Her mümin kendi bacağından asılır  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Senelerce önceydi. Bizim kızlar henüz evlenmemişti. Hepimizin çalıştığı dönemler. Ortanca teyzem bir hafta sonu bizi ziyarete gelmişti. Beş vakit namazını hiç kaçırmaz, mutlaka kılardı.

İkindi vaktiydi. Seccadesini verip birimizin yatak odasını göstermiştik kılması için. Namaz bitince yanımıza geldi, bir yandan beyaz namaz örtüsünü katlayıp çantasına özenle yerleştirirken tek kaşı havada kınayan bir sesle şunları söyledi. " Kızlar, şu karyolanın altına bir bez sürüverin. Toz içinde. Ne kadar ayıp." Utanmak bir kenarda dursun, bakışıp kıs kıs gülüşmüş, o gittikten sonra epey bir konuşmuştuk bu konuda. "Böyle namaz mı olur" çerçevesi dahilinde bilmiş bilmiş ahkâmlar kesip, sonuçta biz onu kınamıştık(!) Hangi cüretle ise....

Emekli olduktan sonra, bir arkadaşım iftara davet etmişti. 13- 14 sene önceydi sanırım. Tam iftar vaktine meşhuur "Yalan Rüzgarı" denk geliyordu o yıllarda. Arkadaşımın o tarihlerde altmışlarının sonlarında olan annesi, son derece tatlı, çok sevdiğim, saydığım Nermin teyzem, bir kaç lokma iftarlık yedikten sonra biraz arkamızda aynı odada seccadesini serdi ve namaza durdu.
Ben hemen kumandaya atladım ve televizyonun sesini sıfırladım. Biraz sonra namazı bitip masaya dönen tatlı teyzem, bana sitem dolu tatsız bir bakış fırlattı. "Niye kıstın be Asumanım bari ucundan dinliyordum. Hadi şimdi anlatın bakalım. Krikıt sarı çocukla n'aptı. Barıştı mı."

Küçükken, bir çok çocuk gibi biz de namaz kılan büyükleri şaşırtmak, güldürmek için elimizden gelen şaklabanlıkları yaptık. Karşılarına geçip maymunluklar denedik. Biraz fazla samimi olduğumuz küçük teyzemin ayaklarını gıdıklamaya kadar götürdük işi. Namazı bırakıp terliği kapan koştu. Bir kişi hariç. Babaannem.

Babaannem Yemen' li olduğu ve Arapça da kendi lisanı olduğu için, okuduğu her duanın anlamını
biliyor, bu da onun gerçekten namaza konsantre olmasını sağlıyordu. Kur'an okurken sürekli tebessüm etmesi de eminim bu yüzdendi.

Bu sene sahuru beklerken izlediğim bütün sohbetlerde ortak konu sanki sözleşilmiş gibi bu konsantrasyon meselesinin nasıl aşılacağı, günlük hayatın, (sağlık, para, politik, özel) bir yığın sorunu arasında bunun mümkün olup olamayacağı konusu yatırıldı masaya.

Tüm bu tartışmaları, bu konuda söz sahibi, ilim sahibi, konuyu çok iyi bilen erbabına bırakalım.
Tartışılmayacak, hepimizin kabul edebileceği bir gerçek var ki, ibadet, kul ile Allah arasında.
Bunun dışında konuşabilecek, fikir beyan edebilmemi sağlayacak bir donanımım yok. Olsaydı da ben yine de fikir beyan etmezdim kesinlikle.

Benim küçük örneklerime gelecek olursak. ..

Büyük teyzemi, (bu yazıda bahsettiklerimin büyük olanını) bundan üç yıl önce doksanlarının sonunda kaybettik. Yalnız yaşıyordu. Bu onun tercihiydi. Aklı başındaydı ve beş vakit namazını hiç bırakmadı. Fazla konuşmazdı. Duygularını pek belli etmezdi. Hiç kimsenin, gelinlerinin arkasından bile konuşmadı. Hiç şikayet etmedi. Sabah çok erken saatte onu sakin uyuyormuş gibi bulan oğlunun çağırdığı doktor, ölümün doğal ve sıkıntısız olduğunu tesbit etmişti.

Hemşire olan ve hiç evlenmeyen küçük teyzem, hayatı boyunca ablalarının hemen her doğumunda bulunmuş, herkese gerekli zamanlarda yardıma koşan hayat dolu bir insandı.
Emekli olduktan sonra çok istediği şeyi yaptı, hacca gitti. Nasıl bir huzur bulduysa, (anlata anlata bitiremezdi) maddi manevi tüm şartları zorlayıp bir kez daha gitti ve orada vefat etti.

Nermin Teyzem hala hayatta. Sağ elinin badem parmağı kumanda aletinin açma-kapama düğmesine yapışık, televizyonun karşısındaki koltuğunda seyredebildiği kadar dizi seyrediyor. Yarışmaları takip ediyor. 'Haber ajanslarını' ise hiç kaçırmıyor. Tabii namazını da...

Allah ona sağlıklı uzun ömürler versin...


Sevgiyle kalın...

Huzur  

Posted by Asuman Yelen in , ,

Ağustos 2010


Bu günüme hakim olan ruh hali hiç şüphesiz ki "huzur" du.

Bu, artık yaşamımın sonuna kadar benimle olmasını istediğim tek zenginlik. Huzur, benim bu haliyle bu dünyaya, her haliyle insanlara ram olmamın bir ödülü olarak hep benimle kalmalı, ruhumu yatıştırmalı, bedenimin kaslarını gevşetmeli.

Her akşam üzeri Paçozla parka girdiğimizde çimenlerde top oynayan 7-8 yaşlarında 7-8 çocuk topu maçı bırakıp "PAAÇOOOZ" diye çığlıklar atarak koşarlar, ben de her seferinde " çocuklar niçin bağırıyorsunuz, siz böyle gelince o da neye uğradığını şaşırıyor, ben de rahatsız oluyorum" desem de ertesi gün aynı çığlıklarla koşup gelirler paçozun orasını burasını mıncıklarlardı.

Bu gün parka doğru yürürken o çocuklara hiç bir şey söylememeye kararlıydım. Nihayetinde o yaşlardaki birsürü çocuğun sessiz olmasını istemek saçmalıktı. Ama onlar da bir başka şeye karar vermişler kendi aralarında. Hepsi, muzip muzip gülerek abartılı teatral tavırlarla yanımıza yaklaştılar ve "paaçooz" diye fısıldayarak sessizce sevdiler. Gözlerime, kulaklarıma inanamadım. "Ama siz de abarttınız canım" dedim. "Karar verdik bundan sonra bağırmayacağız" dediler.

Gündüz yeğenim bendeydi. Uzun uzun konuştuk. Akşam iftarı kızkardeşimle birlikte yaptık. Sonrasında balkonda çaylarımızı içip hoş sohbetler yaptık.

Gece bilgisayarımın başına oturdum. Blogger dostların yazılarını okudum. Her biri ayrı hoştu. Kahkahalarla güldüm. Tebessüm ettim. Bilgilendim. Mutlu oldum ve huzurla doldum.

Hepsi de iyi ki varlar, iyi ki bulundukları yerdeler.

Herkese mutlu, huzurlu ve tabii ki sağlıklı hafta sonları diliyorım.

Sevgiyle kalın...

Ramazan ve anılar,  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,


Bu akşam küçük, hoş bir sürprizle karşılaştım.

Geçen hafta küçük kızını azarlayan kirli sakallı genç adam bu gün onu omuzlarında taşıdı. Salıncağını itti. Yüreğinin sakalından temiz olduğunu anlamak beni çok mutlu etti. Anladım ki o anki siniri geçici bir durummuş. Çok aceleci davranmışım, empati yapamadan babaya yüklendiğim için biraz suçluluk hissettim doğrusu. Bu da benim çocuklara çok zayıf olmamdan kaynaklanıyor. Hasılı Paçozumla keyifle seyrettik bir müddet ikiliyi.

Asık suratlı çiftte umut yok. Arkaları ahaliye dönük, birbirleriyle de konuşmadan dosdoğru karşıya bakarak oturuyorlar.

Yangın merdivenindeki küçük kızı bir daha görmedim.

Biraz önce bulaşık makinemi korkarak çalıştırdım. Yeni serdiğim kilimi kıvırıp önünü havlularla beslediğim makinem vukuatsız çelıştı. Buna çok sevindim.

Gelelim düne...

Dün akşam iftar vakti yan alt çaprazımızda bir yaşlı amca (seksenine yakın olabilir) kulağının arkasında sigarayla ezanı bekledi. Müezzin ezana başlar başlamaz da çarçabuk cebinden çıkardığı çakmağıyla yakıp derin bir nefesle açtı orucunu.

Bu çok sık olmasa da bu yaşa kadar çok karşılaştığım bir durum.

Ne zaman kulağının arkasında sigara ile ezan bekleyen birini görsem hemen her seferinde Casim Bey Amca' yı hatırlarım. Bu çoook eski bir anı.

Casim Bey Amca bizim Adana' daki ev sahibimiz. Benim yedi yaşımda olduğum, Annemin otuzbeş sonrası babamın kırk yaşlarında olduğu bu dönemde, eşi Naciye halayla birlikte bir kapısı bizim evin avlusuna açılan bitişik binada otururlardı. Sanırım halamız olmadığı için annemin-babamın çok sevdiğimiz hanım arkadaşlarına "hala" demek adettendi.

Oturduğumuz ev iki katlı ve ahşaptı. Birinci katın zemini alçak olan yarısının üstü kapalıydı ve misafir odası, mutfak bu kattaydı. Tahta merdivenlerle çıkılan ikinci kat da iki adet yatak odası, banyo ve ortasından bir asma ağacı geçen terastan ibaretti. İlk katın diğer yarısının üstü açıktı. Zemini topraktı ve kedimiz Renginin sürekli dilini çıkararak su içtiği bir çeşme vardı.

Ablamla o merdivenlere oturup bebeklerimizle ya da üstü açık avluda topumuzla oynardık.

Hayli yaşlı bu çift, çocukları olmadığı için her halde bizim keyifli ailemizi çok severlerdi. Naciye Hala sık sık çeşmeli avluya açılan ara kapıyı açar anneme seslenip haber verir ablamla beni evine götürürdü. Beyaz dantelli minderli, tertemiz sedirleriyle, üzerinde gümüş çerçeveli fotoğraflar, içinde gümüşler olan cilalı büfesiyle bizimkinden çok farklı misafir odasına oturtur, süt ve kendi yaptığı kurabiyelerden ikram ederdi. Yanında delik işli krem rengi peçeteler getirirdi. O devirde sanırım kağıt peçete yoktu. Bizimle yetişkinlerle konuştuğu gibi sohbet ederdi.

Sıcak Adana akşamlarında bu çiftle çok sık bir arada olduk. Biz küçükler kitaplarımızı okur ye da evcilik oynarken dört yetişkin, saygılı, edepli, seslerini hiç yükseltmeden, laubalileşmeden, belki politika, belki spor, belki sanat belki sinemadan hanımlar biraz yemekten muhtemelen, ama hep bir arada sükünetle sohbet eder arada çaylarını, limonatalarını yudumlarlardı.

Ve Casim bey amca, otuz Ramazan iftarını hep kulağının arkasındaki sigarasıyla, ezanın okunmasını beklediği, evinin kapısının önünde açardı.

Muhtemelen artık hayatta değillerdir. Nurlar içinde yatsınlar...

Bir bardak su  

Posted by Asuman Yelen in ,


Sadece bir bardak su almak için gitmiştim mutfağa.

Niyetim bu akşam dokuz buçuk civarı, yine parkta gördüğüm yaşlı bir beyefendiden yola çıkarak Adana' daki çocukluk Ramazan anılarımdan bahsetmekti. Biraz TV. izledikten sonra dudaklarımda bir tebessümle ( aklıma gelen çocukluk günleri çok güzeldi) masama tam oturacakken "bir bardak su alayım da bir daha kalkmayayım" düşüncesiyle mutfağa yöneldim.
Yönelmez olaydım. Bir bardak su için girdiğim mutfaktan iki kova dolusu suyla l2 de çıkabildim.

Akşam yemeğinden sonra birkaç gündür çalıştırmadığım bulaşık makinesine tabağımı bardağımı bir kaç parça bir şeyi daha yerleştirmiş, düğmesine basıp çıkmıştım. Ne olmuşsa olmuş. Sonradan anladım ki süzgecini 3 zeytin çekirdeği ve başka birkaç şey tıkamış. İki akşam önce yeğenlerim bendeydi. Yemekten sonra yardım olsun diye sofrayı toplayıp makineye tabakları koydular. Sanırım yıkamadan yerleştirdiler makineye.

Keyifle daha mutfağın kapısına ulaşmadan, antrede ayak seslerimin değiştiğini, bir an sonra da terliklerimin suya battığını ardından ayaklarımın ıslandığını hissettim. Işığı yakınca da feci manzarayla karşılaştım. Yeşil mutfak kilimim yüzmeye başlamıştı nerdeyse. Biraz bön bön bakınıp dumur vaziyette bekledikten sonra, giriştim. Önce kilim koşa koşa götürülüp banyo küvetine suları süzülmek üzere atıldı. Vileda kovası ve püskülü ile başedilecek gibi değildi. Ne kadar temizlik bezi varsa hepsi devreye sokuldu. Uzun bir uğraştan sonra yağlı sular toparlandı. Sonra deterjanlı suyla bir fasıl daha silindi.

Yine de iyi niyetlerle oturdum masama. Bu sefer de internet bağlantısı gitmişti. Yeni geldi ve bende anı yazacak hal kalmadı bugünle cebelleşmekten.

Ama yarın Adana ve Casim Bey Amca' yı mutlaka anlatacağım. Allah kısmet ederse tabii.

İyi geceler...

İki bilge ve insan  

Posted by Asuman Yelen in , ,



Buluşma yerime giden yola tek başıma çıktım.


Fakat bu sessiz karanlıkta beni izleyen kimdir?


Onun varlığından kurtulmak için kenara çekilir, fakat ondan kurtulamam.

O kurumlu yürüyüşüyle yer
deki tozları kaldırır, ve söylediğim her kelimeye yüksek sesini katar.


O benim öz küçük benliğimdir, sahibim.

O utanmak, arlanmak bilmez, fakat ben onunla birlikte senin kapına gelmekten utanırım.


Sır Rabındranath TAGORE Gitanjali' den
Çeviren: İbrahim HOYİ






..... Bütün insanlarda aynı ruh vardır, ama hepsinde aynı yağ bulunmaktadır.
Dünyada çeşitli diller, çeşitli lugatler var, fakat hepsinin de anlamı birdir.
Çeşitli kaplara konan sular, kaplar birleşirler, bir su halinde akarlar. ....

Mevlana Celaleddin Rumi

Paçoz, Pavlov ve Ezan  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Birkaç gündür çok ilginç bir şey dikkatlerimizden kaçmıyor.

Benim uzun kulaklı koca tüylü sarkık yanaklı can dostum Paçoz' um akşam, evin mutfak camı ile salon balkon kapısının mükemmel esintili tek bölümü olan antrede tüyleri uçuşa uçuşa bütün gün yatıyor. Eğer üşenmezse kapıdaki tıkırtılara gönülsüz halsiz bir şekilde iki hav deyip yine uyuklamaya devam ediyor. Sabah 9-10 civarı ve akşam 7-8 arası l5 er dakika parkta geziyoruz, yine ağaç gölgelerinde kendini küt diye yere atıyor. Ben de oturuyorum yamacına.








Akşam sofra hazırlanırken, sonrasında başında oturup iftarı beklerken o yine istifini bile bozmuyor. Taa ki müezzin(ler) ezana başlayana kadar. Ezan sesi başlarken uykusundan uyanıyor ve fırlayıp koşuyor dizlerimin dibine. Dil dışarda sırıtık bir vaziyette hazırolda bekliyor.

Bütün köpekler gibi o da yeni duruma güdüleriyle uyum sağlayıvermiş.

Pavlov bulunduğu yerden keyifle gülümsüyordur eminim...

Bir iftar davetinden sonra...  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Bir mucize gerçekleşti. İftara misafirlerim vardı ve bir saat kala hemen her şeyim hazırdı.

Her şey yolunda gitti. Dostlarım memnun ayrıldı. Güzel bir geceydi. Paçoz bile çok az havladı ve pürüz çıkarmadı.

İsterseniz flashback yapalım ve akşam saatlerine geri dönelim...

Saat kaç? Yedi buçuk.

Yoğurtlu çorba tamam.

Bir küçük sahanda biraz tereyağı biraz zeytinyağı karıştırıldı. Son anda nane yakılıp üzerine dökülecek.

Çaydanlık suyla dolduruldu. Üzerinin çayı kondu. Yarım saat sonra altı yakılacak.

Salata hazır, son anda sosu konacak. İftarlıklar hazır. Yemeklerim servise hazır. Böreğim fırında.
Onbeş dakika sonra fırın yakılacak.

Sofrada eksik var mı? Yok galiba. Çatal-bıçakların yerleri yönleri doğru mu? Eewweet. Su bardakları çay bardakları hepsi tamam.

Sürahi dolapta. Son anda gelecek. ( Ahh suuu!... )


45 dakikam var. Çabucak bir duş alıp giyinmeye ve kalan hazırlıkları tamamlamaya yeter de artar bile.


Allah razı olsun yemek programlarını icat edenlerden. Seyrede seyrede nihayet bu kıvama gelebildim. Deha önceki senelerde mutlaka gereksiz bir telaşa kapılır, aynı anda bir çok şeyi yapmaya kalkışırdım. En az biri mutlaka yanardı. Diğerleri de ya tuzsuz ya da az pişmiş olurdu. Aksilikler arttıkça moralim bozulur sonunda telefona sarılırdım. "Raayuuşş sen ne olursun erken geeell!..." Cancağızım bu telefona hazırlıklı beklerdi zaten. Yatıştıran tebessümüyle anında kapıda belirir, inisiyatifi ele alırdı. Varsa kırılanı toparlar, döküleni siler, sofranın eksiklerini tamamlar, işleri yoluna koyup evine döner, sonra eşiyle birlikte misafir pozlarında yeniden kapıyı çalardı.

Amaa. Artık öyle değil. Yemek programlarının çoğunun hazırlık safhalarını izleye izleye öyle çok şey öğrenmişim ki..

Bugüne gelirsek...

Önce herşeyi kafamda sıraya koydum. Sonra Ramazan' a özel notlar yazıp buzdolabına yapıştırdım. Örneğin kocaman bir "Tuz koymayı unutma". Sonra tarifler, minik uyarılar.
Kendimi hep süreli bir yarışın içinde hissttim. Derin bir nefes alıp sırasıyla, tıpkı izlediğim gibi
kotarıverdim işleri.

Tembihlediğim şekilde diğer dostlarla eş zamanlı gelip onlarla oturup sohbet eden kızkardeşim genelde memnun ama biraz da kırgın gibiydi. Sanırım kendini biraz dışlanmış hissetti. Bu yeni duruma alışmak, korkarım onun için hayli zor olacak.

Öğrenmenin sonu yok dostlar. Yeter ki fırsatlardan yararlanmasını bilelim.

Allah ağzımızın tadını bozmasın...

Ramazan ve insan  

Posted by Asuman Yelen in , , , , ,


Ramazan' ın birinci gününün akşamında iftar sofrasında babam oruçlarımızı bozduktan sonra, "otuzda biri bitti" derdi. Hayli moral bozucu gelirdi bu küçücük oran bana ve büyük bir olasılıkla hepimize.
İkinci gün, " onbeşte birini devirdik" dediğinde otuz rakamının birden on beşe düşmüş olması, sihir gibi etkilerdi bizi.
Üçüncü gün, "onda biri bitti bile" dediği zaman daha da heyecanlanır, şevke gelirdik. Halbuki biten sadece ilk üç gündü. (Bu sıcaklarda morali bozulanlara bu küçük hesap önerilir.)
Bu ve benzeri küçük şeyler, tatlı sohbetler, çeşitli sürpriz yemekler, misafirler, misafirlikler, Karagöz- Hacivat derken, her Ramazan şölen tadında geçerdi. Gerçekten çok güzeldi.

Bu akşam, çocuklarla sohbet ederek, parkı dolduran eşle dostla selamlaşarak Paçoz' u gezdirirken, birkaç gündür rastladığım çift yine dikkatimi çekti.

İstanbul' da bu çok sıcak ve nemli günlerde insanlar akşam üzeri kendini sokaklara atmakta. Kimi bulunduğu muhite göre deniz kenarına, kimi de bizler gibi içinde bol ağaç barındıran parklara koşmakta. Hele bir de muhabbeti kendinden menkul Ramazan Ayı da girince işin içine, gruplar artmakta, topluluklar büyümekte, kimi çimenlerin kimi bankların üzerinde sohbetler etmekte.

Ama bu çift, herkesten uzakta bir köşede, yanyana ama hiç konuşmadan asık suratla, arkaları dönük öylece oturuyorlar her gün.
İhtimal ki bu ikilinin biri insanları pek fazla sevmiyor, kalabalıklardan hoşlanmıyor ve diğerini de bu yalnızlığın içine çekiyor. Diğerinin bu durumdan memnun olabileceğini hiç sanmıyorum.

Dün de bir başka olay aynı saatlerde beni çok üzmüştü.
Paçozla geniş çimenlerin üzerinde dolaşırken, yok aslında paçoz kendini sık yapraklı bol gölgeli bir ağacın altına atmış dil dışarda nefes almaya çalışır, ben de ayakta etrafı seyrederken, küçücük bir kız çocuğu yaklaştı yanımıza. Üç yaşında yok belli. Yüzünü tamamen kaplayan kocaman sarı çerçeveli gözlükleriyle, koluna taktığı naylon poşetiyle mantar gibi bitiverdi önümüzde. Cıvıl cıvıl gülerek, paytak paytak koşarak yanında kendinden birkaç yaş büyük bir oğlana Paçoz' u gösteriyor. Paçoz kendinden geçmiş yatıyor.

Biz öylece uzaktan uzağa gülüşür bakışırken birden gerilerden bir erkek sesi gürledi. "Hemen buraya gel!..." Çocuk ya anlamadı, ya oralı olmadı, hala paytak paytak Paçoz' a yaklaşmakta. Bir kadın koşarak geldi çocuğu kolundan yakaladı sürükleyerek arkalara bir yere sürükledi. Adam geldi poşeti kızcağızın elinden çekti aldı fırlattı. Çocuk çığlık çığlığa "babam babam" diye genç adamın dizlerine sarılmış ağlamakta. Anne gitti torbayı yerden aldı, silkeledi çocuğa verdi. Çocukcağız hevessizce aldı torbasını, keyfi kaçmıştı bir kere, öylece yaşlar gözünde şaşkın dalgın kalakaldı. Asık suratlı babaya baktım ve düşündüm. Hiç bir şey bu çocuğun kalbini kırmanın özürü olamaz. Hele oruç, asla...

Bu güne dönecek olursak, bu gün yeğenime arkadaşlarıyla yemesi için bol miktarda poğaça yaptım. Uzun zamandır eve un bile almayan ben, çok iyi yaptığım bu işi hemen hemen unutmuşum. Yağ, yoğurt, yumurta ve "aldığı kadar" un. Uzun süre ellerime yapışan hamurla cebelleştikten sonra, (allahtan iki paket un almışım) ve neredeyse umudumu kesip vazgeçecekken, mucize gibi her şey yoluna girdi. Ellerim hamurlardan kurtuldu, çelik tepsi pırıl pırıl oldu, sonuç, iki tepsi kıyır kıyır (hıyır hıyır) poğaça. Lezziz mi lezziz.

Bu işlere ilk başladığımda, yani gençken, bir çok şey gibi bu "aldığı kadar" tanımıyla da başım dertteydi. Hemen sinirlenir, gerekli sabrı gösteremez, önce tepsiye yapışan karışımı çöpe atar, önce tepsiyi, sonra ellerimi uzun uzun yıkar da kurtulurdum o yapışkan şeyden.

Artık biliyorum ki gereken sadece biraz sabır. Fırlatıp atmak çare değil. Telaş etmeden, paniğe kapılmadan, azar azar un ilave ederek, tabii biraz daha fazla ayakta kalmayı göze alarak, hiç beklemediğiniz bir anda her şey yoluna giriveriyor. Önce elinize sıvaşanlar yok oluyor sonra tepsiye yapışanlar mis gibi bir poğaça hamuruna dönüşüveriyor. O hamur da poğaçaya. Mutlu son.

Dedim ya . Sadece sabır....

Sevgiyle kalın...

Sabah kuşu  

Posted by Asuman Yelen in , , ,


Sabah kuşu öter.

Daha sabah olmadan ve ejder gece, daha hala göğü soğuk, halka halka bedeniyle sımsıkı tutarken, o nereden, sabahtan haber getirebilir?...

Söyle bana sabah kuşu, göğün iki katlı gecesinden ve yapraklarından, o doğuya ulaşmayan
haberci, senin rüyalarına nasıl yol buldu da girdi?...

Sen, "güneş yoldadır.. Artık gece yoktur.." diye bağırd
ığın zaman dünya inanmadı sana...

Ey uyuyan, uyan. Işığın ilk kutsamasını bekleyerek, alnını aç ve sevinçli bir imanla sabah kuşu ile birlikte şarkı söyle.




Rabindranath Tagore
Meyva Zamanı' ndan.


Tüm dostlarıma, sağlık, mutluluk, bolluk, bereket ve sevgi dolu güzel bir Ramazan dilerim.


Sevgilerimle....

Gelişine muhabbet  

Posted by Asuman Yelen in ,


Futbolda bir tabir vardır. "Gelişine vurmak." Top yönünü almış giderken ayağına denk gelen futbolcu, tabii yön karşı takımın kalesi ise, ayağına gelmişken, biraz belki hız kazandırmak amacıyla vurur topa. Biraz tesadüfi, biraz olmasa da olur bir vuruştur sanki. Beklemeden, pozisyon almadan, öylesine.

Bazen insanın canı bunu yapmak istiyor. Gelişine yaşamak. Çıkışı belli, çizgisi belli, sonu belli bu yaşam sahasında gelişine başlamak güne, fazla düşünmeden, kasmadan, plan kurmadan devam etmek, küçük sürprizlere sevinmek, hoşlukları görüp tatsızlıkları yok saymak.

Amaçsız yürümek örneğin... Karşına çıkan ilk araca binmek yahut. Ayakların ya da tekerleklerin götürdüğü kadar gitmek...

Camın önüne oturup dışarıya bakmak. Biraz bulutlara, biraz ağaçlara, belki gelene geçene ilgisizce bakmak, dalıp gitmek, öyle ki, aniden haykıran bir kediyle yerinden sıçrayacak, gözünün önünden uçan bir kuşla irkilecek kadar uzaklaşmak bulunduğun yerden...

Sırt üstü kanepeye uzanıp muhasebe yapmadan, ruhsuz ve beyinsiz bir şekilde gözü kapalı yatmak... Kirpiklerden sızan ışıklarla sımsıkı kapalı gözlerin siyahında şekillenen yeşillerle sarılarla allarla morlarla eğlenmek. "Ama nasıl?..." " Şimdi bu da nerden çıktı?..." "Haydaa..." demeden. Öylesine uzanıp kalmak...

Arada sırada bünyeyi nadasa bırakmalı insan. Sıkılı yumrukları açmalı, dimdik durmaktan kasılan sırtı, çeneyi gevşetmeli, duyguları, düşünceleri, ilgileri, sevgileri, öfkeleri senelik izne yollamalı.

Düşününce, pek de fena bir şey değil sahanın bir kenarına çekilip kendini az gösterip topun ayağa gelmesini beklemek, sonra da gelişine vurmak. Varsın spiker "gelişine vurdu" derken sesinin volümü az olsun. Arasıra o vuruşu gole o sesi çığlığa çevirme olasılığı da yok değil hani.

Yaşam denen bu şikesi, şaibesi bol, köşebaşları bol haneli rakamlarla tutulmuş, hakemleri satılmış, üç beş kişinin sözünün kanun sayıldığı garip büyük ligde, sahaya çıkıp iyi niyetle kendini oradan oraya atmanın, düşüp dizini paralamanın, ne sana ne de senin gibilere faydası var. Suç işlemene, gece kızlarla çıkmana, yolsuzluk falan yapmana gerek yok. Bir sakatlık yeter. Bu gün omuzlar üzerinde, yarın yedek kulübesindesin. Öbür gün yoksun.

Çekilip kenara beklemeli. Top gelince vurmalı. Kendini çok gösterince ya tekme atarlar, ya da önünde kambura yatarlar.

İşin acı yanı, bunu en çok da senin takımındakiler yaparlar. Çaktırmadan...

Sıcak muhabbetler  

Posted by Asuman Yelen in , , ,


Biraz önce telefonum çaldı.

"Efendim?.."

Bir kadın sesi.
"Aloo?..." Ses biraz uzaklaştı. "Neydi yahu.." derinden bir başka kadın sesi . "Televizyon, televizyon."

"Ha, evet. Ben televizyon tamiri için aramıştım."
"Yanlış oldu. Ev burası." "Aaa, pardon."

Tam ben yeğenime gülerek "ne için aradığını unutmuş garibim" diyordum ki yeniden çaldı. Bu sefer yeğenim açtı. Aynı kadın, aynı cevap. Sinirle neler söylediyse, yeğenim de gülerek "siz ısrarla aynı numarayı çevirirseniz.." diyordu ki telefon yüzüne kapatıldı.

Herkesin sinirleri tepesinde. Alınganlık, öfke patlamaları, dalgınlık, şaşkınlık, unutkanlık aldı başını gidiyor.

Bende bu son üç hal had safhada. Her üçünün karışımı bana en uygun tanım bönlük. Dikkatim, duygularım dumur durumda.

Birisi karşıma geçip ağzına geleni söylese, hakaret etse kızmaya, tepki göstermeye, ya da övse göklere çıkarsa sevinip minnet duymaya takatim yok. Yanlışı- doğruyu, haklıyı- haksızı ayırdetmekten acizim. Hiç bir şey umurumda değil sanki.

Bir de, garip şeyler yapıyorum.

Dün gece, saat ondan sonra, yalnız kendim için dünyanın patlıcan, biber ve patatesini kızarttım.

Bunda ne var diyeceksiniz. O kadar çok şey var ki. Bir kere, eğer misafir gelmeyecekse, o da yeğenler, kızartma yapmam normalde çünkü dokunuyor ve Ramazan öncesi ümitsizce kilo vermeye çalışıyorum. Üstelik bu sıcakta o koku. Komşulara ayıp. O saatte, ateşin başında ter bun içinde...

Böyle bir şeye niçin kalkıştım emin olun bilmiyorum...

Dün, hiç gereği yokken, beyaz bir gömleğimin çıkmayan lekelerini kafama taktığım için en kızgın güneşte Kartal' a temizleyiciye gittim. O bluz aylardır bir poşetin içinde duruyordu.

Paçoz da şaşkın. Hem deli gibi sokak istiyor, hem olmadık yerlerde durup kalıyor, sonra hemen çeke çeke eve sürüklüyor.

Ayrıca konuşma alışkanlıklarım da değişti. Yalnızken, bilgisayar başında, mutfakta, orda- burda sürekli konuşuyorum. Karşımda biri varken, ağzımı açmışken ne söyleyeceğimi unutuyorum.
Eskiden kelimeleri unuturdum, şimdi konunun ne olduğunu unutup vazgeçiyorum konuşmaktan.

Aslında bu akşam başıma gelen komik şey olmasaydı bu postu yazar mıydım bilmiyorum.


Bu gün bizim semtin pazarı vardı. Akşam üzeri, Paçoz' u gezdirdikten sonra pazar arabamı aldım düştüm yola. Her zamanki domatesçimden 2 kg. Çanakkale domatesi seçtim, poşete doldurup tarttırdım. Yanımda duran pazar arabasına koydum, paramı verdim. Sonra arabanın sapını kavrayıp o kalabalığın içinden çekerken "hadi Paçoz, yürü kızım" dedim. İşin kötüsü pazarcı genç arkamdan "abla, hayırdır?.."demese belki farkına bile varmayacaktım garipliğin. Dehşet içinde, kendi sesim kulaklarımda çınlaya çınlaya apar topar döndüm evime.

Sonbaharın gözünü seveyim. Boşuna yağmura övgüler yağdırmıyorum buradan. Varmış bir bildiğim demek ki...

Bu arada hiç alakası yok ama şimdi arkamdaki televizyondan ilk defa gördüm ve paylaşmak istiyorum. İş Bankası' nın (maximum kart) Karagöz' lü reklamına bayıldım doğrusu.

Hep keyifli olalım...

Dört mevsimde gezinmek.  

Posted by Asuman Yelen




Çok tuhaftı...

Bu gün, sabah sekiz ve akşam yedi dolaylarında, Paçoz' la, üzeri kırmızı, beyaz ve pembe ilkbahar çiçekleri ile donanmış ağaçların arasında, ayklarımızla yerlere dökülmüş kuru ve rengarenk sonbahar yapraklarını çiğneyerek, kızgın ve nemli yaz sıcağını solumaya çalışarak ve karanlık bir kış kasvetinden ürpererek tamamladık yürüyüşlerimizi.

Her ikimiz de çocuklar gibi koşmak istedik ama o kadar yorgun ve bitkindik ki...

Ne soluklarımız yetti, ne ayaklarımız taşıdı...

Bu gün, böyle tuhaf bir gündü işte.

Blog Widget by LinkWithin