SİNEMADA HAREM-SELAMLIK VE KUNTİZ BEYLER
Adıyaman’ daki ilk sinema deneyimimizi düşününce hatırladığım, korku filmi tadında bir gece. Hiç abartmıyorum. Oraya ait her şeyi hatırlarken, hele de o geceyi, unutmam hiç mümkün değil. Toprak, gübre, saman kokulu, karanlık, ahır- bahçe karışımı bir yerde şaşkın şaşkın birbirimizi kaybetmemeye çalışırken gözüme çarpan ilk şey, yan yana, art arda dizilmiş siyah çarşaflı hayalet siluetleri. (Şu an düşününce buna yıldızsız bir gecede peribacaları görüntüsü de diyebiliriz) Etrafa hakim garip bir sessizlik, sadece ara ara mırıltılar, fısıltılar. Yanlış anlaşılmasın. Daha film başlamış değil. Tam bu ürpertiler içindeyken bir çocuk koşarak geliyor ve babamı elinden tutup götürüyor. Bu arada film başlıyor, birileri apar topar annemle bizleri tahta sandalyelere oturtuyor. Hatırladığım sadece silahlı, hapishaneli, siyah-beyaz bir Ayhan ışık filminin oynadığı, ve babama ne yaptıklarını merak etmekten filmi seyredemediğim. Zaten bu durumdan hoşlanmayan babam birkaç kişiden kadınlarla oturabilmek için çarşaf giyen erkek hikayelerini de duyunca çok sevdiğimiz yazlık sinemalara veda ettik. Zaten kış da gelmişti. Sonra durum orada da değişti ve bir daha o şartlarda film seyretmedik.
Adıyaman sinemasından hatırladığım, dehşetle izlediğim, King-Kong, (ilk versiyonu) birkaç Ayhan Işık, Eşref Kolçak, Leyla Sayar, Sadri Alışık filmi. Bol ağıtlı, mezarlı, yanık türkülü, Nuri Sesigüzel, Adnan Şenses, Ahmet Sezgin filmlerini de bunlara ilave edelim. Tabi bir de gazoz satıcısının “süyyok gazzüz içeyyn” çığlıklarını.
GÖKSEL-BELGİN; ORHAN-FATMA SAVAŞI
Mersin. Altmışlı yılların sinema severler cenneti. Yeşilçam’ da çevrilen Türk filmlerinin İstanbul ile birlikte gösterime girdiği ve bir çok önemli yabancı filmin İstanbul’ dan önce gösterildiği birkaç şehirden biri. Neredeyse her mahallede bir (veya birkaç) yazlık sinemada haftada bir değişen yerli, yabancı filmleri seyretmek için gündüzden kuyruklar oluşturuluyor, biletler alınıyor.
Mersin’ de oturduğumuz ilk evin önünde Kervan Sinemasında, sürekli Türk filmleri gösteriliyor. Her başlayan film oynatıldığı ilk gün sinemada seyredildiği gibi, sonraki günler ablamla, arkası bize dönük sinema perdesine bakan balkonda oturup, Göksel -Belgin repliklerini dinliyor hatta birlikte söylüyoruz. “Mutlu musun sevgilim?” “ Çok mutluyum Ekrem, ama çok korkuyorum. Bu aşk beni korkutuyor.” Bir sonraki evimizde üst katımızda bizimle yaşıt çocukları olan ve bebeklikten tanıştığımız, dul bir hanım oturuyor. Babamın askerlik arkadaşının eşi. O evin hemen yakınında da Uğur Sineması var ve yabancı filmler oynatıyor. Sıcak yaz günlerinde, altı çocuğun gürültüsünden bıkan anneler, “akşam sinema” vaadiyle bizi işkence öğlen uykularına mecbur ediyorlar. Akşam üzeri, birimiz gidip bilet alıyor. Akşama minderler ellerde, hep birlikte doluşuyoruz sandalyelere. Çekirdekler, gazozlar.
O tarihlerde yeni yeni büyümekte olan bizlerin hararetli bir tartışması var. Ablam ve Mine, Göksel-Belgin çiftini seviyor. Ben ve İnci, Orhan Günşiray’ ı Göksel’ den daha yakışıklı, Fatma Girik' i Belgin’ den daha güzel buluyoruz. Tüm bol Gladyatörlü eski Roma filmlerini, kovboy filmlerini, Ben-Hur, Kuwai Köprüsü, Kleopatra gibi büyük prodüksiyonları ve nice Hollywood filmini Uğur Sinemasında izliyoruz. Kuwai Köprüsünü izlerken hiç bir şey anlamadığımı ve ölesiye sıkıldığımı çok iyi hatırlıyorum.
Ve yarın artık İstanbul' dayız.
Görüşmek üzere....