Olgunluk ve Hoşgörü  

Posted by Asuman Yelen in , , ,

Hoşgörü...

Ne kadar mükemmel bir kavram. Anlamına bakalım: Her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görme durumu, müsamaha, tolerans. Ne zaman gerekir? Tabii ki hoş olmayan bir şey yapıldığı, ya da hoş olmayan bir şeye sebebiyet verildiği zaman. Kimler yararlanır? Bu hoş olmayan şeyi, pek de farkında olmayarak yapan ya da bu hoş olmayan duruma cahilliği, aptallığı yüzünden bilmeden, hadi abartmayalım bazen de bir anlık kızgınlığı yüzünden bilerek sebebiyet verenler.

Bu kavramla ben ortaokulun başlarında karşılaştım. Çalışkan bir öğrenciydim. Gözlerimden uyku da aksa, yüzümü yıkar ödevlerimi bitirir, karnıma ağrılar girene kadar sınavlara hazırlanır öyle giderdim okula. Sınav kağıdımı hiç kapatmazdım ama kopya vermek için kendimi de riske atmazdım doğrusu. Ablalar ağabeyler (görmüş geçirmiş olanlar) arkadaşlarıma karşı daha “hoşgörülü” olmam gerektiğini küçümser bir tavırla söylediler. Çok utanmıştım ve gereğini yapmaya başladım. Sonraları öğrendim ki ben, o zamanlar kendimi çocuk sanıyormuşum ama bir “inek” mişim meğer. Uzun zaman da bu utancı yaşadım.

Çalışma hayatıma başladığımda anladım ki, uzun bir törpülenme sürecine girmişim. İlk çalıştığım bankada bir kumaşçı müşterinin yılbaşı hediyesi olarak getirdiği (içinde kumaş olan) süslü paketi “özür dilerim, prensip olarak hediye kabul etmiyorum” diyerek (babamdan öyle görmüştüm) geri verince, birbirlerine kumaşlarını göstermekte olan arkadaşlarım aniden sustular sonra bir kahkaha koptu. Bir arkadaş, tek paketle şaşkın kalakalmış olan çocuğun elinden hediyemi alıp getirdi, masamın üzerine koydu. Hala gülüyordu. Hemen paketi çekmeceme koydum. Çok utanmıştım, arkadaşlarım kızıp alınmadılar. Biraz gırgır geçtiler o kadar. Bana “ hoşgörü” lü davrandıkları için onlara minnettar olmuştum. Yavaş yavaş olgunlaşmaya başlıyordum. Yılbaşı hediyesi reddedilmezdi. Yaptığım büyük bir ayıptı. Sonra bu hoşgörüyü kaybetmemek için elimden geleni yaptım. İşim bitmemiş de olsa saat beş olunca işi bırakmak gibi. Bu tarz ufak tefek kaçamaklar gibi. Arkadaşlarıma hoş görünmek adına.

Birisine hoşgörü göstermek için belirli bir olgunluğa erişmek gerektiğini biliyoruz. Peki olgunlaşmak ne demektir? Bakalım: (insanlar için) bilgi, görgü ve hoşgörüsü gelişmiş olmak. Görüldüğü gibi olgunluk ve hoşgörü iç içe iki kavram. Peki şimdilerde bu işler nasıl yürüyor? Olgunlaşma nasıl gerçekleşiyor, hoşgörüden kimler yararlanıyor.

Nasıl başladığını kendi okul deneyimimden yola çıkarak anlattım. Çalışan çalışmayanı hoş görecek. Zamanla çalıştığından utanmaya başlayacak. Bir uyum süreci ve sonuç: Herkes kopya çekecek. Bu, iş yerinde de aynı. Birileri çalışacak, birileri kaçamak yapacak. Herkes diğerini hoş görecek. Kimileri altı olunca çekip giderken birileri gece yarılarına kadar çalışacak. Çalışan bir gün sabah iki dakika geç kalıp azarlanacak ve bu hoşgörüsüzlük yüzünden geç de olsa dersini almış olup, görmüş geçirmiş çalışanlar arasındaki yoz yerini alarak kendi olgunlaşma sürecini tamamlamış olacak. Bu böylece sürüp gidecek.

Süreci incelediğimizde görüyoruz ki olgunlaşmak dediğimiz şey “çürüme”ye dönüşmüş, hoşgörü kavramı da yerini sınırsız bir “sineye çekme “ ye bırakmış. İnsanlar da buna iyiden iyiye alışmış durumda. Artık hanımlar arasında şöyle diyaloglara sıkça tanık oluyoruz. “Kaçakçının hanımı bu gün çok şıktı” ya da “hortumcununki yine takmış takıştırmış.” Cahiller “imparator” olmuş, “diva” adı altında biri baş köşeye kurulmuş konuşuyor ha bire, sanırsınız “Budha”. Suç bizde tapıyoruz onlara. Biri çıkıyor her gün beste yapıp söz yazıyor bunu tuvalette bile yaptığını söylüyor alay ederek ve biz onu yere göğe sığdıramıyoruz.

Tüm bu talan – yalan güruhu, bize karalar çalmış, bizi mahvetmiş de olsa, bize ya da sevdiklerimize en büyük kötülüğü de yapmış olsa, yalanlarıyla başımızı da döndürse, paramızı gasp edip bizi soyup soğana da çevirse, garip bir şekilde ona bir toz dahi gelmesine izin vermiyor, ona dil uzatana, parmak sallıyor, yüksek sesimizle onu sindirmeye çalışıyoruz. Onlar başımızın tacıdır çünkü. İyiler yok oldukça kalan sağları daha çok benimsiyor, bağrımıza basıyoruz.

Bu sefil düzen öylesine almış başını gitmektedir ki, bu süreçten kendini korumaya çalışanlar, bunu bir nebze olsun başaranlar kenarlarda, köşelerde, suskun, yalnız, sevilmeyen tipler olarak yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Görmüş – geçirmiş olgun kesimin hoşgörüsünden yoksun, anti sosyal, antipatik tipler olarak umarsızca ömürlerini tüketip, yitip gidecekler.


Eğer tek umudumuz sevgi, kendisinden beklenen mucizeyi gerçekleştiremezse...


Hep sevgiyle kalalım...

This entry was posted on 18.09.2009 at Cuma, Eylül 18, 2009 and is filed under , , , . You can follow any responses to this entry through the comments feed .

6 yorum

Ah dertlerim depreşti, yaralarım kanadı. 28 yıl çalıştım, 25 yılı aynı okulda geçti. Bu benim görevim deyip aptalca çalıştım, kaytaranları hoşgördüm, hoşgörmemeye başlayınca da küsüldüm. Alem ödüller aldı, ben dışardan baktım (o ödülün ne olduğu da tartışılır ya, bir kaytarıcının diğer kaytarıcıya verdiği suspayı)
Akıllandım mı, ne gezer. Hala empati yapmaya devam ediyorum. Ne yapayım, beni de Allah ıslah etsin:))
Sevgiler Asu'cum...

Hamiş: Oğlum DNS ayarlarımı değiştirdi, sorun ortadan kalktı. Hala açma sorunu yaşıyorsan yiğenlerine müracaat:)

18 Eylül 2009 10:53

Leylak'cığım,
Babamın asıl mesleği Fransızca öğretmenliği.Benzer nedenlerden sıfırdan bankacılığa geçmiş.Ölene kadar da prensiplerinden ödün vermeden çalıştı. Bu gün olsa yapabilir miydi.Tartışılır.
Kavramların içi böyle boşalmışken ve sosyo-ekonomik yapı bu denli değişmişken çok zor. Okuyan dört çocukla..

Sevgiyle kal...

18 Eylül 2009 12:23

Yine harika yazmışsın.
Tespitlerin bir sosyoloğun kaleminden dökülmüşcesine mükemmel..
Aynen dediğin gibi Asucuğum..Bir kısır döngüymüşcesine ilerliyor bahsettiğin süreç. Ve kişileri götüreceği nokta çok belli..

Yazıdaki hediye olayına takıldığımı belirtmeliyim. Bir öğretmenin ''Öğretmenler Günü''nde bile öğrencisinden hediye almasını normal karşılayamadım ben. Hiçbir zaman. Ne yılbaşında ne bayramda..Hiç ama...
Aynı sınıfta hediye alamayacak ya da arkadaşının hediyesinin altında kalmamak için kötü bir psikolojiye girip ailesini zorlayacak durumlar yaşatacağı kesin bir kere. Sonra bu çocukların ne maaşı ne kazancı var. Ve kim ne derse desin çocuğuyla okkalı bir hediye gönderen öğrenci velisi mutlaka beklenti içine girecektir.

Daha kötüsü bu tarz alışkanlıklar toplumumuzda onulmaz bir yara halinde var olan rüşvet olaylarındaki alt dokudur bana göre.. Neyse..

Bu harika yazını okuma keyfi sunduğun için teşekkür ediyorum..
Sevgilerimle..

18 Eylül 2009 20:59

Bu beni ve tabii bir çok kişiyi çok uzun zamandan beri rahatsız eden bir konu Zeugma'cığım.

Bir şekilde hepimiz bu çarkın içine girmek zorunda kalıyoruz.Kendimiz için olmazsa başkası için. O veya bu şekilde.
Bir örnek: İst. trafiğinde seyir halinde bir araba ile arana nizami mesafeyi koyarsan hiç kimse sana hoşgörü göstermez. Ya da nizami hızla gidersen tüm trafik alt üst olur. Bunun gibi şeyler...
Yazım hakkındaki güzel sözlerin için çok teşekkür ederim.
Sevgiler canım...

18 Eylül 2009 22:38

Çok güzel yazmışsın ellerine sağlık, tabi bu sadece aynı kefedeki zihniyetler için geçerli.

Hep aynı çarklardan geçtik sanırım. İşyerinde sabah çayı yanında birşey yemek yada gazeteye bakmak benim için hırsızlıktı. Çünkü babam öyle demişti. "İşverenin zamanından çalınandır" demişti.
Eşim bankada ben özel şirletlerde çalıştığımız sürece yanlışlıkla evimize bir kalem gelir diye ödümüz patlardı. Niye?
Öyle öğrenmiştik. Çocuklarımız haramla tanışırsa bir daha elde edilmeyecek değerlerimiz yok olurdu.
Böyle yetiştirildik ve bundan son derece de memnunuz.
Ama yazındaki gibi "yağcı" olduk "aptal" olduk.
Ben butür yağcılığı, aptallığı seviyorum.

Bayramını en içten dileklerimle kutlar, nice bayramlar dilerim ve yanaklarından öperim.
Sevgiler...

18 Eylül 2009 23:00

Sevgili Nur,
Her ne kadar "ben" öznesiyle ve abartarak anlatmaya çalıştıysam da bu durum, beni de her zaman rahatsız etmiş, mümkün olduğu kadar da bu çarktan kaçınmaya çalışmışımdır.(Bu post da o yüzden yazıldı zaten.)
Ama ilk okulda kopya vermem diyemedim.l8 yaşında herkesin aldığı üç metre kumaşı geri çevirdiğim için utandım.Ve sabahları Sirkeci'de Konyalı'dan her gün bir arkadaşın hepimiz için aldığı poğaçayı hep birlikte çayın yanında yedik. Hatır dedik uyum dedik katılım dedik yedik.Ama sade ce poğaça yedik. :)))
Sevgiler...

18 Eylül 2009 23:46

Yorum Gönder

Blog Widget by LinkWithin