olduğu için katlanıyoruz. Katlanacağız.

Senin de bulunduğun yerde huzurlu olmanı diliyoruz.



Doğum günün kutlu olsun…

Sonbahar şiirleri 1  

Posted by Asuman Yelen in ,





Güz

Yapraklar düşmede bilinmez nerden,
Gökkubbede uzak bahçeler bozulmuş sanki
Yapraklar düşmede gönülsüz
Ve geceler ağır dünyamız kopmuş gibi yıldızlardan
Kaymada yalnızlığa
Hepimiz düşmedeyiz, şu gördüğün el düşüyor
Nereye baksan hep o düşüş
Ama biri var ki bu düşenleri tutuyor yumuşak ve sonsuz.

Rainer Maria Rilke

Yağmurun Hatırlattıkları 2  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,

13 yaşındaydım ve çok yalnızdım.

Yüzlerce yaygaracı, neşeli, yabancı kızın dörder beşerlik gruplar halinde, çığlıklarla konuştuğu kocaman bir okul bahçesinde bir köşede, acılı, ürkek öylece bekliyordum. Sabahın erken bir saati, hava alacakaranlıktı, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Lacivert yağmurluğumun kollarından, eteğindan aşağıya sular süzülüyordu. Arada şimşekler çakıyor ve ben deli gibi korkuyordum. Bu kızlardan, çıkardıkları korkunç gürültülerden, onların arasındaki yalnızlığımdan korkuyordum. Onları dehşetle izliyordum. Zaman zaman koşarak ve çığlıklar atarak yeni biri katılıyordu aralarına. Diğerleri de bağıra çağıra yeni gelene sarılıp öpüyorlardı. Sesler bir perde daha yükseliyor, ben biraz daha ürküyordum. Onlar bağırdıkça benim yalnızlığım, onlar kahkahalar attıkça benim kederim artıyordu. Ablamla beni dolu gözler ve hayır dualarıyla kapıdan uğurlayan annemi, bir daha hiç göremeyeceğimi (hala kabullenemesem de) bildiğim babamı özlüyordum. Bu karanlık, uğursuz, gürültülü, yabancı bahçeden kaçıp kurtulmak istiyordum. İlkokula hem de altı yaşımı bile doldurmamışken başlayan ve o gün güle oynaya annemin elini bırakıp diğer çocukların arasına karışan ben, hemen her sene şehir ve okul değiştiren ben, o gün, hemen o an, arkama bile bakmadan, bir daha dönmemecesine orayı terk etmek istiyordum.

Annem: “Fatih Kız Lisesi’ ne gideceksiniz kızlar ” demişti. Beni hiç de heyecanlandırmayan kısacık anlamsız bir cümleydi. Hiç fark etmezdi. Her şeye karşı ilgisiz, mutsuz, içine kapanık bir çocuktum. Bunların hepsinden de öte kızgın bir çocuktum. İstanbul’a; onun kalabalık vapurlarına, turnikesine sıkıştığım kalabalık iskelelerine, büyük gürültülü caddelerine, hiç tanımadığım insanlarına, annemin akıttığı gizli gözyaşlarına, içinde babamın yaşamadığı bu eve, her şeye kızgındım. O, biraz yapay bir heyecanla giyeceğimiz formayı tarif ediyor, okul binasını, büyüklüğünü, temizliğini ballandırarak anlatıyor da anlatıyordu. Özlemle Mersin’ deki ahşap ortaokulumuzu hatırladım. Mutlu, çok başarılı bir öğrenciydim. Matematik mümessili seçilmiştim. Okulun salon duvarında büyük bir resmim vardı, sınıf birincileri arasında. Kız erkek sevgi dolu güzel arkadaşlarım vardı. O dönemde arkadaşlar (kız ya da erkek) karşılaşınca tokalaşırlardı . Her an her dakika öpüşme adetini İstanbul’da görüp çok yadırgamıştık. Herkes birbirini tanır severdi. Öğretmenlerimiz canla başla anlatırlardı. Öğretene kadar uğraşırlardı. Sıralarda iki kişi otururduk ve sınıflarda öğrenci sayısı kırkı geçmezdi.

Kayıtlar yaptırıldı. Formalar diktirildi. Ayakkabılar alındı. O gün geldi çattı. İki kardeş evden çıktığımızda hava zifir karanlıktı. Hem sabah çok erkendi, hem de çok şiddetli yağmur yağıyordu. Kol kola girdik. Lacivert imperteks pardösülerimiz sürtünmenin etkisiyle hışırdadı. Durakta lacivert ve kahverengi imperteksli bir sürü kız vardı. Gelen otobüse onlarla birlikte sürüklendik. Sıcak otobüsü yoğun bir naylon kokusu sarmıştı. Bir de naylon hışırtısı. Okul kapısından elele ve ürkerek birlikte girdiğimiz ablamdan, bir anonsla lise ve ortaokul taraflarına ayrıldık. Artık ikimiz de yalnızdık.

Konuşmalar yapıldı, İstiklal Marşı söylendi ve uğultulu bir dalganın içinde loş koridorlardan geçerek kocaman loş bir sınıfa doluştuk. Kapalı salonda çığlıklar yankılanıyor, herkes birbirini selamlıyor kankalar sarmaş dolaş, yüksek sesle özlemlerini dile getiriyorlardı. Sevinçten ağlayanlar bir uçtan diğer uca seslenenler, zıplayanlar, herkes coşkulu, herkes mutluydu. İliştiğim sırada tek başıma, şaşkın, mutsuz, umutsuz, öfkeli, bir oraya bir öbür tarafa bakıp duruyordum.

O senenin sonunda Ortaokul bitirme sınavında Matematikten bir tek ben on almıştım. Bunu övünmek için söylemiyorum. Şaşılacak olanı, Matematik hocamızın, kim bu Asuman acaba diye beni hatırlamaya çalışmış olmasıydı. Sınıfımızda doksan kişinin üstünde öğrenci vardı. Öğretmenler sesini duyuramaz, bu yüzden kağıttaki çözümü tahtaya geçirir çıkarlardı. Giderek derslere olan ilgimi yitirip vaktimi büyük okul kütüphanesinde şiir kitapları arasında geçirmeye başladım. Baudelaire, Lamartine, Coppee, Maria Rilke şiirlerini orada buldum okudum ve sevdim. Düşe kalka yürüttüğüm okulumu tam yüz kişilik son sınıfımızdan mezun olarak bitirdim.

Çok karanlık çok kasvetli bir günde çok mutsuz olarak başladığım bu okulu sonradan sevdim mi? Evet diyemem. Nefret ettiğimi de söyleyemem. Bazıları ile hala görüştüğüm güzel arkadaşlarım oldu. Bir sürü de hoş anım. Ama Eylül ortalarında yağan her şiddetli yağmurda hava da karanlık ise o şaşkın, taşralı, üstlerine bol ve biraz da uzun gelen (seneye de giysin telaşıyla alınmış) lacivert yağmurluklu sıska iki kız kardeşi, 90 no.lu Çarşamba (Draman) otobüsünün içine yayılan naylon kokusunu ve o gün hissettiğim öfke dolu yalnızlığı asla unutamam.

Zeliş  

Posted by Asuman Yelen in , ,




“Bu sefer onun için her şey çok daha zor olacak” dedi kız kardeşim. “Bu onun taşınacağı dördüncü ev, tabii o da bulabilirsen.” Bu sefer yanında sen de olmayacaksın. Koray içini çekti. “Şaka bir yana korkmaya başladım. İster misiniz Zeliş’ i barınağa vermek zorunda kalalım?” Koray’ın endişesi dalga dalga hepimizi sarmaya başlamıştı.

Üniversitede okumaya başladıktan sonra, yalnız yaşamaya karar verdiği ve evine yerleştiği andan itibaren, Koray, eline geçen ilk fırsatta uzun zamandan beri uygulamayı düşündüğü planı hayata geçirdi, yani gitti bir kedi alıp evinin baş köşesine oturttu. Ona Zeliş adını verdi. (Bence ismi de çok önceden hazırdı.)

İkisi birlikte koca evde çok mutluydular. Koray hiç bocalamadan, zora düşmeden pek ala yürüttü bu birlikteliği ve “bize güveniyor” “başımıza işler açacak” diye korkan bizler, aşısından kumuna, yeminden yatağına her şeyi böyle güzel kotarınca doğrusu rahat bir nefes aldık. Okula gitmeden önce yemini suyunu koyuyor, akşam dönünce onunla oynuyor, evde kalmadığı zamanlar için de önceden her şeyini bolca hazırlayıp öyle gidiyordu. Zeliş, çok mutlu ve bir o kadar da oburdu. Kısa zamanda bir tosuncuk oluvermişti.

Derslerin giderek ağırlaşması, okulun eve çok uzak olması faktörlerine bir de yalnızlığın yavaş yavaş ağır gelmeye başlaması, Koray için birkaç arkadaşının birlikte yaşadığı okuluna yakın bir eve taşınmayı zorunlu hale getirince, evi boşaltıp, eşyalarının bir kısmı ve Zeliş’ le birlikte yeni evlerindeki odalarına yerleştiler. Bir apartman dairesinde özgürce dolaşmaya alışkın kedicik (o azmana ‘cik’ takısı hiç uymasa da) tek bir odaya tıkılınca neye uğradığını şaşırdı tabii. Koray ve arkadaşları yaklaşık bir ay ona hayatı yeniden sevdirmek ve böylece kaçan huzurlarını bulmak için uğraştılar.

Okullar bitip mezunlar teker teker ayrılmaya başlayınca, bir başlarına kalan Koray ve tek arkadaşı kirayı ödeyemediklerinden daha ucuz ve daha küçük bir eve taşınmak zorunda kaldılar. Tabii Zeliş de birlikte. Kızımız bir bunalım da orada yaşadı doğal olarak. Bir yıl kadar da öyle geçti.

Mezuniyet ve birkaç iş denemesinin ardından nihayet askerlik geldi çattı. Adı kısa dönem de olsa bu sürenin, Zeliş için çok uzun ve çetin bir dönem olacağını tahmin etmek hiç de zor değildi. Özellikle evlerinde sürekli değişen en az 4-5 kedi (hasta ya da ameliyatlı veya hamile ya da lohusa) bulunan kız kardeşim ve eşi için. Tabii ki o bir avuç zavallı hasta kedi, Zeliş gibi bir azmanla asla olamazlardı. Bende de Paçoz olduğu için almam imkansızdı. Evlenen arkadaşlarının eşleri, bekar olanların ev sahipleri istemiyordu. Babaannen diyecek olduk, ümitsiz bir sesle “aklınıza bile getirmeyin” diye tısladı. Ona göre en imkansızı da oydu.

Sabahat Teyze, seksenini aşkın namazında niyazında bir ihtiyardı. Hayattan elini eteğini çekmemiş, görmüş geçirmiş, sürekli haber dinleyen, her konuda belli fikirleri, kendine göre bir espri anlayışı da olan bir kadındı. Koray onun eline doğmuştu ve çocukluğunda ablamdan daha çok emeği geçmişti bu torununa. Korayı gerçekten çok severdi ve onun için yapmayacağı şey yoktu. Eve bir kedi sokmak dışında. Kendince haklı nedenleri vardı tabii. Bazan telefonla konuşurken bana sorardı. “Paçuz n’apıyor?” “ Birlikte sabah tostlarımızı yedik oturuyoruz.” Cevap gelirdi . “Uyyş bir bardak da çay verseydin bari.”

Çaresiz kalınca, askere gitmeden bir gün önce, Koray, Zeliş’ i, içinde yaşamaya alıştığı kafesiyle birlikte babaannenin salonuna, bir yere götürecekmiş gibi bıraktı, ertesi gün kadının elini öpüp kapıdan çıkarken, tuzağı anlayan Sabahat Teyzem, “uyyy ben bunu nidecem Korray al bunu da askere götür edemem ben oğlum, nice iş açtın başıma böyle” diye bağıra dursun, asansör çoktan aşağı varmıştı bile.

Sonra ne mi oldu. Zeliş’in babaanneyi tavlaması sadece bir gün sürdü. Koray telaşla ilk fırsatta birliğinden babaanneyi aradığında, bize sonradan naklettiğine göre, Koray’a hatırını bile sormamış. Kızgınlığından değil. Habire Zeliş’ten bahsetmiş. Ama nasıl bir heyecan ve muhabbetle. Zeliş şimdi kucağımda. Zeliş düşmesin diye… Zeliş yesin diye diye onun için yaptıklarını anlatmış durmuş. Bayram izninde geldiğinde (sadece 1 ay sonra yani) Zeliş Koray’ın yanına bile gitmemiş. Gece babaannenin yanında yatıyor, gündüz kucağından dizinin dibinden ayrılmıyormuş. Sabahat Teyzem ona özel olarak tavuklar etler pişiriyormuş.

Koray askerden döndü. Şimdilik iş bulana kadar orada kalıyor ve ilerde Zeliş’ i babaannesinden nasıl alabileceğini kara kara düşünüp duruyor. O ise kendinden son derece emin bir tavırla “ben Zeliş’ imi kimselere vermem. O beni hayata bağlayan, ahir ömrümde canıma can katan, gelmesini hiç ümit etmediğim son torunum” diyor. Diyor da başka bir şey demiyor.

Hayvan sevgisi böyle bir şey işte.



Hep sevgiyle kalalım…

Tehlikeli İlişkiler  

Posted by Asuman Yelen in ,



Uzunca bir bankamatik sırasında bekliyorum.

Biraz ilerdeki marketin önünde duran birkaç masadan birinde iki kişi oturuyor ve hayli yüksek sesle yaptıkları konuşmalarından anne - kız oldukları hemen anlaşılıyor. Bu gün işittiğim bu diyalogun her kelimesi aklımda. Kalmayacak gibi değil çünkü. Unutacağımı da sanmıyorum.

“Beni yine aptal yerine koydun. Ulan ben sana demedim mi önce bana sormadan hiçbir şey yapma diye.”

“Ama bir dinle. Hiç sandığın gibi değil. Ben telefonda ona dedim ki…” Diğeri dinlemiyor.

“Kabahat bende. İplerini çok gevşettim. Hoşlanmıyorum ondan, konuşmayacaksın dedim mi demedim mi. “

“Ama ben sadece…”

“Dedim ya suç bende. Sana doğum gününde o telefonu almayacaktım. Mankafama tüküreyim. Bir de kullanmasını öğrettim. Sana telefon ne lazım. Yoo, alcam elinden. Kal telefonsuz da gör gününü.”

“Peki ama önce kadıncağıza bir izah etseydim. Şimdi ayıp olacak…”

“Ben ayıp falan bilmem. Ben sana görüşmeyeceksin demiştim. Hemen veriyorsun cebini. “

Atılıp masanın üzerindeki telefonu alıyor. “Ahanda sim kartını da çıkardım. Otur derdine yan şimdi. Yemek pişir, dantel işle. Benim başımı derde sokma. Bak gözüm üstünde. Bi farkediym aradığını, defolur giderim uzaklara bi daha da yüzümü göremezsin.”

Sarışın genç kız, hışımla çantasını omzuna atıyor, uzun saçlarını savura savura yürüyüp gidiyor.

Kırk yaşlarında sarışın kısa saçlı kadın, elinden oyuncağı alınmış bir bebek gibi şaşkın ve çaresiz, arkasından bakakalıyor. Göz göze geliyoruz. Yüzümde ne gördüyse -ki bu dehşet ve kızgınlık ve de şaşkınlık olabilir – utanarak başını önüne eğiyor. Bense üzülüyorum onu utandırdığım için. Kızgınlığım önce acımaya sonra tuhaf bir sevgiye dönüşüyor.

Sıra bana geliyor. Mekanik hareketlerle paramı çekerken aklım hep o mahzun ve güzel kadında. Bir kere daha göz göze gelmek istiyorum. Bu sefer ona yine hiç konuşmadan, sadece bakışlarımla “seni anlıyor ve seni seviyorum” demek istiyorum. Ama masada şimdi asık suratlı bir adam oturmuş gazetesini okuyor. Hemen dönüp yola bakıyorum. Sarışın kadın uzaklaşmakta. Kot pantalonu ve siyah penye bluzu ile neredeyse kızı kadar alımlı. Sadece omuzları düşük, adımları ağır. Kalabalığın arasına karışıyor, yitip gidiyor.



Hep sevgiyle kalalım...

Davul, sokak köpekleri ve Paçoz  

Posted by Asuman Yelen in , ,





Nihayet olan oldu. Paçoz yapacağını yaptı ve ben galiba taşınmak zorunda kalıyorum.

Ramazan davullarına kızanları kınayan biri olarak itiraf etmek zorundayım. Şu günlerde ben de sevmiyorum onları. Sokak köpekleriyle bir oldular paçozu azdırdılar alt komşumu kızdırdılar. ( bkz. beddua ) Bizim nazik prens bir canavara dönüştü. Ağzından ateşler saçıyor, ve maalesef beni evimden atıyor. Üslubuma bakmayın, sinirimden gülüyorum. Aslında (bir avukat arkadaşımla görüştüm) pek şansım yok biliyorum ve korkudan ölüyorum.

Başa dönersek, Ramazan'ın başından beri var bu hal. Gece üç civarı davulcular geliyor. Tıpkı fareli köyün kavalcısı gibi. Etraflarında en az üç köpek, paralanırcasına havlayarak eşlik ediyorlar. Benim asil komşum bunların hiç birini duymuyor, benim zavallı paçozum iki hav der demez güm güm güm. Eskiden kibarca tıklatırdı duvarı. Sanırım başka sorunları da var.
Zavallım daha hav derken fırlıyorum, nefessiz kalana kadar ağzını sımsıkı tutuyorum. Bıraktığımda bana şaşkın, küskün bir bakışı var ki sormayın. Ona mı üzüleyim, her gece yetişicem diye Usain Bolt' u kıskandıracak kıvamdaki koşturmaca yüzünden ayak bileğim nüksetti. Çok ciddiyim neredeyse başa döndü ağrısı.

Yöneticimizin evlere şenlik iki çocuğu var. Apartmanı yıkıyorlar. Uzun zamandır onlara baskı yapıyormuş bizim Hint Racası. Gereğini yapın, prosedürü uygulayın diye. Kadıncağız da çocuklarımın yanında Paçoz bir melek demiş. İlk defa bu gün anlatıldı bana olay. 1995 den beri oturduğum evden maalesef çıkmak zorundaymışım. İnat edersem Paçoz'u alabilirlermiş. Sabah kötü uyanmıştım. Sebebi buymuş. Önce ağlamaktan yüzüm gözüm şiştiyse de, kızkardeşimle hemen silkinip kiralık ev bakmaya başladık bile. Tebdili mekanda ferahlık vardır. Allah başka keder vermesin diyerek önümüze bakmaya karar verdik. Komşularım, Paçozun bebekliğini bilenler hep birlikte gidelim konuşalım dediler. Ne gururum ne de sinirlerim buna elvermez diyerek vazgeçirdim.

İşte böyle dostlar, başımda böyle bir dert var. Amaa.. Her şerde de bir hayır var. :)))

Böylece alt katımdaki Osmanlı Şehzadesinden kurtulmuş olacağız kızımla birlikte.

Herkese sevgiler...

Lütfen  

Posted by Asuman Yelen

Dostum Leylak Dalı'nın blogunda okuduğum yazı nın yönlendirmesi ile (ne mutlu ona ki link açmayı biliyor) Emine Albayrak isimli kardeşimizin bloguna uğradım. Orada okuduklarımdan sonra (okuyamadıklarım demek daha doğru olur) yazılar yazmak resimler eklemekten öte bu bloklarda daha yararlı anlamlı şeyler de yapmanın zamanının geldiğini bir kere daha idrak ettim.(Kendi adıma)
Konuyla lütfen ilgilenelim ve gözyaşı dökmekten öte elle tutulur bir şeyler yapalım. Lütfen siz de bir uğrayın.

Sevgilerimle

Blog Widget by LinkWithin