Yetmişli yıllar ve sonrasında, sinemanın yaşamımdaki yeri, çocukluk ve ergenlikteki kadar yoğun ve görkemli sayılmaz. Buna yaşamımdaki değişikliklerle birlikte, televizyonun yavaş yavaş hayatımıza girmesi ve sinema sektöründeki gerileme ayrı ayrı neden gösterilebilir.
Yaşamımın 70-85 yılları arası, bir yıl Bakırköy, bir yıl Merter hariç Ataköy’ de geçtiği için sinema maceram da Bakırköy ile sınırlı kalıyor. (Arada gittiğimiz Beyoğlu, Şişli sinemalarını saymazsak.) Yetmiş lerin başları, (işe başlamadan önce) lise bitmemekle birlikte, lise ile ilişkim kalmadığı için evde oturduğum yıllar. Ağabeyim ve ablam bankada çalışmakta, kız kardeşim ise lisede okumaktadır. Bol bol ne bulursam okuduğum ve biraz da yazmaya başladığım bu dönemde ara ara tek başıma Bakırköy sinemalarında seyrettiğim filmlerin pek aklımda kaldığını söyleyemem. Daha çok, Alain Delon’ un sonunda gerekli gereksiz mutlaka ölerek beni önce şaşırtıp sonra kanıksattığı (Delon' un yüz suyu hürmetine seyredilen) bol tabancalı filmleri, birkaç Charles Bronson filmi hayal-meyal aklımda kalanlar. Tabii çok beğendiklerim de var. Örneğin, beni yüzüm gözüm şişecek kadar ağlatan “Elveda Mr. Cheeps “ filmi ve yine en sevdiğim aktörlerden biri Peter O’ Toole ‘un diğer filmi “Generallerin Gecesi”. Hitler dönemini anlatan bu filmde karanlıklardan gelen ve bu sefer Rayuş’ a ait olmayan bir tiz sesin sorduğu soru aklımda kalmış: “Anne, hitlerin hepsi birden mi ölmüş?” (Bir bombalama sahnesi üzerine.)
70 ler, önce de bahsettiğim gibi en çok okuduğum yıllar. Tüm klasikler, varlıklar, çağdaşlar her şey okunuyor. Yaşamımıza giren yeni ve önemli diğer bir etkinlik, tiyatro. İlk olduğu için “Yaygara 70” (Dormenler) benim için son derece önemli. Sonrasında Fatih Tiyatrosu, Koca M.Paşa Çevre Tiyatrosu, Ferhan Şensoy, Gazanfer Özcan, Şehir tiyatroları. Daha sonra bilumum Zeki-Metinler. Seneler ilerleyip, hepimiz çalışmaya başlayınca, hafta sonu da tiyatrolarla işgal edilince, sinema konusunda daha seçici olmaya başlıyoruz. Kriter de en çok gösterimde kalanlar. Örneğin, filmlerin babası, babaların filmi "The Godfather". Mario Puzo' nun yazdığı romanını içer gibi okuduğum, l972 yılında Coppola nın yapımcılığını üslendiği bu film, korktuğum gibi (Baba’nın sesi hariç) beni hayal kırıklığina da uğratmıyor doğrusu. Aynı şeyi söyleyemeyeceğim “Love Story" var. Bu Erich Segal romanını okurken helak olduğum halde, Arthur Hiller yönetmenliğinde 1970 yılında çekilen filmden pek de etkilenmiyorum.( Belki gözyaşı kontenjanı romanla dolduğu içindir.)
İtiraf etmem gerekir ki, belli tarihlerden bu güne kadar geçen yılları, özellikle seksenler- doksanları, içindeki insanlarla ve olaylarla birlikte, pek net hatırladığım söylenemez. Sinema için de aynı şey söz konusu. Sırf bu yüzden bu sonuncu postu önce yazmak istemedim. Ama biraz araştırma yapınca, seyrettiğim ve beğendiğim bazı filmler aklıma geliverdi. İyi ki de bakmışım. Örneğin bir The Way We Were” “nasıl unutulur. Sydney Pollack’ ın 1973 yapımı Barbra Straisand-Robert Redfort filmi. Böyle naif bir başka aşk filmi var mı. Sonradan video kasedini edinip onlarca kez seyrettiğim, bir o kadar da zevkle seyredebileceğim, politik tandanslı "esaslı" Amerikan filmi. Ve şahane müziği.
Bir başka esaslı film: “İrlandalı Kız”. 1970 İngiliz yapımı. Robert Mitchum, Sarah Miles oynuyor. Emek Sineması’ nda iş çıkışı arkadaşlarla seyrettiğim bu filmin aylarca gösterimde kaldığını hatırlıyorum. Değişik ses sistemi ve teknik donanımıyla farklılık gösteren bu yapıt, evli genç bir kadının yasak aşk hikayesini anlatıyor. Köyün delisi dilsiz yaşlı rolündeki John Mills hepimizı etkiliyor.
İşte bir başka şaheser. “Cabaret”. 1972 Bob Fosse yapımı. Lisa Minelli’ nin enfes dans ve şarkılarıyla birlikte oyunculuğu da seyredenleri mest ediyor. Nastassia Kinski’ nin enfes doğa manzaralarıyla bütünleşen güzelliğiyle taçlandırdığı 1979 Roman Polansky yapımı “Tess” de beğendiklerimden.
Ve evet benden bu kadar..Son derece eğlendirici ve biraz da yorucu bu çalışmayı, bıkmadan ve daha önemlisi bıktırmadan sonlandırmanın zamanı geldi de geçti bile. Benim sinemalarım derken ben kendi adıma üç beş anı, üç beş film tadında bir şeyler düşünmüştüm. Meğer derin bir denize taş atmışım.Ne anılar üşüşmakten geri durdu, ne de filmler bitti. Halkalar açıldıkça açıldı. Durdurabilene aşk olsun.
Son olarak, tüm bu yazılanların yetkin bir ağızdan değil de amatör bir sinemasever tarafından, sohbet havasında ama filmler konusunda son derece hassasiyet gösterilerek hazırlandığını belirtmek isterim.
Sürç-i lisan ettiysek affola….
Hep sevgiyle kalalım…