Irmağın Türküsü  

Posted by Asuman Yelen in , , , , , ,


Birlikte ırmağı dinliyorlardı. Irmak değişik sesleriyle ığıl ığıl bir türkü tutturmuştu. Sidarta sulara baktı, akıp giden sularda babasını gördü, yalnızdı, oğluna üzülen bir hali vardı, kendini gördü, yalnızdı, o da uzaklardaki oğluna özlem bağlarıyla sımsıkı kenetlenmişti, oğlunu gördü, o da yalnızdı, gençlik arzularının o ateşli yollarında tutkuyla sarsılıyordu, gördüklerinin her biri kendi hedefine yönelmiş, kendi hedefine vurulmuştu, hepsi yaralanmıştı, acılıydı. Irmak bir ağıt tutturmuştu, özlemi türkülüyordu, hedefine doğru özlemle akıyordu, sesi yakınarak yankılanıyordu.

“ İşitiyor musun?” dedi Vasuveda, gözleriyle konuşuyordu. Sidarta başıyla doğruladı.

“ Kulağını iyi ver” diye fısıldadı Vasuveda.

Sidarta iyice kulağını verdi. Babasının, kendisinin, oğlunun görüntüleri, hepsi birbiri içine dağılıp kayboluyordu. Kamala ’nın görüntüsü de bir an belirdi ve kayboldu. Govinda ve başka bir sürü görüntüler birbiri içinde kaynaşarak akıyorlardı, hepsi ırmaklaşıyordu, hepsi ırmak olup hedefe doğru, özlemle, tutkuyla, edilgiyle, etkilenerek akıyordu. Irmağın sesinden özlem yankılanıyordu, ırmak ağıt yakıyordu, hedefine koşuyordu. Sidarta bu telaşı, kendisinden, başkalarından, bütün insanlardan oluşan ırmağın telaşını görüyordu, bütün dalgalar, bütün sular koşuyordu, etkilenerek, acılanarak hedefine yürüyordu, çağlayanlara, denize, girdaplara, göllere, bütün bu hedeflere durup dinlenmeden varılıyordu. Her hedeften bir başkası varoluyordu. Sulardan buhar çıkıyordu, buhar göklere çıkıyordu, yağmurlaşıyor, gökten yağıyordu, birikiyor, taşıyor, kaynak, dere, ırmak oluyordu. Yeniden yeni hedeflere özeniyor, yeni hedeflere doğru özlemle akıyordu. Ama özlemin çağrısı değişiyordu. Etkilenmek, edilgiyi yaşamak, acılanmak doluydu bu sesler, yine arayış ve çaba doluydu, ama başka çağrılar, sesle karışıyordu, sevincin ve acının, iyinin ve kötünün sesi, gülen ve ağlayan sesler, yüzlerce türkü, binlerce ağıt birbirine karışıyordu.

Sidarta dinledi. Dinleyişin içlerine, köklerine doğru derinleşti, içini döktükten, boşaldıktan sonraki boşalmışlığın içinde yakaladı sesleri, dinlemesini sonuna kadar öğrendi. Bu sesleri, ırmağın sesini sık sık dinlerdi, ama bugün bu ırmak bambaşka ses veriyordu. Artık seslerin pek çoğunu birbirinden ayırt edemiyordu, ağlama sesini neşeli seslerden, çocuk sesini , erkek sesinden ayırt edemiyordu. Hepsini, özlemin ağıtını gülenin kahkahasıyla birlikte duyuyordu. Öfkenin haykırışı, ölenin inleyişi, hepsi birdi, hepsi birbiri içinde örgülü, düğümlüydü, bin kez kenetlenmişti, ve tüm ortak sesler, ortak hedefler, bütün özlemler, acıların, hazların, iyi ve kötünün hepsi, hepsinin birbiri için bir arada, birlikte oluşuydu dünya.

Hepsininin birlikte oluşundan olgunların ırmağı oluyordu, yaşamın müziği oluşuyordu, ve Sidarta bu ırmağa dikkatle kulak verdi, kulağını verdikçe, dinledikçe bu binbir sesli türküyü, yalnız acıyı değil, kahkahayı da işittikçe, ruhunu yalnız bir tek sese bağlamayıp ve ruhuna kendi Ben’i ile tek başına sokulmaya kalkmayıp ortak sesleri, seslerin tümünü, o bütünü, Birliği içine duyurdukça, bir tek sesten bin sesli bir yüce türkü yükseliyordu, bin sözlü bir tek ses: Ortak yetkinlik, bir tek bütünde, bir birlik’te içerilen mükemmellik, kendine yeten bir bütünlük yükseliyordu.

Bu parça, Alman yazar Herman Hesse’nin “Sidarta” isimli romanından alınmıştır.

Hintli bir Brahman’ın (din adamı) oğlu olan Sidarta, çocukluğundan itibaren kendisini, dünyevi zevklerden uzak tutarak, kutsal ve günahsız bir yaşam sürerek, mükemmeli aramaya adamıştır. Evinden ayrılarak “Samana” denilen keşişlere katılır. Yıllarca onlarla aç susuz sert bir yaşam sürer. Daha sonra Govinda (Buda) ile karşılaşır, ona katılır, ondan da çok değerli şeyler öğrenir. Bu arada genç bir adam olmuştur, sürekli arayışları devam etmektedir ve çok önemli bir şey keşfeder:” Hiç kimse kendi gerçeğini , başkalarını dinleyerek bulamaz. Hayat başkalarından (ki bu başkası Nirvana’ya ulaşmış Buda olsa bile) öğrenilemez.”

Hayatını yaşayarak öğrenmeye karar veren Sidarta, böylece dünyevi bir yaşam sürmeye başlar. Bu bölümde hayatına kadın , içki, para, kumar girer. Tüm bunları yaşarken de sürekli düşünen ve kendiyle hesaplaşan kahramanımız, bu arada tüm varını yoğunu da kaybedince, şehirden kaçar ve yeniden korulara sığınır. Kendinden iğrenmektedir ve intihar etmek üzere ırmağa yönelir. Bu arada hayatına giren yaşlı bilge bir sandalcı , onun en son ve en bilge hocasıdır. Sidarta onun kulübesinde yalın bir hayat sürmeye başlar. Bu arada bir oğlu olduğunu öğrenir, onu yanına alır fakat çok asi olan bu çocuk onu çok üzer ve kaçar gider. Çok çaresiz ve yorgundur. Bilge sandalcı ona bir gün ırmağı dinlemesini önerir. Tüm gerçek, tüm anlam oradadır.

Bu eserden bir bölüm mutlaka yazmalıydım. İşin zor olan kısmı, hangi bölüm olacağına karar vermekti. Her satırı, her paragrafı birbirinden önemli, birbirinden değerliydi. Bana göre düşünen, yaşamı, varoluşu sorgulayan, doğruyu güzeli arayan herkes bu eseri mutlaka okumalı.

Hepimizin kendi yaşam yolculuklarımızda huzuru ve ışığı yakalamamız umuduyla, yeniden görüşmek üzere…

On Yıl Sonra  

Posted by Asuman Yelen

Gönül öne koşmak isterken
Ayaklar geri gidiverir
Ağlayan dertli kalbe inat
Dudak tebessüm ediverir

Daha nice coşmak isterken
Kara toprak altediverir
Altta cansız yatana inat
Üstte açan gül yedi verir







Umarım güller arasında gülerek koşuyorsundur




Ephraim Kishon  

Posted by Asuman Yelen in , , ,

Ağabeyimle yengem bir yurtdışı seyahatleri esnasında Almanya’da uğradıkları akrabalarının evinde TV de bir şov programı ilgilerini çeker. Sunucu elindeki metinden bir parça okumakta, bütün seyirciler kahkahalarla gülmekte, sevimli yüzlü bir genç adam da kabinin içinde beklemektedir. Format gereği sunucu yarışmacıya bu parçanın yazarını sorar. Yarışmacı duraksamadan “Ephraim Kishon” der.

Bizimkiler Türkiye ye döndüklerinde bu yazarın kitabını arayıp bulurlar. Bu kitap “Katilini Seveceksin” dir. O kitabı okuduğumuz o ilk günü asla unutamam. Aynı televizyondaki gibi birimiz yüksek sesle okuyup hepbirlikte gözlerimizden yaş gelene kadar gülmüştük. Bir güldürü kitabının önsözünün bu kadar komik olabileceğini asla düşünemezdim.

Bu ilk kitaptan sonra (yazarın da ilk kitabı olduğunu sanıyorum ) yazarın bütün kitaplarını aldık. “Her eve bir bomba”, “Ne şeker şeyler”, “Kadın aklı”, “Bir nefes sıhhat gibi” ilk aklıma gelenler. Bu kitaplar yıllardır yüzümü güldüren şeyler arasında tepelerdeki yerini muhafaza eder. Kafaca uyuştuğum bütün dostlarım ( hepsi olmasa da çoğu) Kishon’ u benim kadar severek okumuşlardır.

Kishon’u okuyanlar onu en çok bizden biri gibi düşündüğü için severler. Çevresi bizim çevremiz, ailesi bizim ailemiz, dostları bizim dostlarımız gibidir. Olaylardan ziyade ayrıntılar ve üslup onu bir çok güldürü yazarından daha farklı kılmaktadır. Bu sebeptendir ki tavsiye ettiğim bazı arkadaşlarım tarafından hiç anlaşılmadığı için hayal kırıklığı da yaşadığım olmuştur.

Bu sevimli aile babasını, dünyanın en harika eşi diye bahsettiği karısı Sara’yı, yaramaz kızıl saçlı oğlu Amir’i tanımanızı, onların sizinkilere çok benzeyen maceralarını okumanızı içtenlikle öneririm.

Dünyamızda ve ülkemizde her şeyin kötüye gittiği şu günlerde biraz gülümsemek hepimize iyi gelecektir.

(Bu arada kabindeki adamın Kishon olduğunu eklememe gerek yoktur sanırım.)


Bol kahkahalı günler

İki Komik Hikaye  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,

DİNLENME

Günün birinde, dünyanın en iyi eşi olan karım “Bu yıl tatilimizi nerede geçireceğiz” diye sordu. “-“Dinlenmek zorundasın,” dedi kesinlikle. “ Mutlaka dinlenmelisin.”

Tartışmaya yol açmayan kesinlikle şu yanıtı verdim:

-“Yazı masamın üzeri yarım kalmış işlerle tepeleme dolu. Ben bunları yüzüstü bırakıp dinlenmeye filan gidemem. Ayrıca da kendimi sağlıklı, güçlü ve de genç hissetmekteyim. Uzun lafın kısası, benim dinlenmeye minlenmeye ihtiyacım yok. Kapat bu konuyu ve de unut! Anlaşıldı mı?”

Ondan sonraki iki gün telefon başına geçtim ve hangi tatil köyünde yer bulabiliriz diye araştırmaya koyuldum. Sonunda Galile’nin uzak bir köşesinde, değil benim, kimsenin duymadığı ineği bol bir köyde yer bulabildim. Ben öyle yerli ineklerimizi yakından görmeye meraklı değilimdir, orada yer ayırtmamın nedeni, iki gün boyunca telefonu durmadan kullanmaktan, sağ elimin sağ işaret parmağı uyuştuğundan, daha fazla araştıramayacağımdandı.

Ondan sonra yapılacak şey bana yeni bir mayo almaktı. Bundan önceki mayomu fazla giymemiştim ama evde gümüş parlatmada kullanmış olduğumdan pek işe yarar bir hali kalmamıştı. Derken yeni aldığım da evdeki dişi sakinler tarafından beğenilmediğinden, iki numara daha küçüğünü almam gerekti. İkinci aldığım eflatun rengindeydi, ama hiç olmazsa üzerime oturuyordu.

Sonra geçen yılki güneş gözlüğü güneşte solduğundan, yeni bir güneş gözlüğü, evimizin kapısına sağlam bir kilit, güve ilacı, bir de dayanıklı seyahat yazı makinesi aldım.

Gideceğimiz otelde küçük düşmemek için yeni bir bavul, su altında bile ışık veren bir el lambası, bir de böcek ilacı aldım.

Birkaç kutu uyku ilacı, koskocaman bir çalar saati de bavula attık.

. Çalar saat ne için diye soracak olursanız, yanıtı: Güneşin doğuşunu kaçırmamak içindi.

Bunların dışında elbette aile boyu güneş yağı, spor haberlerini kaçırmamak için radyo, oltalar, yem için kurt, saç fırçası, yeni bir pijama, şampuan, Göbbels’in anı kitabı, bir cibinlik, bir de yeni araba.

Evden ayrılmadan önce de şunlar ayarlandı:

Güncel gazetenin tatil adresimize gönderilmesi.

Komşumuz Feliz Seelig’in her gün uğrayıp mektup kutusunu boşaltması.

Taahhütlü bir mektup gelecek olursa Seelig’lere vermesini postacıdan rica.

Diğer bir komşumuzun hergün eve girip çiçekleri sulaması.

Köpek, kedi, çocuklar ve de akvaryumdaki balık, anneanne ile büyükbabaya teslim edildi.

Bayan Geiger’de evimizin yedek anahtarı bulunduğundan, zaman zaman eve uğrayıp sulara göz atmasını, bazı akşamlar oturma odasındaki ışığı yakmasını, hırsızları ürkütmek için de
arada evde gürültü yapmasını istedik.

Felix Seelig’den de, Bayan Geiger eve girince, ona gözkulak olmasını rica ettik.

Bütün bunlardan sonra evin içine iki haftalık böcek ilacı sıktım. Havagazını, ana su musluğunu ve cereyanı kapattım. Buzdolabının içinde unutulmuş olan margarin, tereyağ, yemek artıkları ne varsa çöpe attım

Bütün bunlardan sonra dinlenmeye ihtiyacım olduğunu ben de anladım. Dünyanın en iyi eşi olan karım gene haklıydı.

KUYRUK-BİLİM

Herhangi bir yere birikmiş olan kuyruğun en sonuna dikileceğine, kalabalığa çaktırmadan önlere doğru gidebilmek ayrı bir bilimdir.

Ama bürokrasi mabedlerine erişmek için insanların sabırla kuyrukta beklemelerine razı olmayıp öne geçebilmek için orijinal buluş sahibi olmak gerekmektedir.

Yani böyle bir problemin üstesinden gelmek herkesin harcı değildir. Ben bu işlerin ustası olarak bir tek kişi tanımaktayım, o da arkadaşım Jossele.

-“Aslında hiç de zor değil, son derece basit,” diye Jossele bana anlatmak istedi.”Ayrıc a da benim buluşum da değil, en azından İncil kadar eski. Zaten benim de aklıma İncil’deki bir hikayeden geldi. Orada da çevredekileri aldatmak için bir başkasının kılığına girildiği yazılı değil midir? İşte ben de bundan esinlendim. Şimdi anladın mı?”

-“Anlamadım.”

-“Ziyanı yok. Diyelim ki ben bir devlet dairesine gitmeliyim, kapının önündeki kuyruk sokaklara kadar uzanmış. Ne yapabilirim? Ceketimi çıkartırım, otomobilimin içinde bırakırım, gömleğimin kollarını sıvarım ve kalabalığın üzerine doğru yürürüm. Zamanında Kızıl Deniz nasıl ikiye ayrılmışsa, kalabalık da beni devlet daire sinde bir memur sandığından, işte öyle ayrılır ve içeriye girmeme engel olmaz. Tüm kuşkuları ortadan kaldırmak için, bazen elime bir fincan çay, ya da koltuğumun altına bir dosya alırım ve çok bilmişin biri yolumu kesmeye kalkışacak olursa, ‘izin verin de odama gireyim…’ derim ve bugüne dek bir aksilikle de karşılaşmadım.

Geçenlerde Jossele’yi gördüm.

Ayağı alçıdaydı, başı da sargı bezleri ile sarılmıştı.

-“Bana kazık attı kalleşler,” diye söylenmeye başladı. “Devlet dairesinde gene bir işim çıkmıştı. Ceketimi çıkarıp koltuğumun altına sıkıştırdım ve kuyrukta duranları küçümseyerek:

-“İzninizle, izninizle, rica ederim, izin verin de odama gideyim…” demeye kalmadan, iriyarı herifin biri avazı çıktığı kadar:

-“ Demek odanda olmadığından biz burada saatlerdir bekliyoruz. Biz bu memlekette vergi ödüyoruz, vergi, anlaşıldı mı?”

-“İzninizle…”

-“Bak hala konuşuyor, şimdi ben sana..”

Ve ondan sonra gözlerimi ilkyardımda açtım.



EPHRAIM KISHON

Neşeyle kalın.

Benim Sevgili Tutsağım  

Posted by Asuman Yelen in , ,

Seni, bir yılbaşı gecesi, minik bir berenin içinde getirdiler. Elime tutuşturuverdiklerinde hissettiğim; tedirginlik, çekingenlik ve şaşkınlıktı. Belki biraz da pişmanlık. Öyle ya, seni ve kardeşlerini görüp, kardeşlerinden birini alan arkadaşım, bir gün önce , sizleri öylesine ballandırarak anlatmıştı ve çaresizliğinizi, kimsesizliğinizi dile getirirken öyle duygusaldı ki , hiç duraksamadan, hemen yarın getir, demiştim.

Ama o gün, sanırım ikimiz de şaşkındık. İkimiz de diğerimiz hakkında hiçbir şey bilmiyorduk ve ikimiz de korkuyorduk.

İlk üç ay, sen, her şeyden habersiz yatıp uyurken ya da etrafına bakınırken, ben çok çaresiz ve umutsuzdum. Sana ne yedirip ne içireceğimi bilmiyordum. Seninle nasıl diyalog kuracağıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Bu süreçte çok perişan hissettim kendimi. Beceriksiz ve asabiydim. Sen ise, benim tüm bu hissiyatımdan habersiz, masum ve şirin dolaşıp duruyordun ortalıkta. Zaman zaman öyle şaklabanlıklar yapıyordun ki kahkahadan kırılıyordum. Tuhaf bir süreçti.

Sonra büyümeye başladın. Sesin de büyüyordu. Dostlar uzaklaşmaya, komşular daha az gelmeye başladılar. Her gelene havlıyordun çünkü. Seviniyordun ama ifade biçimin ürkütücüydü.

Altıncı ayda kırılma noktasına ulaştım. Gelen gidenim neredeyse bitmişti, temizlik sorununu halledememiş, patron olmayı becerememiştim. Uzun uzun düşünüp çok ince araştırmalardan sonra seni, çok sevdiği köpeğini kaybeden sevgi dolu bir hanımefendiye, gönlüm rahat olarak teslim etmeğe karar verdim. En iyisi buydu. Altı ay, iki tarafı birbiri için vazgeçilmez kılmaya yetecek bir süre değildi. Vicdanım çok rahattı. Doğru kararı vermiştim.

Sonrasında , telefonda salya-sümük müstakbel sahibenden özür dilemeye, hıçkırıklar arasında bunu asla yapamayacağımı anlatmaya çalışırken buldum kendimi. Berbat durumdaydım.

Bugün, o günü sadece düşününce, yapmaya kalkıştığım şeyi tasavvur edince bile, kendimden utanıyorum. Ya verseydim, diyorum. Ben Paçoz' um olmadan ne yapardım, diyorum. Sen benim yavrumsun. İnsan evladını verir mi?

Seni çok şımarttığımı biliyorum. Seni ellerimle besliyorum. Seni dolaştırıyorum. Seninle oynuyorum. Senin de beni sevdiğini biliyorum. Ben sevinince seviniyor, üzülünce sessizliğe bürünüyorsun. İkimiz de mutluyuz. Halimizden memnunuz.

Seni hep mutlu ve neşeli görmek istiyorum. Oysa sen, bazen camın önüne oturuyorsun. Parkta koşuşturan (sıska, yaralı ama özgür ve mutlu) arkadaşlarını izliyorsun imrenerek. Bazen, daha da uzaklara dalıyor gözlerin. İskoç ormanlarında özgürce koşuşturan büyükannelerini düşünüyorsun belki de. Böyle zamanlarda senin için çok üzülüyorum.

Zaman zaman çok soğuk, karlı ya da sağanak yağmurlu günlerde, sokaklarda; araba altlarında yol kenarlarda titreşen o çaresiz köpekleri görüyorum. O zaman da sıcacık bir koltuk ya da kanepede sereserpe uzanmış yatan seni düşünüp rahatlıyorum.

İyiki yanımdasın Paçoz’um. İyi ki burada benimlesin.

Seni çok seviyorum sevgili tutsağım benim.

İki Kadın  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,



Gülşah sofraya dizdiği yemeklere son bir göz daha gezdirdi. Bamya, salata, iri iri turplar, maydanoz, ekmek, su, haşlanmış yumurtalar, bumbar, tamamdı her şey. Ziynet’ le ikisi oturmadılar sofraya. Ziynet’ in mangalda pişirdiği köfteleri erkeklerin önüne doldurdu.

Hasan’ a da ayırdı köfte. Kendisiyle Ziynet’ e ayırmadı. Hele bir erkekler yesin. Yemeği iştahla çiğneyen erkek avurtlarını seyretmek, görevini yapmışlık duygusu verir Gülşah’ a. İşte tam bu seyre hazır olduğunda açılıverdi kapı. Şaşırdı Gülşah. Sanki köfteler iyi pişmemiş, sanki sofrayı erkeklerin önüne zamanında sürmemiş, sanki eline bakan mideleri aç komuşcasına suçlu suçlu bakakaldı kapıya.”

Siyasi suçtan ötürü, Ankara’da bir yıl hapis yatan Oya, siyasi sürgün olarak iki buçuk aylığına Adana’ ya gönderilir. Orada bir otel odasında kalmakta ve her gün bulunduğu bölgenin karakoluna imza vermektedir. Oralarda tanıdığı Maraş' lı bir arkadaşı onu evlerine yemeğe davet eder. 12 Mart döneminin en karışık günleridir. Gecenin orta yerinde polisler evi basar.

Divanın ucuna ilişmiş oturan Oya, ev içi düzeninin bozuluvermesinden neredeyse memnun. Kapı açılana dek öylesine rahatsız, öylesine uyumsuzdu ki, ansızın açılan kapı rahatlık getirici bir yenilik gibi göründü ona. Sofranın tek kadını olması, Gülşah’ la Ziynet’ in sofraya oturmayıp hizmet etmeleri sıkıyor, böylece somutlaşan ayrıcalıktan utanıyordu. Hele Ziynet’ le Gülşah’ ın bunu doğal karşılamaları! Başka, kendilerine benzemeyen bir şey Oya. Hoş karşılıyorlar, bunun üstünde bile durmuyorlar.”

Okuduğunuz bu parçalar, Sevgi Soysal’ın “Şafak” isimli romanından alınmıştır. Aynı dönemde bir yıllık mahkumiyetten sonra Adana ’da sürgün yaşayan yazar, bu eserinde, o gece baskınıyla başlayan süreci anlatırken, tüm eserlerinde olduğu gibi, kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla karşılaştığı, önemsediği herkesi sade bir dille, yargılamadan, tüm gerçekliliğiyle betimliyor. Anlamağa çalışıyor.

Gülşah ve Ziynet’ ler, güzel Anadolu’nun , anaç, sevecen kadınları. Oya’ lar, Sevgi Soysal’ lar ,yurdumun, aydın, savaşçı kadınları. Tarlada, bankada çalışanlar. Yazan, çizen kadınlar.

Sevgi Soysal. Bana göre Türkiye’ de gelmiş -geçmiş, kadın yazarların en iyisi. Ölümünün üzerinden çok zaman geçtiği halde, dipdiri karşımızda duruyor ve göz kırpıyor. “ O günlerden bu günlere ne değişti ” dercesine.

Sonra … Bir diğer kadın

Masmavi gözleri, içten gülümseyişi, duru güzelliği ile Su Yücel. Heyecanla resimlerini gösteriyor, projelerini anlatıyor. Ekrandan yansıyan enerjisi ile adeta “siz oturun öylece” diyor. Bir bakıyorsunuz Buca’ da, bir evin bahçesine dizmiş rengarenk tuvalleri. Sonra, bir bakıyorsunuz, Diyarbakır’ da. Yüz kadının eline tutuşturmuş, yüz fırçayı.” Çizin ne isterseniz “ demiş. Birinden diğerine koşuşturuyor. İşin en güzel yanı da seyrederken onu, diğerlerinden ayırt edilemeyecek kadar onlardan oluşu. Giyimiyle -kuşamıyla, tavrıyla. Babası gibi, babası kadar insan, Londra’da doğmuş, Strasbourg’ da okumuş olan Su Yücel. Hasan Ali Yücel ’in torunu, Can Yücel’in biricik kızı, Su Yücel.

Bir derin uykudaydım ölümün içinden

Açtım ki gözlerimi

Bir suyun gölgesi gibi

Kendisi adeta bir suyun

Ayakucunda sen oturuyorsun.

Şiir getirenlerin çok olsun çocuğum.

Can Yücel


Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun.

Sevginin Aydınlığı  

Posted by Asuman Yelen in , , ,


Kumo, Calcutta’ da yaşayan, genç bir Hint’li kadındır. Çok genç yaşta, ölü bir bebek dünyaya getirmiş, bu yüzden çok hastalanmış, en çok da gözleri zarar görmüş, görme yetisini hızla yitirmeye başlamıştır. Tıp öğrencisi olan kocası , karısını adeta bir denek olarak görmekte, acemiliğine rağmen, hiçbir doktorun yardımını kabul etmeden tedavi etmeğe çalışmaktadır. Korkulan olur, Kumo gözlerini kaybeder.

Kocasını çok seven Kumo, başından beri kırılmasına, bu arada canının giderek yanmasına rağmen kocasının kendine (mesleki açıdan) güveninin sarsılmaması için tüm bu sıkıntılara göğüs germiş, ve sonuca da yine kocasına duyduğu sevgi yüzünden isyan etmeden katlanmaya çalışmaktadır. Kocası ise pişmanlıklar içindedir ve karısına, kendisini affettireceğine, ömrünün sonuna kadar onun gözü kulağı olacağına dair sözler vermektedir.

Yüce gönüllü Kumo, kocasının bu haline o kadar üzülür ki, körlüğünü unutup onu teselli etmeye çabalar. Hatta onun yeniden evlenmesi için ikna etmeye bile uğraşır. Kocası bu düşünceye şiddetle karşı çıkar. Bir daha yaşamının sonuna kadar o eve başka bir kadın getirmeyeceğine dair tanrılar üstüne yemin eder.

Hikayenin bu bölümünü Kumo’ dan dinleyelim.

“ -Ah dedim, neden böyle müthiş bir yemin ettin. Sırf kendi adi, bayağı zevkin için mi senin evlenmeni istediğimi sandın? Hayır! ... Ben kendimi düşünüyordum. Zira alacağın kadın gözlerim gördüğü zamanlar bana ait olan hizmetleri yapacaktı..

Kocam bağırdı: -Hizmetler mi!..Bunları hizmetçiler görür. Evime esir getirip, ona, tahtı bu tanrıçamla bölüşüp paylaşmayı teklif edecek kadar beni çılgın mı sanıyorsun?..

“Tanrıçam” kelimesini söylerken başımı ellerinin arasına aldı, ve alnıma bir öpücük kondurdu. Bu anda, beni öptüğü yerde ilahi aklın üçüncü penceresi açıldı ve gerçekten bir takdise nail oldum. Öz aklıma ..”Mükemmel!..” dedim. Artık, ev işleri ailesinin aşağı dünyasında ona hizmet görmeğe muktedir değilim. Fakat ben daha yüksek bir iklime, diyara çıkacak , yükseleceğim. Yukarılardan. Aşağıya takdisleri getireceğim. Benim için artık yalan, hile aldatma yok! Eski ömrümün bütün küçüklük ve ikiyüzlülükleri ebediyen yok edilecektir…”

Bu alıntı, Tagore’un “Acıkan Taşlar “ isimli öykü kitabındaki “ Görmeyen Gözler” isimli öyküden yapılmıştır. Öykünün devamında doktor , önce ünlü, sonra zengin olur. Hint geleneği gereği , yaşlı akrabalar tarafından yeniden evlenmeye zorlanır. Yeni gelen küçük kız, Kumo’nun asil davranışları ve samimi sevgisi karşısında , zaten istemediği bu evliliğe karşı koyar. Doktorun aklı başına gelir. Son mutludur.

“Sex and The City” , “ Desperate Housewives” kadınlarından sonra “Kumo” yaratık gibi duruyor karşımızda. Farklı kültürler , farklı kadınlar deyip geçebilir, ya da üzerinde sayfalarca konuşabiliriz.

“ Dünya kadınlar Günü “ öncesinde hiç olmazsa biraz düşünmeye ne dersiniz?

Tekrar görüşmek dileği ile…

Bir Cumartesi Gecesi  

Posted by Asuman Yelen in , , , , ,

Gazanfer Baba’nın ölümünün ardından, daha üzerimdeki hüzün dağılmadan geliveren uçak kazası derken, hafta; hem kader, yaşam, ölüm üzerine, satırlarca, sayfalarla yazma , böylece, paylaşarak rahatlama isteği ile, diğer taraftan, yetmiş milyon okurumu (!) sıkarım, bıktırırım korkusu ile geçti gitti.

Okan Bayülgen’in Disko Kralı’nı izliyorum. Programın başından itibaren –ki bu gecenin ana teması bu imiş- çeşitli yaş gurubundan, ve cinsiyetten bir takım insanların, hep aynı türkü eşliğinde ( benim çocukluğumdan beri severek söylediğim, izlediğim, “yaylanın çimenine” türküsünün) ileri-geri , sağa-sola çılgınca zıplayışlarını hoplayışlarını izliyorum.

Daha önceleri hiç duymadığım (benim cehaletimden olsa gerek) son zamanlarda ise neredeyse her gün bir şekilde karşıma çıkan , bu garip, düzensiz hareketler manzumesinin adı KOLBASTI.

Önceleri, üzerinde çok da fazla düşünmeden, arkası arkasına seyrettim. Karadeniz bölgesinin bağrından çıktığı ve folklorumuzun bir parçası olduğunu varsaydığım için dikkatle izledim. Fakat her izlediğim , diğerinden o kadar farklıydı ki, doğru parçanın hangisi olduğunu bir türlü anlayamadım. Israrla, dikkatle tekrar tekrar izledim. Her çıkan grup, ayrı figürlerle, farklı senaryolarla zıplıyor. Düzen yok, matematik yok, estetik deseniz o hiç yok.

Arada bir, bembeyaz gömlekleri ile çakı gibi, o bildik, tek vücut ,yekdüzen figürleri ile horon ekibi salındı ortalıkta.” İŞTE BUDUR” dercesine. Ben de zaten “İŞTE BUDUR” dedim izlerken. Matematikse matematik, estetikse estetik, anlamsa diz boyu. Peki bu ve benzeri bir çok ürünleri varken, Karadenizli kardeşlerimiz niçin birdenbire zıplamaya, hoplamaya, kendilerini oradan oraya atmaya başladılar, ve tüm Karadeniz şehirleri bu oluşumu sahiplenmeye uğraşıyorlar!

Bir yandan bu ve benzeri şeyleri düşünür ve bir yandan da programı izlemeye devam ederken, birdenbire yedi –sekiz kişilik işadamı grubu atladı er meydanına. Öncesinde Okan Bayülgen’le yaptıkları kısa söyleşiden anlaşıldığı kadarıyla, çoğu sanayici, çeşitli meslek erbabı, akıllı başlı bu adamlar, kolbastıya merak salmışlar, bir de dersler almışlar. Başladılar zıplamaya. Her biri bir yana savruluyor. Ritim, düzen hak getire.

Öylesine, gülerek, eğlenerek seyrederken, “iyi de neler oluyor böyle bize” diye düşündüm birdenbire. Niçin bu koca koca insanlar zıplayıp duruyor böyle. Dahası ekranlarda niçin bu insanlar sunuluyor ısrarla sen de , sen de, hadi sen de katıl dercesine.

Sonra aklıma bir şey geldi. Ben ilkokuldaydım sanıyorum. Kitaplığımızda bir kitap vardı. Adı “Hoptirinam”. Yazarı Aziz Nesin. İnce bir şeydi. İsmi çok komik gelmişti, rahmetli babama sorduğumda, anlattığından hatırladığım kadarıyla, o ülkeyi yönetenler, fakirlikten açlıktan acı içinde kıvranan halkın, hoptrinam-namhoptri-trinamhop diyerek sokaklara dökülüp oynamalarını sağlamışlar. Halk zıplayıp hoplarken onlar da gülüp eğlenerek seyretmişler.

Şimdi, satırlarımı bitirip, google’dan araştıracağım, hatta hemen kitabı satın alıp, okuyacağım. Bu kitabın birdenbire taa altmışlı yıllardan çıkıp da aklıma takılıvermesi bence hiç de hayra alamet değil. Ben yengeç burcundanım. Umarım aklıma geliveren başımıza gelmez.

Yetmiş milyonun uykusunu kaçırdığım için çok üzgünüm.

Güzel günlere...

Blog Widget by LinkWithin