13 yaşındaydım ve çok yalnızdım.
Yüzlerce yaygaracı, neşeli, yabancı kızın dörder beşerlik gruplar halinde, çığlıklarla konuştuğu kocaman bir okul bahçesinde bir köşede, acılı, ürkek öylece bekliyordum. Sabahın erken bir saati, hava alacakaranlıktı, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Lacivert yağmurluğumun kollarından, eteğindan aşağıya sular süzülüyordu. Arada şimşekler çakıyor ve ben deli gibi korkuyordum. Bu kızlardan, çıkardıkları korkunç gürültülerden, onların arasındaki yalnızlığımdan korkuyordum. Onları dehşetle izliyordum. Zaman zaman koşarak ve çığlıklar atarak yeni biri katılıyordu aralarına. Diğerleri de bağıra çağıra yeni gelene sarılıp öpüyorlardı. Sesler bir perde daha yükseliyor, ben biraz daha ürküyordum. Onlar bağırdıkça benim yalnızlığım, onlar kahkahalar attıkça benim kederim artıyordu. Ablamla beni dolu gözler ve hayır dualarıyla kapıdan uğurlayan annemi, bir daha hiç göremeyeceğimi (hala kabullenemesem de) bildiğim babamı özlüyordum. Bu karanlık, uğursuz, gürültülü, yabancı bahçeden kaçıp kurtulmak istiyordum. İlkokula hem de altı yaşımı bile doldurmamışken başlayan ve o gün güle oynaya annemin elini bırakıp diğer çocukların arasına karışan ben, hemen her sene şehir ve okul değiştiren ben, o gün, hemen o an, arkama bile bakmadan, bir daha dönmemecesine orayı terk etmek istiyordum.
Annem: “Fatih Kız Lisesi’ ne gideceksiniz kızlar ” demişti. Beni hiç de heyecanlandırmayan kısacık anlamsız bir cümleydi. Hiç fark etmezdi. Her şeye karşı ilgisiz, mutsuz, içine kapanık bir çocuktum. Bunların hepsinden de öte kızgın bir çocuktum. İstanbul’a; onun kalabalık vapurlarına, turnikesine sıkıştığım kalabalık iskelelerine, büyük gürültülü caddelerine, hiç tanımadığım insanlarına, annemin akıttığı gizli gözyaşlarına, içinde babamın yaşamadığı bu eve, her şeye kızgındım. O, biraz yapay bir heyecanla giyeceğimiz formayı tarif ediyor, okul binasını, büyüklüğünü, temizliğini ballandırarak anlatıyor da anlatıyordu. Özlemle Mersin’ deki ahşap ortaokulumuzu hatırladım. Mutlu, çok başarılı bir öğrenciydim. Matematik mümessili seçilmiştim. Okulun salon duvarında büyük bir resmim vardı, sınıf birincileri arasında. Kız erkek sevgi dolu güzel arkadaşlarım vardı. O dönemde arkadaşlar (kız ya da erkek) karşılaşınca tokalaşırlardı . Her an her dakika öpüşme adetini İstanbul’da görüp çok yadırgamıştık. Herkes birbirini tanır severdi. Öğretmenlerimiz canla başla anlatırlardı. Öğretene kadar uğraşırlardı. Sıralarda iki kişi otururduk ve sınıflarda öğrenci sayısı kırkı geçmezdi.
Kayıtlar yaptırıldı. Formalar diktirildi. Ayakkabılar alındı. O gün geldi çattı. İki kardeş evden çıktığımızda hava zifir karanlıktı. Hem sabah çok erkendi, hem de çok şiddetli yağmur yağıyordu. Kol kola girdik. Lacivert imperteks pardösülerimiz sürtünmenin etkisiyle hışırdadı. Durakta lacivert ve kahverengi imperteksli bir sürü kız vardı. Gelen otobüse onlarla birlikte sürüklendik. Sıcak otobüsü yoğun bir naylon kokusu sarmıştı. Bir de naylon hışırtısı. Okul kapısından elele ve ürkerek birlikte girdiğimiz ablamdan, bir anonsla lise ve ortaokul taraflarına ayrıldık. Artık ikimiz de yalnızdık.
Konuşmalar yapıldı, İstiklal Marşı söylendi ve uğultulu bir dalganın içinde loş koridorlardan geçerek kocaman loş bir sınıfa doluştuk. Kapalı salonda çığlıklar yankılanıyor, herkes birbirini selamlıyor kankalar sarmaş dolaş, yüksek sesle özlemlerini dile getiriyorlardı. Sevinçten ağlayanlar bir uçtan diğer uca seslenenler, zıplayanlar, herkes coşkulu, herkes mutluydu. İliştiğim sırada tek başıma, şaşkın, mutsuz, umutsuz, öfkeli, bir oraya bir öbür tarafa bakıp duruyordum.
O senenin sonunda Ortaokul bitirme sınavında Matematikten bir tek ben on almıştım. Bunu övünmek için söylemiyorum. Şaşılacak olanı, Matematik hocamızın, kim bu Asuman acaba diye beni hatırlamaya çalışmış olmasıydı. Sınıfımızda doksan kişinin üstünde öğrenci vardı. Öğretmenler sesini duyuramaz, bu yüzden kağıttaki çözümü tahtaya geçirir çıkarlardı. Giderek derslere olan ilgimi yitirip vaktimi büyük okul kütüphanesinde şiir kitapları arasında geçirmeye başladım. Baudelaire, Lamartine, Coppee, Maria Rilke şiirlerini orada buldum okudum ve sevdim. Düşe kalka yürüttüğüm okulumu tam yüz kişilik son sınıfımızdan mezun olarak bitirdim.
Çok karanlık çok kasvetli bir günde çok mutsuz olarak başladığım bu okulu sonradan sevdim mi? Evet diyemem. Nefret ettiğimi de söyleyemem. Bazıları ile hala görüştüğüm güzel arkadaşlarım oldu. Bir sürü de hoş anım. Ama Eylül ortalarında yağan her şiddetli yağmurda hava da karanlık ise o şaşkın, taşralı, üstlerine bol ve biraz da uzun gelen (seneye de giysin telaşıyla alınmış) lacivert yağmurluklu sıska iki kız kardeşi, 90 no.lu Çarşamba (Draman) otobüsünün içine yayılan naylon kokusunu ve o gün hissettiğim öfke dolu yalnızlığı asla unutamam.