Plasebo etkisi ( 2 )  

Posted by Asuman Yelen in , , ,

Seni güldüren şey nedir , ömrümün mini mini goncası?









Ey kanmayan kalb, senin küçük gül avcuna koymak için, dünyayı bir yemiş gibi gökten koparayım mı?

R.Tagore


Herşeyi bir tarafa bırakıp her gün bu postu yayınlamak istiyorum. Ve herkesin her gün bu yazıyı okumasını.....


Sevgiyle kalın..


2009 da hazırladığım bu postu gereğini yapıp bir kez daha yayınlamak geldi içimden.

Önce kendim için.

Bu çocuğun mutluluğu bana yaşama sevinci veriyor. Beni umutlandırıyor. Neşelendiriyor.

Sorunlarımı unutturuyor.

Üzerimde 'plasebo etkisi' yaratıyor.

Kayıp yıldız  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,



Yaratılış daha yeni olduğu ve bütün yıldızlar ilk görkemleriyle parıldadıkları zaman,

tanrılar gökte meclislerini kurdular, ve:

"Ey mükemmeliyet tanımlaması, katışıksız neşe !..." diye keyifle şarkılar söylediler.


Fakat birisi birdenbire bağırdı :


" Işık dizisinin bir yerinde bir kopuk var ve yıldızlardan biri kaybolmuş gibi geliyor

bana..."

Harplarının altından telleri koptu. Türküleri sustu. Dehşet, korku ile bağırıştılar.

"Evet, bu kaybolan yıldız en güzeliydi. Bütün göklerin şanı, zaferiydi o..."


O günden beri, onun aranması hiç bitip tükenmez, ve onunla, dünyanın biricik


neşesini kaybettiği feryadı birinden ötekine ulaşır.


Yalnız gecenin en derin sessizliğinde yıldızlar gülümser ve aralarında fısıldaşırlar:

" Bu arama boşunadır. Herşeyin üstünde, burada dört dörtlük bir güzellik hüküm

sürmektedir!"





Sır Rabındranath TAGORE

Gitanjali' den.

Güzel şeyler  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Bu akşamki avokado salatam






Cuma günü dostlarla birlikteydik.

En eskisi 68 yılından beri tanıdığım bir dost. Ablamın çalışmaya başladığı yılllardan. Ben onu Lisa
Minelli' ye benzetirdim o zamanlar. Kısa kesilmiş saçları, kalın eye linerleri ve mini etekleriyle çok hoşuma giderdi. Yakışıklı ve konuşkan eşiyle son derece uyumlu bir çifttiler. Evlerinde çok eksikleri vardı ama olmazsa olmaz Dual Pikapları ve ne yapıp edip aldıkları uzun çalarları baş köşedeydi. Kocasıyla birlikte mutfağa girerler, örtülü masada, o dönemde meşhur olan melamin tabaklarıyla ev yapımı Adana kebabı ve bol salata benzeri yemekler ikram ederlerdi. Sonra yer minderlerine oturur yüksek volümlü Santana dinlerdik. Onlar da bize gelirlerdi sık sık. Bu sefer bizim Dual' de Mantovanni, James Last, Paul Mauriat ve Los İndios dinlerdik.

Diğerleri de 70 li yıllardan emekli olana kadar ablamla çalışmış olan, hastalığında da onu hiç yalnız bırakmayan, benim yaşıtım dostlar.

Onlarla da sık sık ve en çok da bizde toplanılırdı. Ablamlar dışarda da çok toplanırlar, birlikte sinemaya tiyatroya ya da izinlerde seyahatlere giderlerdi. Ben de kendi arkadaşlarımla birlikte olurdum daha çok. Son on yılda da bu grupla hiç aksatmadan her ay buluşmayı sürdürdük.

Yine kurumumuzun Kalamış' taki lokalindeydik. Yedik, içtik, güldük eğlendik, geçmişten bugünden konuştuk. Sonra içimizden biri "ne iyi ediyoruz bu toplantıları yapmakla " dedi.
"Her seferi bir öncekinden daha coşkulu, daha anlamlı oluyor sanki."

Hep birlikte ve yürekten onayladık.

Anılarla, yaşanmışlıklarla, müzikle, sohbetle, göz yaşları ve kahkahalarla geçirilmiş kırk yılın semeresi bu huzurlu 3-5 saat.

Gittikçe tahammül edilmez hale gelen yaşamımızı çekilir kılan, böyle dostlar ve dostluklar işte.


Bugün de bir tanesi yeni işine başlayan, diğeri de Şubat' ta başlamak üzere anlaşan iki yeğenimin
yeni işlerini kutlamak üzere benim evde toplandık. Epeydir bir arada olamıyorduk. Geç vakitlere kadar oturduk konuştuk. Delikanlılar davudi sesleriyle hayli gürültü kopardılar. Paçoz da havlarıyla altta kalmadı doğrusu.

Böyle güzel şeyler için bir araya gelmek çok güzel.

Özetle, çok güzel bir hafta sonuydu...


Herkese güzellikler dilerim...




Bu gün de

Islık  

Posted by Asuman Yelen in ,




Geçenlerde bir dostum 30 yaşlarındaki oğlundan bahsederken çok endişeliydi.

Sebep?

Delikanlı, evde sürekli ıslık çalıyordu.

Bir evin tek çocuğuydu. Geç geldiği için de çok kıymetliydi. Her istediği alındı. Kolejlerde

okutuldu.

Hiç şımarmadı. Saygılı ve terbiyeliydi. Aynı zamanda neşeli, dost canlısı ve güler yüzlü.

Anne ile baba sürekli kavga ediyorlardı. Çocuğun gelişi başta biraz hızını kestiyse de çift, kavga

etmekten hiç geri durmadı. Onların odalarından yükselerek artan seslerini duymamak için

5-6 yaşlarındayken yüksek sesle şarkı söyler dönerek zıplayarak oynardı. Güfte ona aitti ve tek

cümlenin tekrarından ibaretti. " Biz neşeli bir aileyiz, ben mutlu bir çocuğum."


10- 11 yaşlarındayken babasını kaybetti. Okula ilk gittiği gün öğretmeni ve arkadaşları baş

sağlığı dilediklerinde "ölüm de doğum kadar doğal bir şey " dedi ve sessizce yerine oturdu.

Okul psikoloğu dostumu çağırarak bu garip savunma mekanizmasının doğal olmadığını belirtti.


Anne oğul sakin bir yaşam sürmeye başladılar. Pek sorun yok gibiydi. Üniversiteye başladı.

Yine dışa dönük, sosyal neşeli bir gençti. Ama onun da sorunları vardı doğal olarak.

Bir gün annesi tuhaf bir şey farketti. Oğlunun sıkıntılı ya da üzgün olduğunu her anne gibi

o da bir bakışta anlıyordu. Farkettiği şey, böyle zamanlarda ıslık çalıyordu. Hem de neşeli

melodiler. Önce belli etmedi. Önemsememek en güzeliydi. Sonra bir gün oğlan aniden

ıslık çalmaya başlayınca bilinçsizce " yine canın neye sıkıldı" diye sordu. Delikanlı önce şaşırdı,

sonra ikisi birlikte gülmeye başladılar.



Okul bitti. Master bitti. Askerlik bitti. Mükemmel kız arkadaşı ile iyi giden bir ilişkisi vardı.

Dostumun ve delikanlının tüm çabalarına rağmen bir iş bulamadılar. 500-600 TL maaşlı

işlerde çalıştı, parasını alamadı. Yuva kurmak, çocuk sahibi olmak istiyordu ama kız arkadaşının

babasıyla tanışmaya yüzü yoktu. Sokaklarda gördükleri, dünyada ve ülkede olup bitenler

giderek artan endişeler ve gelecekle ilgili umut ve güven boşluğu ve daha kim bilir neler

otuzunu aşkın bu yakışıklı delikanlının geçmişten gelen savunma mekanizmasını yeniden

hayata geçirmesine neden olmuştu.

Anne üzgün ve çaresizdi tüm bunları anlatırken.

Oğlu yüzünde garip bir tebessümle evde sürekli ıslık çalıyor ve hiç sorunu yokmuş gibi

davranıyordu.

Dostum bu yapay neşeden ve bu vaz geçmişlikten çok endişe duyuyordu. Haklıydı.


Son zamanlarda hepimiz benzer tavırlar içindeyiz aslında.

Dudaklarımızda sessiz ıslıklar, yüzümüzde yapmacık tebessümlerle sürdürüyoruz hayatımızı.


Tıpkı şarkıdaki gibi.


"Hani ıssız bir yoldan geçerken

Hani bir korku duyar da insan

Hani bir şarkı söyler içinden

İşte öyle bir şey..."


Güzel günlere...

İki güzellik...  

Posted by Asuman Yelen in ,

Can YELEN 18 Ocak 2011



Çocukluğumun Aydedesi. Güzel gece yürüyüşlerimizin eşlikçisi. Yüzümüze gülen, yüzümüzü

güldüren. Her gittiğimiz yerde adımlarımıza ayak uydurup bizi takip eden...

Gençliğimin mehtabı, doğuşu ayrı, batışı ayrı güzel, şiirlere ilham kaynağı, aşkı anlamlandıran,

keyfi nemalandıran, kumsalları, balkonları, terasları güzelleştiren...

Bu günümün dolunayı. Sebep olduğu kalp çarpıntıları, şişkinlikler, ruh sıkıntıları ile yaşamımı

zehir eden...



Can YELEN 18 Ocak 2011


Onun için ne demeli....

O kadar çok şey söyledim ki bu güne kadar...

Özetle...

Mutluluk, telaş, gürültü, dağınıklık, karmaşa, eğlence, keyif, hüzün, korku, sevgi, güven, sevgi,

güven, sevgi, güven, sevgi...



Güzellikler hiç bitmesin...

Yağmurun hatırlattıkları 7  

Posted by Asuman Yelen in , , ,


"Ah be kızım. Nasıl iş çıkardın şimdi. Niçin dikkat etmiyorsun. Senden başka kimse var mıdır acaba okulda, tatil günü sokaklara dökülen iğneci evi arıyan.

Biraz şaşkın, biraz korkulu, elimi sımsıkı tutmuş hızlı hızlı yürüyen anneme koşar adımlarla ayak uydurmaya çalışıyorum. Kasvetli hava, yağan yağmur iyice tedirgin ediyor yüreğimi.

Nihayet aradığımız evi buluyoruz, şişman, esmer kıvırcık saçlı bir kadın başını araladığı kapıdan uzatıyor. Asık bir suratla soruyor. "Buyrun, ne vardı?" Annem durumu izah ederken ben titreyerek etrafıma bakıyorum. Karanlık, taş bir avlu. Tüm eski Adana evleri gibi. Yarı açık yarı kapalı. Tabanı toprak açık kısmına yağan yağmurun tıpırtıları yüreğiminkilere karışıyor.

Avluya giriyoruz. Bir sedirin ucuna ilişiyorum. Kadınla bir kapının ardında kaybolan annem de geliyor yanıma oturuyor biraz sonra. Yan gözle bana bir göz atıyor ve gözlerimde nasıl bir korku gördüyse, o meşhur tek kaşı havada muzip haliyle, ciddiyetini de bozmadan beni rahatlatmaya çalışıyor.

"Korkacak bir şey yok. Biraz geç oluyor seninki o kadar. Bundan sonra daha dikkatli olursun olur biter. "

Hepsi benim şaklabanlığım yüzünden.

Adana' dayız. İlkokul ikinci sınıfa gidiyorum. Ablam da dördüncü sınıfta. Evimizin bir sokak ötesindeki Reşat Bey İlkokulu' nda okuyorum. Bu okulun o zamanlar bana uçsuz bucaksız gelen bahçesini hiç unutmuyorum. Üç şey net aklımda. Seyyar dondurma ve şalgam arabalari. Donurmacıdan 5 kuruşluk dondurma alabilmek için tekerleğin üzerine çıkmam gerekiyor. O kadar küçüğüm. Teneffüslerde hatta yaz tatilinde uygun dört ağaç bulup köşe kapmaca oynayışımız. Ve tabii bir kabusa benzeyen bu üçüncüsü.

Sınıf öğretmenimiz Cumartesi öğleden sonra İstiklal Marşının arkasından eve gitmeyip bahçede toplanmamız gerektiğini söylüyor. Öyle yapıyoruz. Tam karşımıza iki yüksek sehpa konuyor. Beyaz önlüklü iki hemşire siyah çantalarından uzaktan seçemediğimiz bir şeyler koyuyorlar sehpaların üzerine. Çiçek ya da verem aşısı yapılacak, emin değilim. Bizim sınıfın yarıdan çoğu ağlamaya başlıyor.

Ben ufak ufak gırgır geçiyorum. Sürekli olarak gülüyor ve hiç aşıdan korkulur mu diyorum. Herkes arkaya saklanırken ben öne atlıyor ilk masaya ilk giden ben oluyorum. Hiiiç korkmuyorum. Asla (!) ... Hemşire işini yapıyor. Gerçekten hiç acımıyor. Hoplaya zıplaya dönüyorum diğerlerinin yanına. Asık suratlı naif ablamla eve geliyoruz. Ablam suskun, ben kahraman edasıyla hiç acımadı muhabbetleri yapıp bir de babamdan "aferin Asunino" alıp memnun yatıyorum.

Gece ablam ateşleniyor. Ben mışıl mışıl uyuyorum. Sabah ablamın kolu şişmiş. Ben gayet neşeli.
Annemle babam uzat bakiim kolunu diyorlar. Bir de bakıyorlar ki sadece tentürdiyot kalıntısı. Dikkatla bakıp iğne izi arıyorlar. Yok. Ablam durumu anlıyor ve yüzünde bir zafer ifadesiyle anlatıp beni yerin dibine batırıyor. Birinci masada sadece sterilize edilip ikinci masada iğne vuruluyormuş meğer.

Korkudan bakamadığım için anlamamışım.

Ben bunları düşünürken kadın içerden sesleniyor. "Tamam gelebilirsiniz..."

Dizlerim titreyerek bir kapıdan içeri giriyorum. Annem de yanımda. Bedbin suratlı kadın kolumu sıvamamı istiyor. Annem elbisemin kolunu yukarı doğru kıvırırken dehşetle kadının yanan gazocağının üzerindeki kutuyu bir bezle alıp içinden bir maşayla şırıngayı alışını ilacı şırıngaya çekişini seyrediyor oradan tabana kuvvet kaçmak istiyorum.

Sonrası malum. Şişen kol, çıkan ateş, sevimsiz bir ağrı ve berbat bir hastalık hali.

Daha da kötüsü, duyduğum utanç ve yaşadığım dehşet...

Tam yarım asır sonra her ayrıntısını hatırlayabildiğime göre...


Herkese güzel bir hafta diliyorum...

Gün batımı  

Posted by Asuman Yelen in ,

Dün öğleden sonra biraz yürüyüş yapmak biraz da fotoğraf çekmek amacıyla evimin civarında keşif gezisine çıktım.

Boş yollar, sağda solda huzursuz koşuşturan köpekler, sıska kediler, kuru dallarıyla içe kasvet veren ağaçlar.

Sağ tarafımda boydan boya uzanan ormandaki çam ağaçlarının donuk, sessiz, hareketsiz, siyaha çalan yeşilliği.

Fotoğraf makinemi çantasından çıkarmak dahi gelmedi içimden.

Bu belki de biraz benden kaynaklanıyordu. Huzursuz, renksiz, çorak, kuru olan sadece benim ruhumdu. Yarım saatlik bir yürüyüşü kaldıramayacak derecede yorgun olan bedenim kadar |
yorgun ruhum...

Dönüş yolunda parkın içinden geçerken griliğin yavaş yavaş kızıla dönüştüğünü farkettim.
Başımı kaldırdım ve kıpkırmızı kocaman bir güneşin gülen yüzüyle karşılaştım.

Eve girip yavrumu hazırladım ve kameramı bırakmadan indik parka.

Birikte gezerken adım adım batırdık güneşi.

Geçmişim bir kere daha yetişti imdadıma.

Babamla gün batımlarında elele yaptığımız yürüyüşler canlandı gözümde. Birlikte söylediğimiz şarkılar geldi aklıma.

"Akşamlar inerken mavi sulara
bir kırık cam olur ufukta güneş...." diye başlayan hüzünlü parça...

Sonra daha neşeli bir başka akşam şarkısı

"Akşam güneş gökten indi
muhite bir melal sindi
beyabanın deresi
neden böyle çabuk dindi

trallalla la trallalla la...."

Sonra keyifle birlikte bizi bekleyen bahçesi gül, sofrası yemek kokulu, merdivenleri gıcırdayan ahşap evimize güle oynaya dönüşümüz.

Güneş tüm ışığını yavaş yavaş ruhuma doldururken parkı saran karanlıkta huzurla döndük
evimize.

Yarın dostumuzun günümüzü pırıl pırıl aydınlatacağı inancıyla.....




























































































































































Hörmetler Satürn, en büyük sensin...  

Posted by Asuman Yelen

Çocuğunu yiyen Satürn (Goya)


Sevgili Güngör Ekinci Beni uyarmış bu gün Satürn konusunda.

Ama çok geç.

Sen misin meydan okuyan!..

Mutfakta sakin sakin işimi yaparken aldı beni.

Savurdu, taşlara çaldı beni.

Evet düştüm. İlk gün hiç bir şey anlamadım. Dün belimin ağrısından ayağa kalkamadım. Bir de

şiddetli bir boğaz ağrısı ile birlikte grip başlangıcı.

Bugün biraz daha hafifledi belim ama ben korkudan kalkamadım yataktan. Yarın bir ay önceden

planlanmış bir dost toplantısı var. Gidebilmek istiyorum.

Bu satırları da yattığım yerden yazıyorum.

Belki sevgili Satürn okur da elini benden çeker ümidiyle yazıyorum.

Satürn seni seviyorum. Şaka yaptım. Hiç sözünden çıkar mıyım.

Gezegenlerin en güzeli en alımlısı (ve de çalımlısı) sensin.

Ayrıca en iyi kalplisi.

Gözünü seveyim, uğraşma benimle.

Soğuk  

Posted by Asuman Yelen in ,


Yavşak haa... Yavşak haa...

Can karşımızda kollarını kaldırmış bir yandan zıplıyor bir yandan da bağırıyor. 5- 6 yaşında. Şişli' de otobüs durağındayız. Berbat bir ayaz var. Muhtemelen hafta sonu ve ablamdan eve dönmek üzere ayrılmış otobüs bekliyoruz. Hepimiz çok üşüyoruz ama Can' ı öyle çok sarıp sarmalamışız ki üşüyebileceği aklımızdan bile geçmiyor.

O yaşında son derece neşeli hatta şaklaban bir çocuk olan yeğenim tepesi sivri yün başlığının içinde yüzü neredeyse morarmış üşüdüğünü belli etmemek için titreyen sesiyle ha bire aynı şeyi tekrarlıyor bir yandan tepinirken.

Farkına varınca ne yapmaya çalıştığını soruyoruz. " görmüyor musunuz horon yapıyorum" diyor.
Garibim "ha uşak ha " yı "yavşak ha"diye biliyormuş. Bu şaklabanlığıyla ısıtıyor bizi o gün. Gülerken üşümeyi unutuyoruz.

Sabahları olabildiğince çok uyuyup çok kısa zamanda hazırlanıp hafif mahmur bir halde işe gitmek üzere evden çıkınca yüzüme çarpan ayazı hissetmeyi çok severdim. Bir yandan yürürken derin derin havayı solumayı, soğuktan ürpermeyi.

Akşam yoğun bir beden ve zihin yorgunluğunun arkasından bankanın kapısından kendimi dışarı atabildiğimde hava nasıl olursa olsun yanmayı ya da üşümeyi zevkle kabullenirim. Özellikle biraz üşümeyi hayatta ve sağlıklı olduğumu hissttirdiğini düşünerek hep sevmişimdir.

Soğuktan en çok bizar olduğum zamanlar hareketsiz beklediğim ve bazan saatleri bulan otobüs ya da dolmuş kuyrukları olmuştur. Hele soğuk, yağmur veya karla karıştıysa bu bekleyişler azaba dönüşmüştür. Kadıköy meydanında arkadaşlarla buz üstünde geceyarılarına kadar tepine tepine binecek bir araç beklediğimizi hatırlıyorum. Bir de yoğun sisli sabahlarda saatlerce vapurun hareket etmesi için sisin dağılmasını beklerlen nemli ayazın nasıl içime işlediğini.

Bu gün akşam üzeri, bütün gün biraz da sıkılarak bel ve ayak ağrılarıyla moralsiz pinekledikten sonra, isteksiz bir şekilde, beni zorunlu çıkardığı için paçoza kızgın, üzerime bir şeyler geçirip apartman kapısından açık havaya çıkınca yüzüme çarpan yağmur ve soğuk içimi pişmanlıkla doldurdu. Parkın ışıkları altında kuru dallar üzerinde, yapraklarda mücevher gibi parlayan damlacıklar, nereden geldiği belli olmayan kuş sesleri. Soğuk havayı zevkle ciğerlerime çekerken duyduğum keyfi gölgeleyen tek şey orada burada koşuşturup duran korumasız kedi ve köpeklerdi yalnızca. Aslında bu kadar soğuk beklemediğim için üstüm inceydi ve Paçoz takıldığı bir ağacın dibini koklamak üzere durduğunda, onu beklerken, öyle çok üşüdüm ki tüm soğukla ilgili yazdıklarım ve şimdi yazacağım anılar tek tek film şeridi gibi geçti gözümün önünden.

Sene ya 1979 ya da 80. İstanbul' un en soğuk kışlarından birini yaşıyoruz.

Bakırköy' de yazın taşındığımız yeni bir apartman dairesinde kız kardeşimle (Rayuşla) oturuyoruz. Geniş balkonunda neşeli akşam yemekleri yediğimiz püfür püfür serin, yepyeni, parkeleri mutfağı pırıl pırıl, geniş bir apartman dairesi.

Akşam eve geliyoruz. Yeni ve rutubetli bina buz gibi. O sene de yakıt kıtlığı var. Bir gaz sobası bulup buluşturuyoruz. Gazyağı için kuyruğa girmek gerekli. Çalışıyoruz, vakit yok. O da olmuyor. Küçük bir elektrik sobası alıyoruz. Düğmesine bastığımız anda telleri tam kızarırken sigortalar atıyor. Ev beşinci katta. Sigortalar bodrum katında. Elimizde mum ve tabure iniyoruz, becerikli Rayuş sigortayı hallediyor. Eve çıkıyoruz . Nasıl soğuk. Soba bize bakıyor biz Rayuşla birbirimize. Karar verip önce ayaklarımızı dayıyor basıyoruz sobanın düğmesine. Bir an ayağımıza bir sıcaklık sonra hoop yine zifir karanlık. Bir kaç denemeden sonra vaz geçiyoruz.

Sabah işe gidecekmiş gibi giyiniyor, yün çorap, bere kaşkol ve eldivenle oturuyor, salondaki çekyatı açmadan, birbirimize sarılarak yatıyoruz. Kesinlikle abartmıyorum.

Hiç unutmuyorum (Rayuş da tabii) gecelerden birinde "Ninom" diyor. Aklımdayken bana para vereceksin. Falanca gelecek bu gün vermem gerek." O benden önce çıkıyor sabahları. Ben uyurken. (Fatih' te çalışıyor)

Çantam çıkarken almak üzere portmantoda asılı ve oraya gitmek için 2 yorgan, 2 battaniyenin altından kalkıp beş- altı adım yürümem gerek. Kesinlikle göze alamıyorum. Cevabım:
" Yarın telefon aç havale çıkarırım. Şimdi veremem."

Akşam çıkışta sobası olan yakınlardaki dostların evinde vakit geçiriyorız ve gece geliyoruz eve.

Yine böyle bir gece anahtarla kapıyı açıp girdiğimizde bir hoşluk hissediyoruz. Önce algılayamıyoruz durumu, sonra bakışıyoruz ve aynı anda bağırıyoruz. "SIICAAK ?..."

İnanamayıp radyatörlere koşuyoruz. Elimiz yanıyor. Çılgınlar gibi bağırışarak kızılderili yerliler gibi dans ediyoruz antrede koridorlarda. Delleniyoruz adeta.

Sonra yaşamımız normale dönüyor.

Ve tuhaftır ki kısa zamanda unutuluyor.

Biz insanlar ... Gerçekten garip mahluklarız. Ne istediğimiz ne istemediğimiz belli .

Bir övgüler yağdırırız. Bir şikayet ederiz. Bir nefret eder sonra döner yine severiz.

Bu arada görüldüğü gibi Satürn' le inatlaşmamız devam ediyor.

Ama söz. Bundan sonraki anı yazısı olmayacak. Sonra yine devam...


İçimiz ve etrafımız hep sıcacık olsun.

Hep sevgiyle kalalım...

A..J. Cronin  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,


Yeni yıl için şu çok meşhur beyaz sayfaya görünmez kalemle yazdığım kuralların başlarında bir yerde , "geçmişe biraz mesafeli durmak" kararı vardı. Hemen söylemeliyim, bunun Satürn ' le kesinlikle ilgisi yok. On- on beş gündür kendimle ilgili yapabileceğim en radikal değişikliğin bu olacağını bu yüzden kolay olmayacağını tahmin ediyordum. Ama hemen ilk günden dolup taşacağımı ve ilk yazımın yine anı yazısı olacağını hiç öngörmemiştim doğrusu.

Evet. Ocak bir gol bir. Akşam oturdum güzel güzel Show TV. de dans yarışmalarının tekrarını izledim. Sonra yazmayı düşündüğüm keyifli post için tam ekrana arkamı dönmek üzereydim ki başlayan filmin altındaki açıklama çarptı gözüme. "A.J. Cronin' in romanından uyarlanmıştır." Sonra, radyo temsili gibi dinlemeye başladım. Londra' da bir baba ve anne kızları için bir damat adayı bulmuşlar, kız gönülsüz. Tanımadan aşık olmadan evlenmek istemiyor. Otoriter tavırlı anne daha ne kadar babasına yük olacağını soruyor. Kız reddetmekten vaz geçip adamın mesleğini öğrenmek istiyor. Anneden babadan önce atlıyorum. Doktor. Sonra merakla beklemeye başlıyorum. Ne zaman Uzak Doğu' ya gidilecek . Gerçekten bir kolera salgını nedeniyle gönüllü olarak karısını da alıp Çin' e gidiyor doktor bey. Film, orada geçiyor.

Yaşıtlarım bilirler, A.J. Cronin bizim ilk gençlik yazarlarımızın en çok okunanlarından biriydi. Mesleği de doktorluk olan yazarın roman kahramanları genellikle doktordu ve çoğunlukla olay lar Uzak Doğu' da geçerdi. Bir de kadın yazar vardı benzer (umarım kitapsever dostlarım hatırlayıp yoruma yazarlar) doktor-Çin ikilemesini kullanan, ismini hatırlayamadığım.

Cronin' in çok sayıda kitabını okuduğumu hatırlıyorum. Şahika ismi aklımda kalmış ama esas bir çırpıda okuyup en çok etkilendiğim eseri Yeşil Yıllar olmuştu. 16- l7 yaşlarımdaydım sanıyorum.
O dönem en sevdiğim romanların başında geliyordu. Aklımda kalan deniz tutkusu, kardeşlik, ayrılık temalarının ağırlıklı olduğu idi. Sonu çok çarpıcıydı.

Sonra o yaşlarda bol bol okuduğum o günleri hatırladım.

En çok gece ve yatağımda okurdum. Elime aldığım kitabı bitirmeden kesinlikle uyumazdım. Aklıma bir şey takılıp anlamadan okuduğumu hissedersem geriye döner, tek kelimeyi boş geçmezdim.

Eğer gündüz okuyorsam elimde ya elma olurdu ve yıkayıp ısırarak yerdim, ya da soğuk süt içerdim. Hala elma ve özellikle soğuk içiyorsam süt bana hemen ilk gençliğimi ve kitap kokusunu çağrıştırır.

Çalışırken yollarda çok kitap okudum. Trende ve vapurda. Kara yolunda kesinlikle okuyamam.
Hemen başım döner midem bulanır. Unkapanı' da çalışırken, Bakırköy-Yenikapı arası trende genellikle ayakta olurdum. Ama dönüşte Sirkeci' den ilk kalkacak olana oturamazsam mutlaka bir sonrakine biner açar kitabımı okurdum. Sonra ilginç bir şekilde bir an gelir kitabı kapatır toparlanır, tren durur ve inerdim. Nasıl bir alışkanlık oluşmuşsa, durakları takip etmem gerekmezdi. Zeytinburnu- Yenimahalle arası çok uzun, Yenimahalle- Bakırköy arası çok kısa olduğu için herhalde içgüdüsel olarak algılardım ineceğim durağı.

Doksanlı yılların ortalarından sonra zihnim tamamiyle başka konularla ve yoğun bir şekilde meşgul olduğundan sanırım, okuduğum şeye odaklanma yeteneğimi kaybettim. Gerektiğinde okuyormuş gibi yapıp boşa sayfa çevirdim ama uzun süre okuyamadım. Son üç yıldır yavaş yavaş önce sevip bildiklerimden başlayarak en çok da bu blogun katkısıyla dostların yazılarını bol bol okuyarak bu durumun üstesinden gelmeye çalışıyorum.

Görüldüğü gibi ben ne kadar denemek istesem de geçmişim beni bırakmıyor. Alay eder gibi televizyonda ilk defa Cronin' den bir uyarlama ekranlardan göz kırptı, nanik yaptı. İlgimi çekmeyi başardı.

Sanırım bu, Satürne düşman bir gezegenin işi. Onlar itişip kakışıyorlar, olan bana oluyor.

Böylelikle de, yine, her sene olduğu gibi o 365 beyaz sayfalı boş defter, ilk sayfasından itibaren boş kalmaya mahkum gibi görünüyor.

Ve Erol Evgin yine aynı şarkılarla bir yerlerden sesleniyor.

Hep böyle kal. Hep böyle kal . "Dün" e yakın...

Hep sevgiyle kalalım...

Blog Widget by LinkWithin