Hamamizade İsmail Dede Efendi ve Zeki Müren
İyi ki bu dünyadan geçtiniz
İyi ki musikide buluştunuz
İyi ki yaşantımıza girdiniz
Her ikiniz de nurlar içinde yatın....
Bu yılı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ya siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelene kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimenlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz ?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl ?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez fark ettiniz bu yıl?
İyi bir yılın bunlar gibi birçok küçük şey'e bağlı olduğunu
Hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yeni yılda düşünün.
Yayılın çimenlerin üzerine
Acele edin
Er ya da geç
Çimenler yayılacak üzerinize.
Jacques Prévert
Ergen yaşlarımızdayken, bazan kızlar kendi aramızda didişir, sesler yükselir, ya da bir yere
gitmek istemişiz annem izin vermemiştir, herkes bir kenara çekilir somurtur otururduk.
Seksenlerindeki anneannem bastonuna dayanarak ayağını sürüyerek karşımıza geçer
Orta Anadolu şivesiyle sesi titreyerek " guzzuum, ne oldu, kim öldü de surat asıyorsunuz
gençliğinizin gıymetini bilin benim gibi gocayınca başınızı vuracak duvar ararsınız etmeyin.."
dediğinde çil yavruları gibi uzaklaşırdık etrafından. Derdimiz başımızdan büyüktü ve
karnımız toktu bu lâflara. Duya duya da ezberlemiştik zaten.
Kimdi anneannem? Cahil, sıradan, yaşlı bir ihtiyar. Ne söylüyordu?
Prevert' in yukarıda söylediklerinin aynısını. Bir yaşanmışlığın özetini.
Biri şairane, diğeri cahilane bir biçimde. Aynı duygularla ama farklı tarzlarda.
Ne söyletiyordu onları?
Yaşama olan bağlılıkları mı? O da var tabii. Ama esas saik, o yeşil çimenlerin kendi
üzerlerine yayılacağı korkusuydu. Bir de çuvallar dolusu keşke.
Bourges' in de benzer dizeleri var. Son derece sevilen, bilinen ve okunan.
"Eğer yeniden hayata başlayabilseydim..." diye başlayan, 85 inde yazdığı, ibret dolu
pişmanlık dolu şiiri keşke hep zihnimizin bir kenarında dursa, bizi yönlendirse.
Gençken anneanneminki gibi bir uyarıyı önemseyip "bu günlerim çok kıymetli her gün
ağaçlara sarılayım, bebeleri öpeyim, çiçekleri koklayayım, ufak şeyleri dert
etmeyeyim" diyen varsa bir adım öne çıksın. Yarım asır önce hipiler iyi niyetle denediler.
Çıkış amaçları tam da dizelerdeki gibiydi. Savaşmayalım sevişelim dediler.
Savaş tüccarlarının dünyasında olacak iş değildi. Olmadı.
Geriye özgürce kullanılan uyuşturucuların bir sonraki nesildeki yansımaları kaldı.
Bundan yaklaşık bir hafta kadar önce buz gibi bir akşam üzeri Paçoz' u gezdirdim.
Anahtarla kapıyı açtığımda her zamanki gibi evin sıcağı yüzüme çarpınca, hemen
balkonun kapısını ve camını açtım, kalın kazağımı üzerimden atıp bulduğum kısa kollu
bir penyeyi üzerime geçirip mutfağı toplamaya giriştim. Bir yandan da görüntüsü bozuk
televizondan saat başı haber yayınlayan kanallardan birini dinliyordum. Tam sebzeliğe
aldığım limonları yerleştirirken duyduklarımla dondum kaldım.
"Van' da bir kız çocuğu daha soğuktan öldü" diyordu sunucu. İnanamadım.
Naylon çadırda yaşıyorlarmış. Yetersiz beslenme, aşırı su kaybı ve soğuk algınlığı
yüzünden 6 yaşında bir kız çocuğu hayatını kaybetmişti.
Hangisi daha baskındı o an bilmiyorum. Minicik bir kız çocuğunun açlıktan inleyerek
soğuktan titreyerek gün gün eriyip, yitip gitmesine duyduğum üzüntü mü, depremin
üzerinden tam bir ay geçtikten sadece Beyaz ın programında orada bir şehir kurulacak
kadar çok para toplanmışken üç küçük çocuklu bir ailenin hala tek kat naylon
bir çadırda yaşıyor olmasına duyduğum öfke mi, sıcacık bir evde yazlık bir penye bluz ile
sıcaktan şikâyetçi olmanın utancı mı.
Açık kalan buzdolabının uyaran sinyal sesiyle kendime geldim. Ne yeni aldığım
buzdolabının sebzeliğinin kırılması, ne de onu sertçe kapayan ayak bileğimin sancısı
umurumda değildi. Anlatamayacağım, yazamayacağım kadar büyüktü duygularım.
Aynı günün gecesi bir arkadaşın "dün için üzülme, yarın için endişelenme, bu günü yaşa,
gül eğlen, yaşam güzel, güneş her gün doğuyor, çiçekler hoş kokuyor, sevelim
eğlenelim zevk alalım dünyadan" mealindeki alıntısı mail kutuma düştü. Bir dostum
vasıtasıyla tanıdığım yeni bir arkadaştı. Cevaben nazikçe söylenenlerin çok hoş, çok
doğru ama içinde yaşadığımız bu sevgisiz dünyada geçersiz olduğunu belirttim.
Ona göre ise yüreğinde sevgi olmayan benmişim meğer. Güneş de onu görmeyi
hak edenler için her gün doğarmış. Önemsemediğim biriydi. Güldüm geçtim...
Peki bu gün niçin bunları yazıyorum. Galiba çok birikti bir şeyler yüreğimde.
Bir haftadır süregelen ve kanımı donduran, insanoğlunun büyük bir ayıbı, dün ve bugün
televizyonda tekrarlarıyla sürüp gidiyor ve kimse çıkıp buna bir dur demiyor.
Bu gün insanlar bir hassasiyetten, bir hastalıktan, ondan "amansız" diye bahsederek,
onu reyting için reklam için kullanarak, dedikodulara malzeme ederek, nemalanmaya
çalışıyor. Görüntülerle, fotoğraflarla ve saygısızca.
Yeter artık diyorum.
İnsanların duygularıyla da bu kadar oynanmaz ki.
Düşünüyorum sonra.
Yukarıdaki şiir. Her dizesine yürekten inandığım, önerdiği şeyleri kendi yaşamıma
kendi aklımla yerleştirip uygulamaya çalıştığım (tabii olgunlaştıktan sonra)
Prevert' in bu şiiri Van' da ölen kız çocuğunun annesi için ne kadar anlamlı.
Onun için ne kadar anlamlı ise bugün benim için de o kadar anlamlı.
Yani anlamsız.
En azından şu yaşadığımız günlerde...
İyi haftalar herkese...
Kız kardeşlerin en şirini kahvesini dalgın dalgın yudumlarken kuruverdi yine tuhaf
cümlelerinden birini.
"Ekonomik kriz aniden patlak verecekmiş. Onar onbeşer paket kahve alıp stoklayalım bi
kenarlara.
"Ne??????"
"Ne.......:(((
Yüzümde şaşkın, komik nasıl bir ifade gördüyse, gücenik gücenik baktı önce.
Sonra uzunca bir süre çılgınlar gibi güldük.
Güldük gülmesine ama aslında o kadar da şaşılası bir durum değil onun bu saf telâşı.
Kahvenin bizim yaşamımızda o kadar büyük anlamı, o kadar çok işlevi var ki.
Bizim için keyifli bir alışkanlık, tatlı bir tiryakilikten çok çok öte bir şey.
Hatta hayati bir öneme sahip desem asla abartmış olmam.
Birlikte olabildiğince zaman geçirmek... Genellikle hep es geçtiğimiz bir şeydi (r).
İşte o iki küçük beyaz fincan ve içindeki hoş kokulu sıvı bize bunun için hoş bir bahane
sunar. Keyifli, yararlı, anlamlı bir bahane.
Çok anlam yüklediğim düşünülebilir. Ama bizim için asla öyle değil.
En iyisi baştan anlatmak...
Bir kere seremoni bizim kardeşler jargonondaki en iğrenç kelimeyle başlar.
"Sidik". Ve en az 20 yıldır da vardır literatürümüzde. İşin kötüsü yeğenler de kullanır.
Çıkışı şöyle olmuştur. İşsiz güçsüz aylak bir zamanımızda susadım kelimesindeki "samak" ekini
diğer sıvılar için kullanmayı deneyip çaysadım, kolasadım, derken sıra kahveye gelince
niyeyse kahvesidim olmuş. Sonra çoğul kullanılınca kahvesidik olmuş. Pislik olacak ya
gün gelmiş biz bizeyken kahve biraz gecikince "hadi ama sidiiik" şeklinde kestirmeden
kullanarak yakınmaya başlamışız. İlk kim çıkardı, muhtemelen ağabeyimdi ama emin
değilim.
Rayuş' cuğumla bana gelelim.
Sabah arayan o olur çünkü oğlunu işe eşini ormana gönderir, orman dönüşü kahvaltı faslı,
kedilerin beslenmesi, evin toplanması...
"Alo, Ninom? Simedik mi?" "Sidik tabii. Sür hadi hemen geliyorum."
Eğer kafayı bir şeylere takmış, uykusuz bir gece geçirmişsem, çabucak aynada hafif
bir makyaj yapar, normal şartlarda o durumda akşama kadar sabahlıkla oturup kendimi
dinleyecekken rengi bana yakışan canlı renkli bir eşofman geçiririm sırtıma ve inerim.
İşte bu yüzden, beni karşıladığında eğer makyajlı ise hele ruj da sürmüşse ilk aklıma
gelen "hmm. bir şeylere sıkılmış" olur. Böylece her ikimiz de ilk karşılaşmada "yakaladım
yeşil ışığı" modunda çabucak stratejimizi hazırlarız.
Çoğunlukla sıkıntılı taraf benimdir. Gülsem, neşeli görünmeye çalışsam da anlar.
Asla sormaz. Birkaç taktiği vardır uygular.
En geniş tebessümünü takınır, görmezden gelir. Bir iki komiklik. Unutulur gider.
Çok bedbin ve asık suratlıysam taktik değişir. Hemen yakınmaya başlar. Ya ağrılar içinde
kıvranmış gece hiç uyumamıştır, ya sokakta biriyle takışmıştır canı çok sıkılmıştır ya da
oğlu hayatından bezdirecek bir saygısızlık yapmıştır. İlgiyi üzerine mutlaka çekiverir.
"Senin derdin dert midir benim derdim yanında" taktiği...
İşe yaramsazsa sıra en etkileyici olana gelir. Dikkatleri benden çok daha zor durumda olan
tanıdık tanımadık bazan uydurma birinin üzerine çeker.
"Ya, biliyo musun, falancanın annesi iyice kötülemiş, adını bile hatırlamıyomuş artık" , "dün
filancaya rastladım bu tertip oğlunu yollamış doğuya kadıncaaz insanlıktan çıkmış ağlamaktan"
"inanmıycaksın ama filancaların evine haciz gelmiş, kredi kartı yine, kadın kocasına üzülüyo
bi yerlerine inecek diye..."
"Deme yaa..." "Yapma beee..." " Vah vah vah görüyor musun..." ların arasında
benim sıkıntım kaynar gider.
"Senin derdin dert midir, başkalarının derdi yanında " taktiği...
Sonra, aslında çoğu zaman hiç de beni kahredecek boyutta olmayan sorunu
konuşuyor buluruz kendimizi. Ortam oluşmuştur çünkü. Enine boyuna masaya yatırılır
durum. Objektif yaklaşır. Tarafsız yorumunu sunar. Anlatmak yanlısı değilsem
üstüme gelmez, zihninde son taktiğinin planlarını kurar. Bitmedi mi diyeceksiniz.
En önemli, en etkileyici olanı sonuncusudur. Fal.
Fincan çevrilir, geniş tebessüm surata oturtulur.
Önce hemem belirteyim. İkimiz de fal bilmeyiz ama her gün bakarız.
Hiç kötü bir şey söylemeyiz. Her şekil bir güzelliğin sembolüdür bize göre. Kedi, köpek,
yılan, kuş değişmez.
Benim fala dönelim. Dibi koop koyu mu. "yine doldurmuşum kahveyi" diye yakınır.
Normalde sıkıntı demek lazımdır ve o kadarını söyleriz de. Hafif bir sıkıntı yapmışsın diye.
Sonra teatral tavrıyla minicik fincandan bir peri masalı çıkarır. Temiz kağıtlar, öbük öbük
paralar, pötü pötü hoş konuşmalar (Falda nedense ö harfini çok kullanır) Temiz göz
yaşları ters V mutlaka, (inatla, anlamı nikahtır) bir geminin üzerinde iki kişi, ya da iki baş
birleşmiş yüksekte oturuyordur. Mutlaka kapalı bir yerde beni düşünen biri vardır.
"Hiç ummadığım bir yerden" alacağım bir haberle havalara uçacak olurum. Bu arada
ya kuşun ağzında bir balık, ya da balığın ağzında bir kuş mutlaka vardır. Tüm bunlar
bir kalem ya da bir çay kaşığı yardımıyla gösterilir. Arada, "bak şuradaki gözü görüyor
musun" diyecek olurum cevap "ama güzel bakıyor" dur. Üstelerim "güzel bakış böyle
olmaz" diye. Cevap, "evet ama kötü değil şaşkın bir bakış" olur.
Hemen abartılı bir telaşla " ben bu fincanı hemen yıkarım arkadaş çok güzeldi" diyerek
bir çabuk da yıkayıverir fincanı.
Tabii tersi de olabilir. Üç aşağı beş yukarı benim yapacaklarım da aynıdır. Tüm kardeşler
gibi aynı şeyleri düşünür benzer biçimde davranırız.
Anlaşılacağı gibi, kimsenin hiç bir şeye kandığı yoktur ama aptala yatmaya değecek
bir emek vardır ortada. Sevginin saikiyle harcanan...
Aslında biri (leri) nin bizi bu kadar sevmesi ve gözünden sakınıyor olması bile, tüm
sıkıntılarımızı unutturmaya yetmez mi?
Bence yeter de artar bile...
Gençken sadece bir fasıl şarkısıyken söyleyip geçen asunun şimdi dinleyince aklından
neler geçer :)
1983-84 yılları...
Yaşamımın en zor dönemlerinden birini yaşıyordum.
Mutsuzdum. Yaşama sevincimi, heyecanımı kaybetmiştim. İçime kapanmıştım.
Hayatım iş ve ev arasında sessiz-soluksuz geçip gitmekteyken önce dostlar
tarafından derdest edilip bir otobüse bindirildim ve kendimi Bodrum' da buldum.
Henüz yaz gelmemişti. Ortalık sessiz ve tenhaydı. Asude geçen bir haftada nispeten
kendimi bulmuş, eski şen şakrak halime kavuşamasam da karamsarlıktan çıkmıştım.
Bakırköy Şubesindeydim o tarihlerde.
Dostlarımın içinde biri vardı ki, benimle taban tabana zıt karakterde, girgin,
becerikli, cesur, sanki birileri tarafından benim yaşamımı düzene koymak üzere
görevlendirilmiş, tam da zamanında yaşamıma girivermişti. Birlikte müthiş bir zaman
geçirdik. Düşündüğüm zaman bile başımı döndürecek kadar tempolu, hareketli bir dönem.
Bu arkadaşım Kızıltoprak' ta Bağdat caddesi üzerinde bir apartmanda oturuyordu. Çok
şen, keyifli, özgür ruhlu bireylerden oluşan bir ailesi bir de cıvıl cıvıl öten kuşları vardı.
Cuma günü işten çıkınca oraya giderdim. Nasıl organize ettiğini anlayamadığım, benim
hiç dahlim olmadan beni de dahil ettiği çılgın bir sürece girmiştim.
Sabah erkenden kalkıyor, tenis çantalarımızı, ben udumu, o kanununu hazırlıyor, eğer
vaktimiz varsa yürüyerek önce, Türkiye' nin en meşhur tenisçisi Nazmi BARİ' nin
Caddebostan' daki evine gidiyor birer saat tenis dersi alıyor, oradan biraz ilerde yine
caddeye yakın bahçeli, büyük bir ahşap binada, idealist öğretmen mükemmel bir
çiftin kurduğu yetiştirme yurduna gidiyor, çocuklara ders veriyor, (ben İngilizce, arkadaşım
diğer sosyal, fen dersleri), onlarla birlikte buz gibi mutfakta yemek pişirip hep birlikte
yiyor, voleybol, basketbol oynuyor, şarkı söylemek, varsa doğum-günü kutlamak,
götürdüğümüz masal, hikâye kitaplarını okumak gibi etkinlikler düzenliyor, eğer
Cumartesi ise iki- ikibuçuk gibi oradan ayrılıyor, Yine koştura koştura Selamiçeşme' deki
Anadolu Yakası Müzisyen ve Müzikseverler Derneği' ne gidiyorduk. (Rahmetli İsmail
Şençalar Hocanın kurduğu ve aynı zamanda kanun çaldığı bu dernekte yine rahmetli
olduğunu öğrendiğim, tanıdığım en zarif, nazik, beyefendi, şeffaf beyaz tenli hocamız Nuri
Şenneyli' nin şefliğinde üç örneğini aşağıda verdiğim bir sürü ağır eserler öğrendik ve
konserler verdik. ) Vücudumuzu dinlendirip ruhumuzu şenlendirdikten sonra eğer halimiz
varsa ( ki genelde olurdu ) bir de, dişimizden tırnağımızdan arttırdığımız parayla sezonluk
üye olduğumuz Fenerbahçe Dalyan Spor Tesislerine gider, deneyim kazanabilmek için
usta tenisçi partner avına çıkardık. Eve döndüğümüzde hemen yatıp uyur muyduk,
asla, en az iki tane de film izlerdik videoda. Çoğunlukla da bilimkurgu olurdu dönerken
seçip aldığımız filmler. Pazartesi sabahı ben doğrudan işe gider, hafta ortasında bir gün,
galiba Perşembeydi, iş çıkışı bir taksiye atlar akşam yedideki koro çalışmasına ucu ucuna
yetişirdim. Bir- bir buçuk yıl bu tempoda devam ettikten sonra sırayla önce yetiştirme
yurdu (yaklaşık 7-18 yaş arası yirmi çocuk barındırıyordu) bürokratik nedenlerle
kapatıldı, Kadıköy' e nakledildi. Nazmi Bari kendi spor tesisini kurmaya karar verince
dersler bitti. Ud için elim çok ufaktı. Çalamadım. Küçük parmağım havada kalıyordu.
Koro çalışmalarını da sezonun sonunda sonlandırdık. Klübe üyelik, ekonomik nedenlerle
sonlandırıldı ve Bankamın tesislerinde kortlar hizmete açılıncaya kadar iyi bir seyirci
olmakla yetindim. Uzunca bir aradan sonra yeniden alınan birkaç saat dersle bu sefer
yeğenlerin de katılımıyla 2000 yılına kadar kortlardaydım. Sonra her güzel şey
gibi o da bitti...
Müziklerin arasında ruhumu tedavi etmeye çalışırken, bulacağımı hiç ummadığım
"bin cefa görsem" şarkısını dinlerken bir bir hatırladığım bu müthiş dönemi hem anı seven
dostlara aktarmak, hem de bloguma arşivlemek istedim. Meğer anılarım sadece
çocukluktakilerle sınırlı değilmiş. Böylece hep birlikte bunu da anlamış olduk.
Güzel şeyler yaşayıp, güzel anılar biriktirmek ümidiyle...
Bugün, kadın- erkek, genç- yaşlı, bebeden dedeye bir salon dolusu insan, yine çok güzel
bir koro ve usta sazlar eşliğinde en büyük ustalardan birinin Sadettin Kaynak' ın
tam yirmi üç birbirindern güzel bestesini dev bir koro halinde paylaştık. Tabii resimdeki
minik delikanlı lisan bilmediği için sessizce dinledi.
Çok güzel, çok duygulu bir gündü...
Önce gözlerimi kapadım, çocukluğuma, radyo günlerime gittim.
Susadım, ırmak aradım.
İpek kanatlı seher rüzgârını yâre yolladım.
Bu günlerden çok evvel, sevdiklerime "ah hep benim olsanız" dediğim günlerden
bu güne,
su gibi akıp giden zamanı düşündüm...
Coşkun sular gibi akmak isteyen, kendine her göz kırpana koşan deli gönülle
gırgır geçtim.
Yavaş yavaş minesi solan günümün ufkuna daldım.
Yeşil gözlerin ufkunda bahara ermeyi özledim.
Sonra nedense dertlendim, incinen ruhumu hicranımla sarmaladım.
Ve gönlüme bin hüzün çöktü.
Gamla olan ülfetimi sorguladım.
Derin uykulara dalan içli sevdalarımı düşledim.
Sonra düşten uyandım. Silkinip bu güne döndüm.
Ve gönlüm neler neler istedi.
Seher yeli gibi daldan dala esmek....
Bahar seli gibi coşmak...
Lacivert kanatlı kumru olmak istedim.
Sonra...
Yine her zamanki coşkusuyla, güler yüzüyle arkadaşlarının arasında şarkısını
söyleyen tüm dünyaların en tatlı kızkardeşiyle karşılaştı gözlerimiz.
"İşte seni seven benim" diyordu....
BU BİR BASIN BİLDİRİSİDİR-DUYURALIM,ÇOĞALALIM
DEPREM BÖLGESİNDEKİ 300.000 ÇOCUĞUN YAŞAMI RİSK ALTINDA
Van-Erciş Bölgesindeki çocukların yaşamını korumak için herkesi ivedilikle harekete geçmeye çağırıyoruz!
Van Erciş bölgesinde 23 Ekim’de meydana gelen 7.2 şiddetindeki depremin yıkımının ardından kış koşulları da bölgede yaşamı zorlaştırmaya devam ediyor. 2309 binanın yıkıldığı, 11847 binanın ağır hasarlı, 17923 binanın orta hasarlı olduğu bölgede süregiden 5 ve üzeri büyüklükteki artçı depremler sebebiyle bölge halkı yaşamını dışarda, edinebiliyorlarsa çadırlarda yoksa derme çatma barakalarda geçirmeye çalışıyor. Bir milyonu geçen bölge nüfusuna rağmen devlet tarafından kurulan çadırkent, mevlana kent, konteryner kentlerde barınan nüfusun toplamı yirmi bini geçmiyor.
Kar yağışının başlaması ile barınmaya ilişkin sorunlar had safaya ulaştı. İmkanı bulunanların yanında ve devlet olanakları ile bölgeden hızlı bir göç yaşanıyor. Ancak halen bölgede 600.000’den fazla insanın depremin ve kışın etkilerine maruz kalarak yaşamaya çalıştığı tahmin ediliyor.
Her zaman olduğu gibi bu afette de çocuklar öncelikle ve daha fazla zarar görüyor. Depremin etkilediği bölgede göçün ardından geride kalan 300.000 çocuk bulunduğu tahmin ediliyor. Yoğun kar yağışının başladığı 11 Kasım tarihi ardından -15 dereceleri bulan soğuk hava ile birlikte ilk üç günde 300 çocuğun zature teşhisi ile hastanalerde tedavi altına aldındığı bildiriliyor. Basına yansıyan bu rakamın çok daha ötesinde sayıda çocuğun soğuk kaynaklı hastalıklarla yüzyüze olduğu tahmin ediliyor. Şimdiye kadar resmi rakamlarla Erciş'in Çelebibağ Beldesinde 1 çocuk donarak, önceki gün ise Van’ın Karpuzalan köyünde çadırda çıkan yangında 6 ve 12 yaşlarında iki çocuk yaşamını yitirdi, iki çocuk ağır yaralandı. Tedbir alınmadığı taktirde, çocuk ölümlerinin devam etmesinden endişe ediyoruz.
Türkiye 2011 yılında, 20 Kasım Çocuk hakları Günü’nü bu kara tablo ile karşılıyor. Bölgedeki 300.000 çocuğun yaşamı ciddi risk altında. Koordinasyondan uzak, dağınık, işlevsiz, mağduriyeti arttıran çalışmalar ve göstermelik önlemler ile deprem bölgesi dışındaki toplum kesimlerini ikna çabası bir yana bırakılıp durumun ciddiyetinin farkına varılmalıdır. Daha fazla gecikmeden çocukların yaşamını koruyacak etkin önlemler alınmalıdır.
Bu çerçevede:
- Her türlü iç ve dış olanaklar bir ön önce bu amaç doğrultusunda seferber edilmeli, bölge sivil toplumun, ulusal ve uluslararası yardım kurumlarının etkinliklerine açılmalıdır.
- Yardım dağıtımları düzenli olarak ve çadırkentlerde olmasalar dahi tüm ihtiyaç sahiplerini kapsayacak şekilde yapılmalıdır. İhtiyaç sahibinin yardıma değil yardımın ihtiyaç sahibine ulaştığı bir sisteme geçilmelidir.
- Devlet bölge halkına tam olarak ulaşamamaktadır. Bölgede sosyal hizmet altyapısı yoktur. Çocukların durumunun tespiti ve yerinde destek verilebilmesi için sosyal hizmet altyapısı hızla kurulmalıdır. Bu hizmetin sağlanması için ulusal ve uluslararası sivil toplumdan gelen destek talepleri hızla değerlendirilmeli ve sonuçlandırılmalıdır.
- Sivil toplum örgütleri için işletilen “akreditasyon” sistemi bölgede çalışma konusunda izin almayı haftalara yayan bir bürokrasiye dönüşmüştür. Akreditasyon ile ilgili kalıcı muattap belirlenmeli ve süreç tüm sivil toplum kuruluşları için açık, adil ve hızlı bir şekilde işletilmelidir.
- Kızılay çadırları yerine biran önce kış koşullarına uygun konteynerler, pünomatik ve/veya prefabrik yapılar kurulmalıdır. Bu yapıların sayıları sembolik olmaktan çıkarılmalıdır.
- Çadırkentte yaşamak yardım almanın şartı olmaktan çıkarılmalıdır. Evlerinin bahçelerinde ya da civarında barınmak zorunda olan ailelere de koşulsuz, yerinde, geçici barınak, gıda ve sağlık desteği verilmelidir.
1995’ten bu yana BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin tarafı olan Türkiye sözleşmenin 6. Maddesinde belirtildiği üzere öncelikle çocukların yaşam hakkını korumakla yükümlüdür.
Bu yükümlülüğün ve bölgedeki durumun gereği tüm kamuoyunu, ulusal ve uluslararası tüm kurum ve kuruluşları İVEDİLİKLE, bölgedeki çocukların yaşamını korumak için harekete geçmeye çağırıyoruz.
BASININ SAYGIDEĞER EMEKÇİLERİNE DUYRULUR
Gündem: Çocuk!, her çocuğun hak sahibi, eşit, özgür ve onurlu birer birey olarak, barış içerisinde, iyi ve mutlu bir yaşam sürmesi için çocukların yararına bütüncül bir dönüşümü ısrarla savunan bir sivil toplum örgütüdür. Çalışmalarını çocuk hakları alanında yaşanan sorunların temelindeki paradigmanın değişmesi, savunuculuk, ağ çalışmaları ve katılım programları altında, öncelikli çalışma arkadaşları olan çocuklarla birlikte sürdürür.
Gündem:Çocuk!
Çocuk hakları, Tanıtma,Yaygınlaştırma,Uygulama ve Uygulamaları İzleme Derneği
Tunalı Hilmi Caddesi No:54/8
Kavaklıdere/ANKARA
Tel/Faks 0312 437 76 41
Yine aynı şey oldu. Minik bir bir dileğim hiç beklemediğim bir şekilde gerçekleşti.
Geçtiğimiz günlerde televizyonda, internette, en sevilen on Türk filmi konulu bir anket
çok ilgimi çekmiş, kendi on filmimi düşünmüş, hatta küçük küçük notlar almıştım. Sonra
gündem değişti, keyifler kaçtı ve unutuldu gitti.
Filmleri aklımdan geçirirken çoğunu zaman zaman izlediğim halde bazılarının sanki
tamamiyle unutulduğunu düşünüp üzülmüştüm. Bunların içinde bir tanesini özellikle
uzun uzun düşünmüştüm. "Keşanlı Ali Destanı". Haldun Taner' in hem kişiliğini
hem de yaptığı işleri çok sevmiş, Milliyet' teki yazılarını hiç kaçırmadan okumuş biri
olarak, bu güzel filmi keşke olsa da seyretsem diye aklımdan geçirmiş, sonra da unutmuştum.
Sahnede seyrettiğimden ve öyle daha çok sevdiğimden bu listeye almadım. Ama Fatma
Giriğin Finosunu gezdirirken şirin şirin "O bir Küççük Haanffeendüü" demesini unutmadım.
Şimdi çok güzel bir kadroyla dizi olarak yayınlanacağını öğrenince bi sevindim ki
sormayın gitsin.
Notlarımı arayıp buldum. İlla ki yazacağım on filmimi.
1-Uçurtmayı Vurmasınlar.
Sinemada izleyemedim. Bankadan bir arkadaş video kasetini verdi. Bir hafta her gece
ağlayarak izledim. Sabah şiş gözlerle işe gittim.
Hiç değişmeyecek bir numaram.
Özellikle duygu sömürmek adına yapılmamış ama asla duyarsız kalınamıyacak
kadar naif ama bir o kadar da katı, sarsıcı gerçeklerin filmi.
1989 yapımı
Yönetmen:Tunç Başaran
Senaryo:Feride Çİçekoğlu
Nur Sürer "İngiii" ve şimdi adını hatırlayamadığım o şahhhane oğlan çocuğu.
Bundan sonrakiler aralarında yer değiştirebilirler.
2-"Sultan"
Çok farklı, çok gerçekçi, çok doğal gelir bana. Türkân Şoray' ın oyunculuğu hakkındaki
(o dönem için ) tüm tereddütlerimi ortadan kaldıran film.
1978 yapımı
Yönetmen:Kartal Tibet
Senaryo:Yavuz Turgul
Türkân Şoray-Bulut Aras ve çoğu tiyatro kökenli muhteşem bir kadro.
3-Züğürt Ağa
Her gün izlesem aynı zevki alacağım filmlerden biri.
1985 yapımı.
Yönetmen:Nesli Çölgeçen
Senaryo:Yavuz Turgul
Şener Şen' in iç burkarak güldürdüğü, kendisinin de devleştiği fim. (İlk üçteki yeri sağlam)
4-"Mine"
Bana göre dikkatleri Türk kadınının sorunlarına ilk kez ciddi biçimde çekebilen yine Türkan
Şoray' ın oyunculuğuyla "budur" dediği film.
1982 yapımı
Yönetmen:Atıf Yılmaz
Senaryo:Necati Cumalı-Deniz Türkali,
Türkân Şoray-Cihan Ünal
5-"Ah Belinda"
Fantastik bir film. Aynı zamanda son derece gerçekçi. Kadın, erkek, hatta çocuk,
seyredenin içinde kendini bulduğu, Müjde Ar' ı bana yürekten sevdiren yapıt.
Sonuncu kez 2000 yılı Mart ayında bir hastane odasında seyretmiştim.
1986 yapımı
Yönetmen:Atıf Yılmaz
Senaryo:Barış Pirhasan
Müjde Ar, Macit Koper, Yılmaz Zafer
6-Teyzem
Beni bana özel nedenlerden dolayı kişisel olarak etkileyen, yine Müjde Ar' ın
oyunculuğunun zirve yaptığı, insan hallerinin en gerçekçi biçimde gözler
önüne serildiği film.
1986 yapımı
Yönetmen:Halit Refiğ
Senaryo:Ümit Ünal
Müjde Ar, Yaşar Alptekin ve geride mükemmel bir kadro.
7-Muhsin Bey
Bu filmi seyredip de sevmeyen var mıdır. Yine yurdumun gerçekleri ve hiç
değişmeden süregelen acımasız insan halleri. Kullan-ez-geç unut gitsin durumları.
1987 yapımı
Senaryo ve yönetmen: Yavuz Turgul
Şener Şen-Uğur Yücel
8-Rumuz Goncagül
Güldürürken iç burkan bir kadın filmi. Tiyatrodan sinemaya aktarılanlardan. Konusu hâlâ
güncelliğini yitirmediğinden olacak, sık aralıklarla sahneye değişik kadrolarla konmaya
devam etmekte. Yine sıradışı bir Türkân Şoray filmi.
1987 Yapımı
Yönetmen:İrfan Tözüm
Senaryo:Oktay Arayıcı-Macit Koper
Türkân Şoray-Hakan Balamir
9-Selvi Boylum Al Yazmalım
Bu film için söze gerek var mı. Önce Aytmatov' dan okumuştum. Yanlış hatırlamıyorsam
Aynı kitaptaki iki romandan biriydi. "Kırmızı Eşarp." Diğeri de "Beyaz Gemi' ydi muhtemelen.
Ya da ayrı iki kitaptı ben yanliş hatırlıyorum.
"Sevgi neydi" nin cevabını uzun uzun düşündürdü bizlere. Hâlâ da
düşündürmekte...Ve o güzelim müzik...Ve o güzelim Türkân şoray. Ben bu filmde
çoğunluğun aksine (oyundaki karakterin etkisinde kalmadan) Ahmet Mekin' i Kadir
İnanır' dan daha yakışıklı bulmuşumdur.
Yapım:1977
Yönetmen Atıf Yılmaz
Senaryo:Ali Özgentürk (Aytmatov' un Kırmızı Eşarp' ından)
Müzik:Cahit Berkay
Türkân Şoray-Kadir İnanır-Ahmet Mekin
10-Ah Güzel İstanbul
Onun yeri bir başka. Sadri Alışık' ı bu filmle sevdim. Hem de çevrildiği yıllarda
değil de çook sonraları yeğenler tarafından indirilip seyrettirilerek. Atıf Yılmaz ın
cesur denemelerinden biri. (Dönemine göre)
Yapım:1966
Senaryo:Safa Önal-Ayşe Şasa
Sadri Alışık-Ayla Algan
Yayınlamadan önce yetmiş milyon okurumun kafasına takılan soruları cevaplamak
isterim.
Önce bir gerçeğe ben de şaşırdım. Herşeyde olduğu gibi bu konuda da geçmişe
takılıp kalmışım. 2000 yılından beri ben asla sinemaya gitmedim ve TV. da izlediklerime
de hakkında yazacak kadar fazla odaklanamama gibi bir sorunum var.
Genel olarak Çağan Irmağı, nabzımı çok sıkı tuttuğu, nerede yükselteceğini çok
iyi bildiği ve zaaflarımdan yararlanarak beni fazla ağlatmak ya da korkutmak ya da
şaşırtmak için uğraştığından sevmiyorum. Bu yüzden de dostlarım bana çok
kızıyorlar. Yine bu yüzden Babam ve Oğlum' u asla sevemedim. Onun daha çok dizilerde, daha
rahat, daha genişe yayarak ve ufaltarak yolladığı, dostluk, sevgi mesajları çok daha
değerli benim için. Torun-büyükbaba, büyükanne ilişkileri, sevgi dolu komşuluk
ilişkileri ve naif bir sürü ayrıntıyı bulabiliyoruz bu dizilerde. Şaşıfelek Çıkmazı, Yol Arkadaşım,
Çemberimde Gül Oya...
Son zamanlarda severek izlediğim şimdi aklıma gelen Filmler:
Cem Yılmaz-Her şey çok güzel olacak. Yahşi Batı (Otobüs yolculuğu esnasında gece
izlerklen yüksek sesle güldüğüm için yanımdaki yolcu tarafından uyarılmama sebep)
Yılmaz Erdoğan- Organize İşler. Mutlaka daha vardır ve aklıma geldikçe buraya ilâve
ederim. Bu arada yetmiş milyon çift gözün soran gözlerle ve dehşetle baktığını
hissettiğim için hemen savunmaya geçiyorum.
ISSIZ ADAM' I DAHA SEYRETMEDİM. YEMİN EDERİM :))
Herkese iyi Pazarlar...

Yarımbıyık: Eyvah Asu teyze Paçozu çıkarıyor. Şimdi sokak köpekleri kıyameti koparacaklar.

Bu sevimsiz köpek ve sevimsiz sahibi yine geliyorlar. Hadi hep birlikte bağırmaya başlayalım.




lazımdı dostlar. Koca parkta hepimize yer var. Dii mi ama?
1960 ların sonları...
Ça-ça topuklar, lastikli naylon çoraplar , cutex ojeli sivri tırnaklar, kuyruklu eye- linerler, krapeli
saçlar, kuplu elbiseler ve komşu ya da akraba düğün ya da nişanlarında büyüklerden izin
alınarak delikanlılarla utana- sıkıla, ya da toplantılarda kız kıza güle-eğlene yapılan slow
danslar...
Hey gidi günler dedirtecek cinsten bir parça eşliğinde...
Bu kayıpla yanacak ne çok şey var...
Önce bencilce kendi geçmişimin bir aydınlık penceresi daha kapandı diye,
Sonra , bir gerçek sanatçı daha yerini dolmayacak biçimde boş bıraktı diye,
Ve ülke, bir Atatürkçü, aydınlık yüzlü, yürekli ve görüşlü kadınını daha yitirdi
diye...
Nur içinde yat Esin Afşar
Biraz önce sonuncuyu yedim.
Bayramdan bu yana tam on tane avokadoyu zorunlu olarak ama keyifle tüketmiş
bulunmaktayım.
Niçin bu kadar kısa süreye bu kadar çok avokadoyu sıkıştırdığımı merak eden yetmiş
milyonun merakını gidereyim.
Bize uzun gelen bir hasret süresinden (15 gün kadar) sonra, bayram ziyaretine gelen
canımız Can' ı biraz sararmış ve süzülmüş bulduk. Koşuşturmacalı yorucu işi, haber
vermeden atlattığı ağır grip ve güzel bir şekilde beslenememesi hayli kilo kaybetmesine
neden olmuştu sanırım. Pirpirikli halalar kolları sıvadık. Hazırlayıp kutulara, kavanozlara
doldurduğumuz yemekler, börek - poğaçalar ve sebze çorbası usaresini büyük bir
çantaya doldurduk. Annesinin hazırladığı diğer çantayla birlikte eline tutuşturup
yolladık. Ama son anda telaşla bir koşu gidip marketten aldığım avokadoları koymayı
unutmuşum.
Avokado, onbeş yıl kadar önce yaşamımıza doktor tavsiyesiyle giren ve sonrasında
hiç çıkmayan vaz geçilmezimiz. Bilen bilir, bilmeyen ve şimdiye kadar denememiş olan
herkese şiddetle önerilir. Faydaları bi tıkla ulaşıldığında görülecektir ve sayılmakla
bitmez.
Başlarda çok da kolay bulamadığımız, şimdilerde her yerde görebileceğimiz bu meyvayı
önceleri tüketme biçimimiz son derece sadeydi. Yumuşadıktan sonra ortadan ikiye ayırır,
çıkan çekirdeğin boşluğuna sızma zeytinyağı koyup limon sıkarak kaşıklardık.
Zaman içinde bazan hayal gücümüzü kullanarak, bazan eşten dosttan duyduklarımızı
bazan okuduklarımızı uygulayarak hep keyifle ve severek tükettik.
Kimi zaman, günlerde ikram olarak, kimi zaman akşam sofralarında meze olarak,
görünümüyle, lezzetiyle yine bi tıkla ulaşılabilecek bir sürü tarif mevcut sanal alemde
avokadoyla ilgili.
Bana gelince, yumuşadıktan sonra çekirdiğini çıkarıyorum ve sokuyorum kafamı
buzdolabına. Gözüme ne ilişirse, kimi zaman koyun peyniri rendeliyorum, ya da
konserve mısır dolduruyorum, bazan ton balığı, bazan ıspanak ezmesi, bazan kalmış
salata, püre, havuç rendesi, bazan da yukarıda nohut örneğinde görüldüğü gibi
kalmış yemek koyuyorum. Pek de güzel oluyor. Mmmmmh.
"Mide değil çöp tenekesi" dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Ne diyebilirim. Haklısınız. Midem çöp tenekesine dönecek bu gidişle.
Ben de bir çöp bidonu olma yolunda hızla ilerliyorum zaten...
Pakize Suda Kayseri' de. Soru soruyor gelen geçene. Daha önce de bir kaç kere izlemiştim
bu programı.
Soru şöyle : Bir yılda kaç hafta var.
Yaygın cevap 12. Çabucak bir hesap yapanlar 48 cevabı veriyorlar. Cevap veremeyenler
şakalaşıp gülüyorlar. En ufak bir rahatsızlık yok. Sunucu 2 genç kızın yanına gidip
soruyu tekrarlıyor. Birbirlerine bakıp kıkırdıyorlar. Kızlardan biri şaklabanlıkları bitince
12 diye cevaplıyor. Suda bir yılda ama... diye üsteleyince diğeri çarçabuk yapıyor hesabı.
"4 kere 2 altı dört kere bir dört... 46..." Pakize Suda teşekkür edip öğrenim durumlarını
soruyor. Erciyas Üniversitesi öğrencisiymişler. Suda bölümlerini öğrenmek istiyor.
Biri Çin dili, diğeri Japon dili bölümünde okuyormuş. Daha sonra bir başka okulun
İngilizce Öğretmeni önce 12 sonra 48 diyor. Daha fazla dayanamayıp zaplıyorum.
Gecenin üçünde sesim yükselmeye başlıyor çünkü. Şarkıcının söylediği gibi oynatmaya
az kaldı. Müzik filan da kâretmiyor artık. Saçlarım dimdik yaşıyorum bu günlerde.
Pes artık diyorum ve yorum bile yapamıyorum. Umut umut diyoruz. Neyin umudu...
Galiba hakettiğimnizi yaşıyoruz.
İyi niyetin için teşekkürler. Taa oralardan insani duygularla geldin. Gönüllü olarak...
Bir ucundan da ben tutarım. Onları ben anlayabilir, belki bir kaç kişinin derdine derman
olabilirim diye...
Bilemedin kocaman otelin enkazı altında can vereceğini. Bilemedin bizim binalarımızda
kulanılan malzemenin sizinkilerden bu kadar farklı olabileceğini.
Sizin oralarda, üç kuruş rant için insan hayatını hiçe sayan müteahhitler, onlara olur veren
görevliler yoktur.
Sizin oralarda insani yardımların yerine ulaşmaması ihtimali yoktur.
Sizin oralarda böyle felaket zamanlarında, mal stoklayan, ceset kolu kesip bilezik
çalan şerefsizler yoktur.
Sizin oralarda bu denli düzen kurmak, organize olmaktan aciz kurumlar ve yetkililer
yoktur. Kırk yılda bir tek bir hata yapan önce istifa sonra intihar eder arından.
Aslında bu liste uzar gider de ben bunu yazamam arımdan...
İzlediğim haber programında, bir sürü karmaşa, ajitaşyon çabası, hikâyelerin gözlere
sokula sokula magazinel bir biçimde ve uzun uzun tekrarından sonra, sunucu, en fazla üç
cümleyle bahsediverdi sen küçük- büyük adamın Van' daki 23 Ekim le 9 Kasım arasındaki
anlamlı, insani varlığından.
Sessiz sedasız geldin, geldiğinden daha da sessiz bir biçimde döndün.
Bu akşam burada, senin için, şu esnada, yurdunda seni seven ve karşılayan yakınlarınla
birlikte sımsıcak gözyaşı dökmekte olan en az bir kişinin varlığından emin olabilirsin.
Nurlar içinde yat...
Sinirden elim ayağım titriyor. Nasıl habercilik bu. Ne ucuz habercilik bu. Herkes nefes dinlemeye
çalışıyor. On kere uyarıldı. Ben oturduğum yerde sus adam diye bas bas bağırıyorum.
İşitilmesine engel olduğun nefes senin muhabir arkadaşlarına ait olabilir.
Hala uyarılıyor.
İnanmıyorum ve hala konuşuyor. Neler mi söylüyor. Sürekli tekrarladığı, çalışma yapanların
kendisinden susmasını istediği. Ama hala konuşuyor. İzlediğimiz şeyleri anlatıyor.
Çalışmayı yapan adam sesleniyor. "Yaşıyorsan üç defa vur" diyor.
Bizim işgüzar, anlayış ve insaf yoksunu muhabir bozuntusu tam da cevap beklenirken
aptalca beyinsizce tekrarlıyor. "Eleman yaşıyorsan üç defa vur dedi" diye.
Bu kadarı aymazlık, insafsızlık, aptallık, sorumsuzluk, cehalet, rezalet olmaz...
Nasıl insanlar olduk böyle. Konuşmamız gerektiği yerde dut yemiş bülbül kesiliyoruz.
Kayıtsız şartsız ve tam sessizlik gerektiren bu kadar yaşamsal, insani bir durumda susmak
bilmiyoruz.
Önce resmiyle tanıdık.....
Taşındığımız her şehirde açılan sandıklar mutfağa, denkler odalara yerleştirilirken babamın
onun Hayat Mecmuasının ortasından çıkarıp çerçevelediği, zaman zaman daha güzelini bulup
(Hayat mecmuası sıl sık yayınlardı çünkü) değiştirdiği bir resmi çıplak duvarda yerini
bulurdu. Çok fazla bir şey de asılmazdı duvarlara o günlerde bizim evde.
Aklımız ermeye başlayınca resim zihinlerimizde, yüreklerimizde anlamını buldu.
Öyle ki, okullardaki, ders kitaplarındaki, bize az gelmeye başladı.
Bir kompozisyon ödevine "Atatürk' ü anmak, onun anne va babasının ismini öğrenmekten,
çocukluğunda kargaları nasıl kovaladığını bilmekten ibaret değildir..." diye başlayarak
içimi döktüğümde, ilkokuldaydım. Biz evimizde daha fazlasını öğrenmiştik çünkü.
Yarım asır sonra onu anar, yokluğunu içimizde ve yaşamımızda hisseder ve o çocuğun
isyanının daha da büyümüş olarak yüreğimizde süregeldiğini görmenin aczini yaşarken,
umutlarının da aynı tazelikte yeni çocuklarda yeşerdiğini, kök saldığını bilerek
mutlu olmaktayız.
Sen rahat ol Atam...
Çok küçücükmüş, "baba, hadi aşıkım le" diye tutturduğu zaman.
Küçük teyzem uzun zaman
taklidini yapıp herkesi güldürdü. Meğer Sadettin Kaynak' ın
"aşığım Leylaya..." ya da benzer şekilde başlayan
bir şarkısını istermiş. Anlattıklarına göre bütün Sadettin Kaynak
şarkılarına baştan sona eşlik edermiş oyuncaklarını oynarken.
Sağlam kulak keşfedilince okula başladığında olmazsa olmaz
mandolinin yanına babacığım bütçeyi zorlayıp Hohner
akordeonu de ilave etmiş.
İstanbul' da kaldığımız sürece onun için herşey yolunda gitmiş. Anadolu faslı başlayınca
durum tersine dönmüş. Gezdiğimiz, biz çocukluğunu yaşayan kızlar için her biri ayrı bir
cennet köşesi olan tüm şehirler ergenlik çağına başlayan ağabeyim için
cehennemden farksızmış. O günlerden hatırladığım, asi bir çocuk,
disiplinli bir baba ve arada idare etmeye çalışan çaresiz bir anne.
Yanlış arkadaşlar, erken başlanan sigara, evden kaçmalar.
Antalya' da Lara plajına, Adana' da Karataş' a. Sandal tutup denize
açılmalar.
Babamın "hele bir şu kapıdan çıktığını işiteyim..." diye başlayan ültimatomu üzerine
"oğlum bak ben karışmam" diyen anneme söz verip ikinci kattaki evin balkonundan
atlayıp döndüğünde de "kapıdan çıkmadım ki" diye sırıtmalar. Cezalar, tokatlar.
Babamın doğduğunda " öyle bir evlat yetiştireceğim ki..." diyerek, Türkçe, Fransızca okuduğu
tüm bu konudaki kitapların işlersiz kaldığı çaresiz süreç.

Biz kardeşleri ile olan ilişkisine gelince...
Sanırım o yıllarda hayata karşı duyduğu öfkenin tüm acısını bizden çıkardı.
Ne mi yaptı?
Ne yapmadı ki.
Masa başında ders çalışırken annemin önümüze koyduğu kâselerdeki leblebileri
önce ağzına alır sonra çıkarıp bizi yemeğe zorlardı. Ya da boks maçı yapardı
bizimle. Bir yandan gardını alır biz ona vurmaya çalışırken suratımıza sağlı sollu tokatlar
inerdi. Tabii var gücüyle vurmazdı ama bazan kantarın topuzunun kaçtıuğı olurdu.
Hemen yan odadaki babama "baabaa" diye
seslenmeye kalkana tısnık gelirdi. O da ne ki diyeceksiniz. Fiske nin ağabeyim tarafından
sertleştirilip işkenceye dönüşmüş hali. Baş ve badem parmağını birleştirip naif alnımızın
otrasına öyle bir vururdu ki gözlerimizden yaş gelirdi.
Birlikte çok eğlendiğimiz günler de olmuştur. Müzik yaptığımız zamanlar. Sıcak güney
şehirlerinde taş evlerin serinliğinde oynanan pinaki, pis yedili, daha sonraları altmış altı.
AĞABEYİM VE BEN
Benimle olan ilişkisinden bahsetmek çok ilginç olacak.
Saçlarım çok zayıftı, o yüzden güçlensin diye hep kısa kestirilirdi. Adıyaman' a

gidene kadar sanırım annemle giderdik kestirmeye. Adıyaman' da kadınlar için
kuaför yoktu ve herekesin de saçı uzundu ailede.
Beni ağabeyim erkek berberine götürürdü.
Enseme yediğim usturalar yüzünden hiç bir zaman ağız tadıyla bir at kuyruğu
yapamamış, ensemi açıkta bırakacak bir model kullanamamışımdır.
Berber durumu Mersin' de de aynen devam etti. Benim saçım hep onunki kadar
kısaydı.
İş bununla bitse iyi...Beni alırdı karşısına, önce kafamı kendi briyantinine bular, ince,
kahverengi tarağıyla yanları arkaları kafama yapıştırır, alnımın üzerine gelen kısmı da
tıpkı kendi saçı (aynı zamanda, Elvis' in, Tommiks' in, Cliff' in, Troy Donahue' nun saçı)
gibi iki avucunun ortasında preslerdi. Akordeonun tuşlarında gitarın
tellerinde tüy gibi uçuşan parmaklar, bu işlemi yaparken
birer tahta parçasına dönüşür, canımı fena yakardı.
Ses çıkaramazdım yoksa tısnık gelirdi :) Peki bu kadar mıydı işkence?
Hiç olur mu...
Mersin' in öğlen güneşinde beni dama çıkarır, güneşin altında vıcık
vıcık briyantinli saçımın kurutulması işlemine geçilirdi. Mızırdandım mı aşağıya atmakla tehdit
ederdi. Bir kere sallandırdı da ikinci kattan. Attığım çığlıklar kulaklarımda hâlâ.
Arada eliyle yoklar incelerdi. İyice kuruyunca tarağı tel yumağı kıvamı yığından bir kez daha
geçirir (gözlerimden yaş gelirdi) tarağın izinin sabitleşmesini sağlardı. (Niyeyse)
Adıyaman, onun için tam bir talihsizlikti. En deli zamanlarıydı ve oradaki gençler daha da
deliydi. Hepsi ayakkabılarının üzerine basar, çoğu yanlarında bıçak taşır, okulda hocalardan
bıçak tehdidiyle not alırlardı. Mezarlıklarda yatanlar, ot kullananlar ve kimbilir daha neler.
Artık evden kaçışlar, direkt İstanbul' a idi. Harçlıklarını biriktirir yol parasını denkleştirir
denkleştirmez soluğu anneannemlarde alırdı.
Sonunda onu Adıyaman' da tutabilecek bir durum çıktı ortaya. Annemin bir arkadaşının
kızkardeşi. Dünyalar güzeli Nihan. Artık evde sürekli o konuşuluyor, anneme onunla ilgili
sürekli sorular soruluyordu. Annemse aslında İstanbul dönüşlerinde olacakları yüreği ağzında
beklemekten kurtulduğu için keyifli ama fazla da yüz vermemeye çalışarak tek kaşı havada,
soruları geçiştirmeye çalışıyordu.
Beni alır, bisikletinin arkasına oturtur, evlerinin önünde turlardı. Bir keresinde ne yaptı
ise ayağımı tekerin tellerine sıkıştırdı. Bir kere de kafa havada aniden onu görünce sanırım
sert bir fren yapıp beni düşürdü.
En kötüsü annemin gününde yaşandı. Nihan da ablasiyla birlikte bizdeydi. Ağabeyim bir
uğrayıp gitmek üzere geldi. Alt kattaki taş sahanlıktaydı. Şeytan mı dürttü ne oldu. Durduk
yerde "yukarda kim var biliyor musun" demek gafletinde bulundum. Çekip gittikten 5-10
dakika sonra bira şişeleriyle döndü. Yerdeki mindere oturdu. Hemen anneme haber verdik.
Misafir odasının kapısı sımsıkı kapatıldı. Annem yalvarır oğlum gözünü seviym bi delilik
yapma diye. Ağabeyim dellenir arada "Nihaan.." diye bağırır. Ablamla biz başında aleste
merdivene davrandığı an kollarından çekiştirip engel oluruz. Sonra bir arkadaşı bulunup
getirtildi, onu evden götürdü ve annem rahat bir nefes aldı.
Babam öldüğünde tam yirmi yaşındaydı. Delifişek delikanlının yerini
sorumlu, yaşından olgun bir ağabey alıverdi doğal olarak.
Anneme destek, bize hami olmayı bildi. Lise bitmişti.
Üniversite sınavında da güzel puan kazanmıştı ama bankaya girdi.
Babam ölümünden az önce ona Westminster marka bir akordeon almıştı.
Gözü gibi sevdiği akordeonunu anneme çamaşır makinesi almak
için satacak kadar sorumluluk sahibi bir evlattı artık.
Evlilik, çalışma hayatı, yeni sorumluluk, geç gelen evlat, güzel günler, kötü günler...
Çok vakit geçirdim evlerinde. Aylarca kaldığım oldu.
Hafta sonları genellikle kardeşler (giderek kalabalıklaşarak) bir araya gelirdik.
Birlikte müzik yapardık. O bas sesiyle
türkü ya da şarkıyı söyler, biz kızlar üç ayrı sesle ona vokal yapardık. Eskilerden,
yenilerden birlikte TSM okurduk. Şansımıza, yeni katılanlar da hep sağlam kulaklı
çıktı. Ya da hepsi de önce gizli sınav yaptılar bu konuda :)
Tatil günleri ya da emeklilikten sonra çok bunaldığı zaman (herkes gibi) bana kaçardı.
Önce eser, gürler, onu sinirlendiren şey (ler) neyse dökerdi içini. Ona neyin iyi geleceğini
öğrenmiştim. Hemen bir tava böreği yapardım. Arkasından da "Life goes on" kasetlerini
dökerdim ortaya. Daha müzik ve Jenerikle gözleri çocuksu bir sevinçle parlar, ardarda
beş-altı kasedi kâh gülerek kâh ağlayarak izlerdik. Ardarda içilen demli çaylarla birlikte
odayı sigara dumanına boğardık. Akşam, keyfi yerine gelmiş olarak dönerdi evine.
Tüm bunları yazdıkça hatırlıyor, hatırladıkça garip bir mutluluk, hafif bir hüzün
hissediyorum. Tabii kocaman bir özlemle birlikte.
Nurlar içinde yat Can' ımın babası. Sana iki de sürpriz gelecek benden. Çok ama çok
sevdiğin iki şey...Umarım ruhun şenlenir bulunduğun yerde:)
Çok güzel bir bayram günü geçirdim aslında. Üç yeğenim bir de gelin adayı, yedik, içtik,
geçmişten gelecekten keyifli bol kahkahalı sohbetler yaptık. Bu yeni katılım bayramımıza anlam
katmıştı doğrusu. Açıkçası bu kadarını görmeyi beklemiyordum bile. Onları uğurladıktan sonra
daha sonraki bayramlarda daha da kalabalık grupların gelme ihtimalinin keyifle hayalini
kurdum. Çok hoştu. İnsana yaşama dört elle sarılmayı istetecek kadar hoştu.
Artık unutmuş olmam gerekirdi aslında ama Gripin' in o şarkısı çıktı yine ortaya ya da
son birkaç gündür hep oradaydı da yalnız kalmamı bekliyordu, beynimdeki köşesindeki
yerleştiği yerde kendini yeniden hatırlatmak için. Her neyse son bir kaç gündür hep aynı
dizeler, bir şarkının ilk kısmı hep benimleydi. Bayramımı zehir etmek için adeta.
Son zamanlarda, siyasette, sporda, müzikte, orada burada her yerde kanıksadığımız
ayak kaydırma, bam telinden vurma, yıpratma, yaralama kampanyalarının sonucu
olsa gerek.
Diyorlar ki yenilmişiz
Senin, benim gibiler
Söyleyenler yazanlar
Canımızdan bezdirenler
Kin tutmuşlar, ruhsuz olmuşlar
Sevmeyi sevilmeyi unutmuşlar.
Yenildiysek, belden aşağı vurmadık asla
Acıtmadık...
Nerden takıldı aklıma. Ne alaka. Bayram bayram...
Başka şarkı mı yok.
Umarım, yarın uyandığımda unutmuş olurum...
nice bayramlara...
Tüm blogger dostlarımın, Kurban Bayramı' nı sağlık, huzur ve
mutlulukla geçirmelerini diliyor,
herkesi sevgiyle kucaklıyorum...
Son zamanlarda ardarda gelen büyük üzüntü ve sıkıntılar, benim kişisel güncel ufak- tefek
sorunlarım, temizlik, yorgunluk, yaklaşan bayramın (yok saymaya çalışsam da ) beraberinde
getireceğini bildiğim stres, hüzün, ziyaretler için hazırlık, telaşe ve son bir kaç gündür sebepsiz
zamansız göz yaşları, umutsuzluk, karamsarlık hali derken hızır gibi yetişti Ali Sunal ve ekibi.
Başından beri çok geç vakitte de olsa zaten beğenerek izliyordum. Bu akşam çılgınlar gibi
güldüm. Tepemdeki kara bulutları dağıttıkları için onlara minnet duydum.
Farklı konsepti, sergilenen mükemmel oyunculuklar ve müthiş enerjisiyle izlenmeye
değer diyorum... Bir de jenerik müziği.
Kaldırılacak diye de korkuıyorum doğrusu...
Sanatınıza, yüreğinize, emeğinize, enerjinize sağlık ...
Bunu yazarkan Ali Sunal' ın bitiş cümlesini duydum. Kapak olsun diye ilave ediyorum.
"Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.. der sait Faik... "
Bu Blogda Ara
Contributors
Blog Listem
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Merhaba,6 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum9 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
Merhaba demeye geldim...10 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
TAŞINDIM...13 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
İzleyiciler
Yazı Arşivi
-
►
20
(5)
- ► Eylül 2020 (1)
- ► Ağustos 2020 (3)
- ► Temmuz 2020 (1)
-
►
17
(4)
- ► Nisan 2017 (1)
- ► Şubat 2017 (1)
-
►
16
(1)
- ► Şubat 2016 (1)
-
►
15
(1)
- ► Ağustos 2015 (1)
-
►
14
(16)
- ► Aralık 2014 (1)
- ► Eylül 2014 (2)
- ► Ağustos 2014 (1)
- ► Haziran 2014 (1)
- ► Mayıs 2014 (2)
- ► Nisan 2014 (4)
- ► Şubat 2014 (1)
-
►
13
(44)
- ► Aralık 2013 (3)
- ► Kasım 2013 (3)
- ► Eylül 2013 (6)
- ► Ağustos 2013 (3)
- ► Temmuz 2013 (1)
- ► Haziran 2013 (1)
- ► Mayıs 2013 (3)
- ► Nisan 2013 (7)
- ► Şubat 2013 (3)
-
►
12
(96)
- ► Aralık 2012 (2)
- ► Kasım 2012 (4)
- ► Eylül 2012 (16)
- ► Ağustos 2012 (7)
- ► Temmuz 2012 (5)
- ► Haziran 2012 (8)
- ► Mayıs 2012 (10)
- ► Nisan 2012 (14)
- ► Şubat 2012 (8)
-
▼
11
(179)
- ► Aralık 2011 (19)
-
▼
Kasım 2011
(38)
- Baki Kalan.....
- Pazar Sıkıntısı
- Kahve
- geçer
- Bir Çılgın Dönem
- TSM Sadettin Kaynak
- TSM-Sadettin Kaynak
- Paylaşınca Güzel......
- BUGÜN ONLARIN HAKLARININ VERİLDİĞİ GÜN
- Yerli Filmler
- 17 Kasım 2011 İtibariyle Akşam Gezimiz...
- siyah-beyaz gençlik
- Bir Yıldız Daha...
- Avokado
- Cevap yok...
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- Yeşilmişik
- Ah Dr. Miyazaki
- SUS BE ADAM...
- 10 Kasım 2011
- 14 yil geçmiş...
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- 1970 lerden bu yana dinlediklerim
- Yine o şarkı...
- Kurban Bayramı 2011
- 5' er beşer
- ► Eylül 2011 (14)
- ► Ağustos 2011 (17)
- ► Temmuz 2011 (8)
- ► Haziran 2011 (14)
- ► Mayıs 2011 (11)
- ► Nisan 2011 (9)
- ► Şubat 2011 (10)
-
►
10
(152)
- ► Aralık 2010 (12)
- ► Kasım 2010 (12)
- ► Eylül 2010 (9)
- ► Ağustos 2010 (12)
- ► Temmuz 2010 (7)
- ► Haziran 2010 (12)
- ► Mayıs 2010 (11)
- ► Nisan 2010 (17)
- ► Şubat 2010 (11)
-
►
09
(186)
- ► Aralık 2009 (22)
- ► Kasım 2009 (22)
- ► Eylül 2009 (17)
- ► Ağustos 2009 (24)
- ► Temmuz 2009 (19)
- ► Haziran 2009 (20)
- ► Mayıs 2009 (20)
- ► Nisan 2009 (8)
- ► Şubat 2009 (5)
Müzik
Popüler Yazılar
-
KADİM DOSTLAR Önce beni sık sık evinde ağırlayan 35 yıllık dostumla keyifli bir fotoğrafla başlayalım. Blogger dostlarım onu daha önce bahse...
-
bilmem hatırlar mısın bir liseli kız vardı bir liseli esmer kız gözleri yıldız yıldız saçları gece gibi simsiyah dökül...
-
Sayın Haykırış, Yok etmeye çalışmak yerine varlığımızı işaret ettiğiniz, düşmanlık yerine dostluk gösterdiğiniz, kara çalmak yerine üzerimiz...
-
Akşam masamı toparlarken gözüme kutunun içinde birikmiş not kağıtlarım ilişti. Duyduğum, gördüğüm ilginç şeylere dair ipucu cümlecikler. Ç...
-
Yeni yılda Tüm zorlıklar karşısında çetin ceviz olacağıma.... Fındık kabuğunu doldurmayacak sebeplerle kendimi üzmey...
-
Onlar bağırışıyor. Döğüşüyorlar, şüphe ediyor ve yeise düşüyorlar; boğuşma ve çekişmelerinin sonunu bulacağa benzemezler. Senin hayatın, saf...
-
Ey dünya! Ebedi olarak yaşıyorsun Mevsimlerin tepsilerinden Çiçekler ve yapraklar Yolunun üzerine Dökülüyorlar. ...
Etiketler
- 2010
- 2011
- 27 mayıs İhtilali
- 7 numara
- ABD
- abla
- acemilik
- açlik
- Adıyaman
- afet
- ağabey
- ağaç
- Ağustosta Rapsodi
- aile
- akraba
- akrostiş
- akşam
- Albatros
- alış-veriş
- alışkanlık
- alışveriş
- alışveriş tutkusu
- Ali Muhittin Hacı Bekir
- Alphonse de Lamartine
- amatörlük
- anı
- anılar
- anılar...
- anlaşma
- anlayış
- anma
- anne
- anneanne
- anneler günü
- Antalya
- apartman hayatı
- arayış
- arıza
- Arka Pencere
- arkadaş
- armağan
- aşı
- aşk
- aşure
- Atatürk
- ateş böceği
- atom bombası
- Attila İlhan
- ATV
- ATV şarkı
- Avustralya Açık Tenis
- ayaz
- ayrılık
- aziz nesin
- B.Necatigil
- baba
- Babalar Günü
- bahar
- bahçe
- balkon
- banka
- Barbra streısand
- barış
- başarı
- başlangıç
- Baudelaire
- Bauelaire
- Bayrak
- bayram
- Beatles
- bebek
- bekir sıtkı erdoğan
- beklentiler
- BEN
- beste
- beşiktaş
- Betty Smith
- beyaz dizi
- beyaz diziler
- beyaz roman
- Bhagavatgita
- bilgisayar
- Bir genç kız Yetişiyor
- Bir sarkısın sen
- Bir Şarkısın Sen
- birlik ve beraberlik
- birliktelik
- bitki
- biyografi
- blog
- blogger
- börek
- Buddha
- bugün
- bulmaca
- buluşma
- buzdolabı
- Bülent Ecevit
- Cahit Sıtkı Tarancı
- can yücel
- Capra
- cehalet
- centilmen
- cesaret
- cevaplar
- cezerye
- cinayet
- cocuk
- cocuk.
- cocukluk
- Cronin
- Cumhuriyet
- Cüneyt Gökçer
- çalışma hayatı
- çaresizlik
- çay
- Çığlık
- çınar
- çiçek
- çiçekler
- çiğ
- çocuk
- çocuklar
- çocukluk
- çöp
- dalgınlık
- Daltonlar
- damat
- Damdaki Kemancı
- dans
- davetiye
- dayak
- dedikodu
- Defne Joy Foster
- demirhindi
- deneyimler
- deniz
- deprem
- dergi
- destan
- dilek
- dilekler
- dinlenme
- disko kralı
- diyet
- dizi
- doğa
- doğallık
- doğum günü
- dolap
- Doris Day
- dost
- dostluk
- dostluk.
- dostlulk
- duygular
- düğün
- dül dül
- dünya
- dünya kadınlar günü
- Dünya Prematüre Günü
- düşmanlık
- düşünceler
- düşünceler.
- Ecevit
- edebiyat
- Edgar Allan Poe
- Ekim
- Ekrem Bora
- Elazığ depremi
- emek
- emekli
- eminönü
- Emirgân
- Engelliler
- ephraim kishon
- erişkin
- erişlilmezlik
- erkek
- eski yıl
- eşek
- eşyalar
- etiket metiket yok
- Etkinlik
- eve dönüş
- evlat
- Ey Aşk Nerdesin
- eylül
- ezan
- Ezel
- Fakir Baykurt
- fal
- fanatizm
- Farrah Fawcett
- fasulye
- felaket
- felsefe
- fenerbahçe
- fırtına
- Fikret Otyam
- film
- filozof
- final
- Firari
- firuze
- fono
- formüller
- fotoğraf
- Frank Sinatra
- Futbol
- gazanfer özcan
- gece
- geçim
- Geçmiş
- geçmişten şarkılar
- gelecek
- gelin
- genç kız
- gençlik
- gerçek
- geyik
- gezi
- gezinti
- giden sene
- Gitanjali
- giysiler
- Govinda
- gökkuşağı
- göl
- gönülçelen
- gösteri
- göze çarpmayan debdebe
- gözyaşı
- Grace Kelly
- grizu
- gül
- Gülümse
- gün batımı
- güncel
- güneş
- Güneydoğudan öyküler-Önce vatan
- Günlük yaşam
- güven
- güz
- güzellik
- güzellikler
- haber
- haberler
- Hacer Buluş
- Hacivat
- hafta sonu
- hak
- hala
- harika çocuklar
- hasta
- hastalık
- hayal kırıklığı
- Hayali Küçük Ali
- hayaller
- hayat
- hayvan
- hayvanlar
- hayvanlar alemi
- hazan
- hediye
- Herman Hesse
- hiciv
- Hindistan
- Hiroşima
- Hitchcock
- hobby
- Hollywood
- hoptirinam
- hoşgörü
- hoşluklar
- http://www.blogger.com/img/blank.gif
- huzur
- hüsran
- hüzün
- ıhlamur ağacı
- ışık
- ibadet sohbet
- içimizdeki çocuk
- içtenlik
- iftar
- ihmal
- İhsan Varol
- ikiyüzlülük
- ikram
- ilaç
- ilginç şeyler
- ilişki
- ilkbahar
- ilkokul
- İlkokul şiiri
- İnci Ertuğrul
- İngilizce
- insafsızlkık
- insan
- insan halleri
- insan olmak
- insanlık
- intikam
- İslamiyet
- istanbul
- isyan
- İş Bankası
- işçi
- iyilik
- Jacques Brel
- James Stewart
- Japonya
- Jean Moreas
- Jim Reeves
- kabuk
- kadın
- kadınlar
- kahvaltı
- kahve
- kalıplar
- kalite
- Kamer Genç
- kan verme
- Kandil
- kaplumbağa
- kar
- Karagöz
- karanfil
- karanlık
- kardeş
- karışık duygu ve düşünceler
- karmaşa
- katiam
- kavafis
- kayıp
- Kayserispor
- keder
- kedi
- kediler
- Kelime oyunu
- Kemal Burkay
- kerpiç
- keşke
- keyif
- kıskançlık
- kış
- kız kardeş
- kızkardeş
- Kim Novak
- kiracı
- kishon
- kişisel
- kitap
- koka kola
- kolbastı
- komedi
- komik
- komşu
- komşuluk
- konser
- konut
- korku
- Korolar çarpışoyor
- koşullu refleks
- köpek
- kuaför
- kupa
- Kurban Bayramı
- kuyruk-bilim
- kültürel mozaik
- Lale
- latife hanım
- lezzet
- lisan
- lise
- Liz Taylor
- maneviyat
- manzara
- Marsel İlhan
- masal
- masumiyet
- maymun
- mazi
- meclis
- medya
- Mehmet Topuz
- mektup
- merasim
- Mevlana
- mevsimler
- Meyva Zamanı
- Michael Jackson
- mim
- misafir
- misafirlik
- Misak- ı milli
- mizah
- Montaigne deneme
- moral
- Mr. Smith
- muhabbet
- Muhabbet Kralı
- Muhammed
- muhasebe
- Murathan Mungan
- mutfak
- Mutfak şarkıları
- mutluluk
- Müge Anlı
- müzik
- müzik nostalji
- Nagazaki
- Nazım Hikmet
- nefret
- nekahat
- Nirvana
- Nisan
- Nişan töreni
- Noktürn.
- nostalji
- okan bayülgen
- olay
- olgunluk
- on line alışveriş
- ordan burdan
- Orhan Kemal
- Orhan Veli
- orman
- oruç
- otobüs
- otokontrol
- oyun
- ozan
- ödül
- öfke
- öğrenci
- öğretmen
- Öğretmenler günü
- ölüm
- ölüm yıldönümü
- ömür
- öykü
- Öykü Atölyesi
- özgüven
- özlem
- Paçoz
- Paçoz..
- Paris
- pasta
- paylaşım
- paylaşmak
- pazar
- pazar alışverişi
- pazar günü
- Pazar sohbeti
- pembe dizi
- pencere
- Piknik
- pişmanlık
- plan ve programlar
- planlar
- plasebo
- Platters
- polis
- popülizm
- program
- programlar
- radyasyon
- radyo
- Ramazan
- Ramazan davulu
- Red kit
- reklamlar
- resim
- resmi bayramlar
- Reşid Behbudov
- Rilke
- rin tin tin
- Roland Garros
- roman
- romantik
- romantizm
- röportaj
- ruh yorgunluğu
- ruhat mengi
- rüya
- saat
- sabah
- sadakat
- Sadettin Kaynak
- safiyet
- Sağanak
- sağlık
- sahur
- Samana
- samimiyet
- sanal
- sanat
- sanatçı
- sanatkar
- Saroyan
- Satürn
- schumann
- sebze
- seçkin
- seçme saçma sohbetler
- sel
- Selimpaşa
- Selmi Andak
- sergi
- sevdiğim şeyler
- sevgi
- sevgi soysal
- sevgili
- sevgililer günü
- sevinç
- seyahat
- seyirlik
- Seyyare
- Shakespeare
- Show TV
- sıcak
- sıkma
- sıradanlık
- Sidarta
- Sigara
- simit
- sinema
- sipariş
- sis
- soğuk
- sohbet
- sonbahar
- soru
- sorular
- spiker
- star
- still life
- su yücel
- suikast
- şablonlar
- şafak
- şans
- şarap
- şarkı
- şaşkınlık
- şeker
- Şeker Bayramı
- şerbet
- şermin
- şiddet
- şiir
- şikayet
- tabak
- tabletler
- tagore
- tanışma
- tansiyon
- tantuni
- tarif
- tartışma
- taşınma
- tatil
- tedavi
- teknoloji
- telaş
- telefon
- televizyon
- temizlik
- tenis
- tenis turnuvası
- terlik
- tevfik fikret
- Tırpan
- tiyatro sahne
- tokat
- toplantı
- Tövbeler Tövbesi.
- Transfer
- tren
- TRT
- TSM
- Ttv
- Tuna Huş
- tutsak
- tuvalet
- tüketim
- Tülin Oral
- Türkan Saylan
- türkü
- TV
- Uğur Mumcu
- umut
- unutma
- uyku
- Üç Hür El
- ülke meseleleri
- ümit
- üretmek
- ütü
- vahşet
- vakit
- Vasuveda
- vatan
- William Holden
- William Wordsworth
- Wimbledon
- yağlıboya resim
- yağmur
- yalnızlık
- yaprak
- yarışma
- yaşam
- yaşlılık
- yatak
- yaz
- yeğen
- yeğenlerim
- yeme-içme
- yemek
- yemekteyiz
- yeni yıl
- yeni yıl kartları
- yesterday
- yıl dönümü
- yılbaşı
- yıldız
- yıldönümü
- yoksulluk
- yol
- yolculuk
- yolculuk.
- yorgünluk
- Young at Heart
- yönetici
- yün
- yürüyüş
- zaman
- Zeki Müren