Daire kapısının zili belli belirsiz çaldı. Kapıyı açtığımda aşağıda, merdivenin tam ortasında duran genç bir kadının ürkek bakışlarıyla karşılaştım. Orada olduğuna pek de şaşırmamıştım, çünkü zil sesine Paçoz her zamanki gibi birkaç “hav” demişti. Çekingen bir sesle “ablacığım, biraz bize gelir misiniz, size bir şey sormak istiyorum” dedi. Bir an duraladım. Sonra biraz tereddütle hafif de şaşkın bir şekilde “olabilir “ dedim. “Sen in, ben yemeğin altını söndürür gelirim.” Aslında ocakta yemeğim yoktu. Sadece biraz zaman kazanmak istemiştim. Biraz korkmuştum doğrusu. Kadın alt kat komşumdu. (Raca-prens-şehzadeden önceki.) Bir gece önce, geldiklerinden beri hemen hemen iki gecede bir işittiğim, birinci kattan bile duyulacak kadar şiddetli kavgalardan birini daha etmişler, kadıncağız “tamam aşkım, n’olur vurma aşkım” diye evin bir ucundan diğer ucuna koşturmuş durmuştu. Darbe ve kırılan eşya seslerinin haddi hesabı yoktu. Ve cani adamın gür sesiyle ettiği küfürlerin.
Bu çift benim alt katıma taşınalı birkaç ay olmuştu. Kadın çok genç ve güzeldi. Adamla bir ya da iki kere asansörde karşılaşmıştım. Orta yaşlı, çok uzun boylu, kibar bir beyefendi görünümündeydi. Çok yeni bir bebekleri vardı. Taşındıklarında yirmi günlüktü. Yani kadın da yirmi günlük lohusa idi. İlk birkaç günden sonra hiç bitmeyen darp olayları başlamıştı bile. O aralar ben İnci Ertuğrul’un öğleden sonra kuşağındaki programını izliyordum. Anneleri evlatlarıyla kavuşturur, dargınları barıştırır, kayıp yaşlıları bulurdu. Benzerleri gibi bir programdı ama İnci Ertuğrul’u önce anneme benzediği için, sonra onun o çok samimi, yapmacıksız, etrafını kırmaktan çekinen naif tarzını, yeri gelince haksızlığa karşı sesini çekinmeden yükseltmesini çok severdim. Bir de çok üzüldüğü zaman, ağlamak için değil ağlamamak için uğraşır, gözyaşlarını tutamadığı zaman da çirkinleşir, yüzü gözü kırışır, o ise aldırmazdı. (Ağlamayı marifet sayan, göz yaşlarını avuçlarıyla silen tayfadan değildi.) Her neyse o ara bu programı seyrederken hep bu kadıncağızı düşünür, gidip omuzlarından sarsmak, kaç kurtul bu adamdan diye bağırmak isterdim. Bunu hatırlamak korkumu biraz hafifletmişti. Belki bu yolda bir şeyler söyleyebilirdim. O cani gündüz vakti neden evde olsundu.
Tüm bunları aklımdan geçirirken, bir yandan da çabucak hazırladığım muhallebiyi bir kaseye doldurdum (bebek için) ve inip kapılarını tıklattım. Salonun ortasına bir soba kurmuşlardı. Bebeğin yatağı sobanın yanındaydı. Aslında apartman kaloriferliydi ve güzel de ısınıyordu. Evde hanımın kız kardeşi de vardı. Her ikisi de eşarplarını kulaklarının arkasına sıkıştırmışlardı. Etrafıma göz attığımda gördüğüm yeni evli bir çiftin bol cilalı ve bol dantelli eşyalarıydı. Her taraf el yapımı çeyizlerle doluydu. Öğrendiklerimi duyunca bu çeyiz içimi acıttı doğrusu.
Çift nikahsız yaşıyordu. Kızın anne ve babası kandırılmıştı. İmam nikahı kıyılmış, adamın son mahkemesinden (boşanma) sonra da güya resmi nikah kıyılacaktı. Ama düğünden sonra adamın boşanmaya niyeti olmadığı ortaya çıkmıştı. Ve, kelimenin tam anlamıyla bir psikopat olduğu. Kadıncağız bana adamın kaç evlilik yaptığını ve kaç çocuğu olduğunu nüfus idaresinden nasıl öğrenebileceğini soruyordu. (Nedenini bilmiyorum.) Tüm bunları boş vermesini, çocuğu alıp ailesinin yanına dönmesinin en doğrusu olduğunu söylediğimde ağlamaya başladı. Ailesi kabul etmiyordu. Çok iyi bildiğimiz bir yaşam klasiğini bir de ondan dinledim. Bu arada vücudunun gösterebildiği her yeri çürük içindeydi. Hamileyken de çok dayak yemişti. Adamın işkence yöntemleri çok çeşitliydi doğrusu. Bir gece önce kocasının kendisini banyoya sokup zorla ağzına şampuan, arkasından da duşla su doldurduğunu anlatırken kız kardeşi de göz yaşları içinde kendisini dinliyordu. İnanılır gibi değildi içim acımıştı. Kadın sığınma evlerinden bahsettim. Kadınların eskisi kadar çaresiz olmadığından, iş bulup rahatlıkla çocuğuna bakabileceğinden bahsedip güçlü ve cesaretli olması gerektiğini isterse elimden gelen yardımı yapabileceğimi söyledim.
Gözlerinde yaşlarla iki kardeş anlattıklarımı dinliyorlardı. Onlar dinledikçe ben coştum, yüreklendirmek adına uzun uzun konuştum... konuştum... Tepeden tırnağa İnci Ertuğrul kesilmiştim. Her ikisi de hayran hayran izliyorlardı. Genç kadın ben bir nefes almak için duraklayınca, “ ne iyisin abla, hem de güzelsin, çok da kültürlüsün. Kimbilir abi nasıl seviyodur seni” dedi. Afalladım. “Ne abisi, abi de kim?” “Kocan, abla.” Hiç beklemiyordum bunu doğrusu.”Ben evli değilim” dedim. Şaşırmıştı. Sen de mi imam nikahlısın yoksa ablacım” İyice titizlenmiştim. “Ne imam nikahı canım, olur mu öyle şey!” Gözleri faltaşı gibi açıldı. “Yani senin kocan yok mu???” Artık eni konu sinirlenmiştim ben de. Sert bir şekilde “yok.” dedim. “Peki hiç mi olmadı???” “Olmadı.” İki kardeş şaşkınlıkla birbirlerine baktılar sonra ikisi birden bana dönüp incelemeye başladılar. Kendi dertlerini unutmuş, yoğun bir acıma hissiyle bana bakarken bir yandan da dizlerini dövmeye başladılar “Vah ablacım vaah vah.” dedi yeni gelin, diğeri de başını sallayıp onaylarken “sen benden de bahtsızmışsın anacım.”
Böyle bir durumda bu bayanlara, söylenecek sözü, verilecek cevabı olan varsa buyursun söylesin. Ben tek kelime bile bulamadım doğrusu. Nutkum tutuldu. Öyleceee bakakaldım yüzlerine.
İnanılır gibi değil öyle değil mi. En ufak bir mizah öğesi ya da bir kelime bile ilave etmeden anlattığım bu şeyi ben yaklaşık iki sene önce yaşadım. Tastamam aynısını yaşadım. Yorumu dostlara bırakıyorum.
Hep sevgiyle kalalım…