Hoşgörü...
Ne kadar mükemmel bir kavram. Anlamına bakalım: Her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görme durumu, müsamaha, tolerans. Ne zaman gerekir? Tabii ki hoş olmayan bir şey yapıldığı, ya da hoş olmayan bir şeye sebebiyet verildiği zaman. Kimler yararlanır? Bu hoş olmayan şeyi, pek de farkında olmayarak yapan ya da bu hoş olmayan duruma cahilliği, aptallığı yüzünden bilmeden, hadi abartmayalım bazen de bir anlık kızgınlığı yüzünden bilerek sebebiyet verenler.
Bu kavramla ben ortaokulun başlarında karşılaştım. Çalışkan bir öğrenciydim. Gözlerimden uyku da aksa, yüzümü yıkar ödevlerimi bitirir, karnıma ağrılar girene kadar sınavlara hazırlanır öyle giderdim okula. Sınav kağıdımı hiç kapatmazdım ama kopya vermek için kendimi de riske atmazdım doğrusu. Ablalar ağabeyler (görmüş geçirmiş olanlar) arkadaşlarıma karşı daha “hoşgörülü” olmam gerektiğini küçümser bir tavırla söylediler. Çok utanmıştım ve gereğini yapmaya başladım. Sonraları öğrendim ki ben, o zamanlar kendimi çocuk sanıyormuşum ama bir “inek” mişim meğer. Uzun zaman da bu utancı yaşadım.
Çalışma hayatıma başladığımda anladım ki, uzun bir törpülenme sürecine girmişim. İlk çalıştığım bankada bir kumaşçı müşterinin yılbaşı hediyesi olarak getirdiği (içinde kumaş olan) süslü paketi “özür dilerim, prensip olarak hediye kabul etmiyorum” diyerek (babamdan öyle görmüştüm) geri verince, birbirlerine kumaşlarını göstermekte olan arkadaşlarım aniden sustular sonra bir kahkaha koptu. Bir arkadaş, tek paketle şaşkın kalakalmış olan çocuğun elinden hediyemi alıp getirdi, masamın üzerine koydu. Hala gülüyordu. Hemen paketi çekmeceme koydum. Çok utanmıştım, arkadaşlarım kızıp alınmadılar. Biraz gırgır geçtiler o kadar. Bana “ hoşgörü” lü davrandıkları için onlara minnettar olmuştum. Yavaş yavaş olgunlaşmaya başlıyordum. Yılbaşı hediyesi reddedilmezdi. Yaptığım büyük bir ayıptı. Sonra bu hoşgörüyü kaybetmemek için elimden geleni yaptım. İşim bitmemiş de olsa saat beş olunca işi bırakmak gibi. Bu tarz ufak tefek kaçamaklar gibi. Arkadaşlarıma hoş görünmek adına.
Birisine hoşgörü göstermek için belirli bir olgunluğa erişmek gerektiğini biliyoruz. Peki olgunlaşmak ne demektir? Bakalım: (insanlar için) bilgi, görgü ve hoşgörüsü gelişmiş olmak. Görüldüğü gibi olgunluk ve hoşgörü iç içe iki kavram. Peki şimdilerde bu işler nasıl yürüyor? Olgunlaşma nasıl gerçekleşiyor, hoşgörüden kimler yararlanıyor.
Nasıl başladığını kendi okul deneyimimden yola çıkarak anlattım. Çalışan çalışmayanı hoş görecek. Zamanla çalıştığından utanmaya başlayacak. Bir uyum süreci ve sonuç: Herkes kopya çekecek. Bu, iş yerinde de aynı. Birileri çalışacak, birileri kaçamak yapacak. Herkes diğerini hoş görecek. Kimileri altı olunca çekip giderken birileri gece yarılarına kadar çalışacak. Çalışan bir gün sabah iki dakika geç kalıp azarlanacak ve bu hoşgörüsüzlük yüzünden geç de olsa dersini almış olup, görmüş geçirmiş çalışanlar arasındaki yoz yerini alarak kendi olgunlaşma sürecini tamamlamış olacak. Bu böylece sürüp gidecek.
Süreci incelediğimizde görüyoruz ki olgunlaşmak dediğimiz şey “çürüme”ye dönüşmüş, hoşgörü kavramı da yerini sınırsız bir “sineye çekme “ ye bırakmış. İnsanlar da buna iyiden iyiye alışmış durumda. Artık hanımlar arasında şöyle diyaloglara sıkça tanık oluyoruz. “Kaçakçının hanımı bu gün çok şıktı” ya da “hortumcununki yine takmış takıştırmış.” Cahiller “imparator” olmuş, “diva” adı altında biri baş köşeye kurulmuş konuşuyor ha bire, sanırsınız “Budha”. Suç bizde tapıyoruz onlara. Biri çıkıyor her gün beste yapıp söz yazıyor bunu tuvalette bile yaptığını söylüyor alay ederek ve biz onu yere göğe sığdıramıyoruz.
Tüm bu talan – yalan güruhu, bize karalar çalmış, bizi mahvetmiş de olsa, bize ya da sevdiklerimize en büyük kötülüğü de yapmış olsa, yalanlarıyla başımızı da döndürse, paramızı gasp edip bizi soyup soğana da çevirse, garip bir şekilde ona bir toz dahi gelmesine izin vermiyor, ona dil uzatana, parmak sallıyor, yüksek sesimizle onu sindirmeye çalışıyoruz. Onlar başımızın tacıdır çünkü. İyiler yok oldukça kalan sağları daha çok benimsiyor, bağrımıza basıyoruz.
Bu sefil düzen öylesine almış başını gitmektedir ki, bu süreçten kendini korumaya çalışanlar, bunu bir nebze olsun başaranlar kenarlarda, köşelerde, suskun, yalnız, sevilmeyen tipler olarak yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Görmüş – geçirmiş olgun kesimin hoşgörüsünden yoksun, anti sosyal, antipatik tipler olarak umarsızca ömürlerini tüketip, yitip gidecekler.
Eğer tek umudumuz sevgi, kendisinden beklenen mucizeyi gerçekleştiremezse...
Hep sevgiyle kalalım...