Fulya cım, beni mimlemiş. Çok teşekkür ediyorum. Mim konusu yeni yılda
gerçekleşmesini istediğim on iki dileğim.
Önemine değil ama aklıma geliş sırasına göre bir şeyler yazmaya çalışayım.
1- Paçoz' um kötülemesin.
2-Üç yeğenim de sevdikleri, mutlu oldukları işlerde çalışsınlar. (Mümkünse bütün gençler)
3- Başta tanıyıp sevdiklerim olmak üzere , tüm sağlık sorunları olanlar zımba gibi olsunlar.
4-Ağrılarım ve kilom artmasın.
5-Dostlarımla buluşmaya devam edeyim.
6-Aldığım tüm kitapları okuyup bitireyim, hemen yenilerini alayım.
7-Seyahat edebilecek güçte olayım.
8-Çenem düşmesin.
9-Hafızam yerinde kalsın.
10-Yanlış anlaşılmayayım.
11-Sevgilerimi daha sakin
12-Öfkelerimi daha kontrollü yaşayayım.
Yeni yılda

Tüm zorlıklar karşısında
çetin ceviz olacağıma....

Fındık kabuğunu doldurmayacak sebeplerle
kendimi üzmeyeceğime ...
Başarabilirsem,
Fıstık gibi bir yıl olacağına inancım tamdır.

Çam fıstığına razıyım


Antep fıstığını daha da tercih edebilirim

Şöyle tuzlu soyalı baharatlı Kaju olsa keşke...

İster misiniz şöyle fıstıklı baklava tadında
olsun...
(Çok hoşuma giden TADIM reklamından ...)
Muhtemelen herkes daha önceden izlemiştir. İzlemeyenlere bir yılbaşı hoşluğu olsun.
Böyle şeyleri nedense en son ben görürüm.
Köpeklerin kolay öğrendikleri göz önüne alınacak olursa bu gösteride asla zorlama yok bence.
Her halinden en çok da kuyruğunu sallayış şeklinden ve yüz ifadesinden hayvanın da
çok eğlendiği belli. Bunu da anlayınca insan keyifle izliyor doğrusu...
Dancing Dog, Dans eden köpek, oynayan köpek ile netdunyam2006
Avarel Dalton' u bilen bilir.
Red Kit camiasının an aptal ve en beceriksiz elemanıdır.
Haydut Dalton Biraderler dörtlüsünün en büyüğüdür aynı zamanda. Dostunu düşmanını
bilmez, kardeşleri arkasını toplayıp çekip çevirmese başı dertten kurtulmayan bir tip.
Bizdeki Oğuz Aral' ın Avanak Avni' si gibi. Hani şu "dıgıl dıgıl" diyerek ortalıkta dolaşan
asla büyüyemeyen şimdilerde yetim kalan çocuk.
Çok güleriz Avarel e. Dostunu düşmanını tanımayıp yüzüne gülen herkese "iyi birine
benziyor" diye koşup dayak yemesine ya da kodese tıkılmasına, her bulduğu şeyi yemesine
"wanted" ilanınında azılı katil kardeşlerininkilerin her sene artarken onun ödül parasının
salaklığı yüzünden hiç artmamasına... Çok güleriz.
Ama Avarel Dalton deyince benim (ve şimdilerde görüşmediğimiz bir arkadaşımın) aklıma
ilk gelen "bu gitarı bitirdim yenisini getirin" repliğidir. Arkadaşımla birlikte bu bölümü ilk
okuduğumuzda gülmekten gözlerimizden yaş geldiğini hatırlıyorum.
Daltonlar kodesten kaçar ve Meksika' ya geçerler. Tabii Red Kit de arkalarından. Can
havliyle kendilerini o sırada kasabada yapılmakta olan bir şenliğin kalabalığına atarlar.
Çarçabuk buldukları kıyafetleri giyinip ellerine birer gitar alırlar ve başlarlar şarkıya.
"Ayyyayyyyayyyyay yayyy ayayyyayyay......."
Redkit kasabaya ulaşır. Etrafı kolaçan eder. Ne berbat sesler bir an evvel uzaklaşayım
derken tanıdık bir ses duyar ve gözleri parlar kulakları seyrir.
Bildik davudi ses "bu gitarı da bitirdim, bana yenisini verin" diye bağırmaktadır. Dönüp
baktığında Avarel in elindeki teli kopmuş gitarı salladığını görür. Arkasındaki bir ya da
birkaç teli kopmuş hatta sapı kırılmış bir sürü gitardan oluşan yığını da .
Tabii gözlerinden yaş gelene kadar gülen bir de Red kit vardır orada o sırada bizimle
birlikte. O kadar çok güler ki o kendini toparlayıp silahını çekene kadar onlar sıvışmışlardır.
Akşam mutfağı toplarken ve radyomda "güle güle eski yıl hoşgeldin yeni yıl" muhabbetleri
akıp giderken bir küçük muhasebe yaptım kendimle ve bu yılla ilgili. Sonuçtan hiç memnun
kalmadım. Şööyle bir geriye doğru sardım yaşadıklarımı daha doğrusu hissettiklerimi.
Elde var bir dolu saçmalık. Evet resmen saçmalamışım. Avni- Avarel kıvamında oradan
oraya dıgıl dıgıl diye diye koşturup yorulmuş sonra da oturmuşum popomun üzerine.
"Ayyyyayyyyayyyyayy...." Kopuk, kırık bir yıl daha. At diğerlerinin yanına...
Bu yılı da bitirdim. Bana yenisini getirin...
Avuman' dan sevgilerle :)
yüzer ve rakseder.
Güneş batıp, kararan gök yorgun bir gözün üstüne düşen kirpikler gibi
denize yaklaşarak indiği zaman,
şairin kalemini ortadan kaldırmasının
ve düşüncelerini, o sessizliğin ebedi sırrı arasındaki derinliğin
dibine daldırmasının vaktidir.
R.Tagore
Meyva zamanı
Bir gün, şiirden, şairlerden bahsederken, şeritli hesap makinesinin rulosundan bir parça çekip
bu dizeleri karalayıverdi.
Eve gidince şiir defterimin bir sayfasına toplu iğneyle sabitledim.
1975 yılı...Bakırköy Şubesinde ilk senemdi. O zaman otuzlu yaşlarındaydı sanırım.
Kibar, kültürlü, son derece ince ruhlu bir İstanbul hanımefendisiydi.
Yalnız yaşıyordu ve hep neşeli görünmeye çalışssa da o çok güzel yeşil gözlerinde
dikkatli bakanın ya da hüznü bilenin anlayabileceği bir gölge daima vardı.
Pozisyonumuz gereği pek yakınlaşamadık birbirimize. Ama hiç de kırılmadık birbirimizden.
Epey olmuş bu dünyayı terk edeli. Ben yeni öğrendim.
Nurlar içinde yatın Gönül Hanım. Çok sevdiğiniz babanıza kavuşmuşsunuz nihayet.
Umarım aradığınız huzuru yakalamışsınızdır...
Pazar sabahı Paçoz yine yaptı yapacağını.
8.00 bile olmamışken fırlayıp yanına koşturuncaya kadar tiz havlarıyla ortalığı yıktı geçirdi.
Öpe koklaya susturdum. Zor günler geçiriyor sanırım. Uykusundan kesik kesik hıçkırarak
uyanıyor, uyurken bir ayağı sürekli titriyor. Dün gelen yeğenim Can ın tezahüratlarına
ilgisiz ( ki onu çok sever) kalacak kadar keyifsiz.
Neyse önce Can la birlikte fena halde dağıttığımız ve öylece bıraktığımız mutfağı toplamaya
giriştim. Sonra sabah faslı rutin gezimizi yaptık. Dönüp tostlarımızı yedik. Sonra da 12 deki
apartman toplantısına katılmak üzere hazırlandım.
Bizim toplantılarımız büyük bir anlaşmazlık yoksa ya da önümüzde tartışmalı bir proje, belli
kurallar uygulamaya gerek görmeden, maddeler filan okunmadan çay eşliğinde sohbet ederek
geçer gider (di). Ev sahiplerinin çoğunluğu hanımlar olunca ve sürekli çoluk çocuk birlikte
vakit geçirdikleri ve her teklifi, "çoğunluk neyse uyarım" ," şurada hepimiz yüzyüze bakıyoruz"
şeklinde karşıladıkları için bir türlü çoğunluk sağlanamaz, çıkan karara da park sıralarında,
apartman kapılarında fısıldaşarak, "damat eline bakıyorum, ben bunu nasıl öderim" ya da
"filancanın tuzu kuru tabii dayamış kocasına sırtını" şeklinde yakındıktan sonra her şey
unutulurdu.
Her zamanki gibi yemek masasının başında yönetici ve yardımcısı önlerinde hep açık duran ama
hiç de bakılmayan bir karar defteri, masanın etrafında 4-5 erkek, koltuklarda da 17-18 kişi biz
hanımlar..
Yönetici geçen toplantıda, hadi bu sefer de genç birine emanet edelim apartmanı diyerek oy
birliğiyle seçtiğimiz genç bir adam. Ergenlik zamanlarından beri tanıdığımız, saygılı, efendiden
biri. Adana' lı bir ailenin tek oğlu. Beş yıl kadar önce evlendi. Kendisi için alınan daireye yerleşti.
İki çocuk babası, eşi ve çocuklarıyla kavgasız gürültüsüz yaşayıp gidiyorlar.
Biz hanımlar kendi aramızda hatır sorma, çoluk çocuk, çocukların okulu, Paçoz' un sağlık
durumu konuşurken gözüm yöneticiye ilişince bir afalladım önce. Hem tipinde hem tavrında
bir farklılık vardı sanki. Sarı saçlarını kısa kestirmiş, kirli sakal bırakmıştı. O sakin genç gitmiş,
yerine elini kolunu kullanarak sert bir tonla konuşan bambaşka biri gelmişti.
Apartman görevlisinin emekliliği konuşuluyordu bir ara. Ödenmesi gereken toplu para,
onun dairesinde oturmaya devam etme ve ücretli çalışma talebi görüşülürken birisi yöneticiye
"apt. görevlisini neden bu kadar koruyorsun" deyince "bende yamuk olmaz, ne diyorsam
odur" tekrarları, diklenmeleri, efelenmeleri hem çok farklı hem de çok tanıdıktı.
Beyler yatıştırdılar, sırtını sıvazladılar. Yerine oturduğunda "tamam tamam, sıkıntı yok" dedi.
"Sıkıntı yok." Birden kavradım durumu. Kuzey-Güney dizisinin Kuzey' i...Tıpkı onun gibi
davranıyordu. Sadece baklava yoktu. Biraz göbek vardı yerine :)
Sıra bildik apartman sorunlarına geldi. Zamansız silkelenen halılar, kapı önüne konulan
papuçlar, vaktinden çok önce çıkarılan çöpler...
Sürekli "bende yalan yok birileri sürekli tepemden aşağı kırıntılar silkeliyor. "Bakın ben
söylüyorsam doğrudur. Geçen gün asansöre bir girdim leş gibi sigara kokuyordu. Kimin yaptığını
da biliyorum." "Hanımlar köyleri buraya taşımayalım. Artık elektrik süpürgeleri var. Halıları
tepemizden sallandırmayalım. Bende yalan olmaz , ben dobra adamım boşuna itiraz etmeyin
ben kimlerin yaptığını biliyorum diyorsam biliyorumdur."
Öyle eğlenerek izliyordum ki kulağıma gelenleri algılayınca afalladım. Çocukların koca park
dururken apartmanın içinde koşuşturmaları filan konuşuluyordu galiba "zaten sabah sabah
köpek havlamalarıyla uyandık..." Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. "Yaa evet, haklısınız çok
özür dilerim ama bu ara..." diye başlayacak oldum hanımlar çoğunluk, "paçuşumuz
apartmanımızın evladı..." "hasta zavallı" paydasında söylenmeye başlayınca apartmanımızın
Kuzey abisi derhal çark etti. "Asuman ablacım, sizi tenzih ederim, ben sokaktaki köpekleri
kastetmiştim siz sakın üzerinize alınmayın..."
Aslında haklı olduğu tek konu oydu. Paçoz gerçekten birilerini ve onu uyandırmıştı ve
bu gerçekten şikayet edilesi bir durumdu. Bunu anlayabilirdim.
Ama neredeyse saatlerdir, her cümlesine "ben ne diyorsam doğrudur, bende yamuk olmaz,
ben mert adamım, özüm sözüm hep aynıdır diye diye karşısındaki yirmi küsur olgun, yaşını
başını almış insana, birileri...diye başlayarak muhatap göstermeden ayar çekmeye kalkışması
üstelik elini masaya vura vura, izlenmeye değerdi doğrusu. Ve anlaşılır gibi değildi.
Yarın hepimiz günlük hayatlarımıza döneceğiz. Gördüğümüz yerde selamlaşıp birbirimizin
hatırını soracağız. Devran dönecek, biz devam edeceğiz. Diziler bitecek:) Yenileri gelecek.
Bu gün 17 Aralık. Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin 738 yıl önce Mevlâsına kavuştuğu
gün. Kendi deyişiyle düğün günü.
Onun hakkında birşeyler yazmaya cüret edecek kadar etkin ve yetkin değilim.
"Hamdım, piştim, yandım" demiş Mevlana Hazretleri.
Biraz ışık diliyorum onun yangınından... Kâmil olma yolunda...Önümü görebilmek için.
Egolarımdan kurtulmak için. Herşeye üzülmekten vazgeçmek için.
Herkesi sevebilmek için. Sevdiklerimin ve sevenlerimin sevgisini kaybetmemek için.
"Raskolnikov, yeni giysilerini giydikten sonra masadaki paralara baktı............"
Devamını hatırlayamadım ama böyle başlıyor tanıtım filmi. Görme engelliler için hazırlanan
bir sesli çalışma ile ilgili. Reklam amaçlı da olsa, engelliye bedava ulaşan bir hizmet.
Abartılı, coşkulu,ağlamaklı seslerle iç burkan yapay sevgi şarkılarından farklı olarak
somut bir şeyler sunuyor.
Aslında üzerinde daha çok konuşmaya değer güzellikte ama, benim bugün aklıma üşüşenler
bambaşka. Parça parça, bölük-pörçük, sıraya koyamayacağım kadar karmaşık anılar,
duygular, düşünceler.
Tanıtımdaki parçayı ilk duyduğumda ve sonra hemen her izlediğimde tuhaf bir biçimde
yetmişli yılların ortalarında Ataköy' deki salonu sütunlu duvarları çift renk boyalı
evimizde, iş dönüşü siyah- beyaz televizyonumuzu izlediğimiz gecelerde buluyorum
kendimi. Yaşıtlarım o günlerin televizyon programlarımı muhtemelen benim gibi yana
yakıla ve özlemle hatırlıyorlar eminim. Dramatize eğitici köy programları, çocuklar
için eğitici-eğlendirici "Oyun Treni" (Levent Kırca-Köksal Engür) akşam klâsik TSM.
O kısacık dönemde (74-75) geceleri yanlış hatırlamıyorsam Sunullah Arısoy' un
(yanlışsa ve doğrusunu bilen varsa söylesin) tok sesiyle sunumunu yaptığı klasik
eserleri nasıl da keyifle izliyoruz. Ayrıca bir sürü Türk klasik eserinden uyarlanan
çoğu bu gün izlediklerimizden çok daha kaliteli, oyunculuk ve gerçeğe uygunluk
açısından çok daha mükemmel diziler var o günlerde. Bir kez daha Nurlar içinde yatsın
İsmail Cem diyorum.
Birkaç yıl daha geriye gidelim. 1970 ya da 71. Lise bitememiş, işe de henüz girmemişim.
Ağabeyim, ablam bankada, Rayuş lisede, hatırladığımda burnuma kitap kokuları gelecek
kadar çok okuduğum ve huzur duyduğum bir dönem. Bu dönemde bir yerlerde
babaannemle (bir babaanne bu kadar sevilir) l0- 15 günlük birlikteliğimiz var. Sabah
kahvelerimiz, bu esnada kimbilir kaçıncı kez aynı zevkle izlediğim sıradışı anıları var.
Bir de koltuklarımıza çekilip keyifle okuduğumuz kitaplar. Babaannemi kitap okurken
çaktırmadan izlemenin bana verdiği müthiş zevk var.
Aslen Yemen' li olan bu dünya tatlısı insan 70 lerinden sonra torunlarından yeni türkçeyi
öğrenmiş ve okuduğu ilk kitap 80 Günde Devrialem. Resmen gülerek ve kendi duyabileceği
kadar kısık bir sesle okuyor. Dudaklar kıpır kıpır.
O günlerde ben bir yandan yeni basılan her kitabı alıyor ve okuyorum, bir yandan da
orta okula giderken haftalıklarımla alıp okuduğum klasikleri bu kez hakkını vererek
okumaya çalışıyorum.
Şimdi işi biraz daha karıştırıp çabucak bu günlere dönelim. Geçtiğimiz günlerden birinde,
Kadıköy' deyiz. İstanbul' da edindiğim ilk arkadaşım ortaokuldan Sema (1964 yılından)
ve bizden 4-5 yaş küçük kızkardeşiyle birlikte, bir yandan yemek yiyor bir yandan da
eski günleri konuşuyoruz. Kâh gidenleri anarak hüzünleniyor, kâh zıpırlıklarımızı
hatırlayıp güülüyoruz. İlerleyen senelerde Serpil' in kocasıyla tanıştığı günler, onların
dillere destan fırtınalı ilişkileri, bana tanıştırmak üzere getirmesi filan biz bunları
konuşurken eşi de işini bitirip bulunduğumuz mekana geliyor ve bize katılıyor.
Çok uzun bir aradan sonra ilk karşılaşmamız. Benden 1-2 yaş küçük sanırım. Yıllar
ona da yapacağı kadarını yapmış. Bel hafif bükülmüş, saçlar ağarmış. Ama ilk
tanıdığım günlerdeki gibi zarif, kibar, saygılı. Elindeki kocaman poşeti boş sandalyeye
bırakıyor. İçi tıklım tıklım kitap dolu. Benim de içinde kitaplar olan bir poşetim var.
Blogger dostların okuyup önerdiği kitaplar. Bir umut alıyor da alıyorum. Mucize olur
da bir gün aşarım sorunumu umuduyla. Gösteriyorum. Nazlı Eray-Tozlu Altın Kafes,
Barış Bıçakçı-Sinek Isırıklarının Müellifi, İnci Aral- Yazma Büyüsü. Diğerlerinden
bahsediyorum. Yenilerden. "Çoğunu okudum" diyor. Okumayı çok sevdiğini biliyorum.
Tüm emekli öğretmenler gibi. "Bir çırpıda ve severek. Ama benim aklım gönlüm hâlâ
klasiklerde." Poşetine göz atıyorum. Suç ve Ceza dikkatimi çekiyor. Sahaflardan
toplamış. Knut Hamsun, Dresier, Turgenyev ve daha bir çok yazardan eserler.
"Her okuyuşumda bir ayrıntı, bir güzellik daha yakalıyorum, bir satırın daha altını
çiziyorum" diyor. "Her bitirişte de kendimi daha iyi hissediyorum."
Raskolnikov'un, suçluluk duygusu, vicdan muhasebesi, iyi ve kötü
kavramları, insan ruhunun karmaşası, gel-gitleri, Harp ve Sulh' un balık etli güzel
Nataşa' sının (Audrey Hepburn' u hiç yakıştıramamıştım o role) uçarı bir kızdan
olgun bir kadına dönüşmesi sürecini anımsıyorum. Kardeşi Petya öldüğünde ağladığımı.
Ergenlikte okurken savaştan bahseden sayfaları atladığımdan söz ederken aniden
"Kutuzov" ismi geliyor aklıma. Rus komutanı. Bilmecelerde resmini görmüşken
Türkan Şoray' ın ismini hatırlayamayan ben niçin bu ismi unutmadıysam. Sonraki
okuyuşlarımda bu komutanın askerleri için nasıl üzüldüğünü, kişiliğinin ne kadar
güçlü ve önemli olduğunu hatırlıyorum. Diğer çoğu karakterler gibi. Ve bu savaş
bölümlerinde Napolyon' un Moskova' yı işgalindeki başarısızlığının tüm arka planının
bulunduğunu anlıyorum. Benzer saptamalar birbirini kovalıyor. Hugo' nun Jean
Valjean' ından Turgenyev' in nihilist Bazarov' una geçiyoruz. Verther için döktüğüm
gözyaşlarımdan bahsediyorum. O da Steinbeck' in Lennie' sini nasıl içi burkularak
okuduğunu anlatıyor. Tüm bunları konuşurken, ergen yaşlardan beri kafama takılan
hep aynı soru yine çıkıyor karşıma.
Bunca betimlemeye, analize, geniş zamanlara, eskide kalmışlığa, modası geçmişliğe karşın,
sayfalarca yazılardan oluşan kalın ciltleri bu denli vaz geçilmez kılan ne ki dönüp dönüp
bir daha okuyoruz. Zevk almanın biraz da bilgilenmenin dışında bize kattığı ne?
Konu, günlük hayata, çoluğa çocuğa emekliliğe ve yaşam telaşlarına geliyor. Biraz
Fenerbahçe, şike durumları, biraz kadına şiddet, biraz politika derken yeniden geçmişte
buluyoruz kendimizi.
"Size geldiğimiz günü hatırlıyorum" diyor arkadaşım. Serpil sizden çok bahsetmişti.
Çok heyecanlanmıştım." Gerçekten eli ayağı titriyordu ilk geldiğinde. Hafta sonuydu ve
ben yalnızdım. Rayuş ya ağabeyimlerde ya da ablamlardaydı sanırım. Sonradan o heyacanı
Sema nın da yardımıyla şaka- şamata yatıştırmıştık. Yine uzun uzun kitaplardan,
konuşmuştuk.
"Hiç unutmuyorum, beğendili kebap yapmıştınız."
Şaşkınlıktan gözlerim yuvalarından fırlıyor. En az 30 yıl öncesi. Sofraya dair hiç bir şey
hatırlamıyorum. Şaşkınlığımı görünce gülüyor.
"Hiç unutmuyorum çünkü koyun eti kullanmıştınız . O güne kadar koyun etini kokusu
yüzünden hiç ağzıma sürmemiştim. O günden sonra da hiç yiyemedim."
O gün nezaketinden, beni kırmamak için sonuna kadar yemiş bitirmiş tabağındaki kebabı.
Şaşırmıyorum. Ben de olsam aynısını yapardım. Çok da yaptım zaten.
Sonra ufak bir şimşek çakıyor beynimde.
Bu mudur diyorum. Bu incelikte bu özende o poşetteki kitapların satırlarında dolaşan
Raskolnikovların, Jean Valjean ların, Buzukov ların, Bazarov ların, Nataşa ların, Sonya' ların,
yazarlarının yıllarca uğraşarak ruhlarını, vicdanlarını, tüm duygu ve düşüncelerini dantel gibi
şekillendirdikleri, tüm bu "insan" ların katkısı yok mudur.
Tüm o eserlerdeki mekanları, insanları, olayları ve duyguları en ince ayrıntılarıyla anlamaya,
benimsemeye, içselleştirmeye çalışırken sarfettiğimiz dikkat ve özeni, tüm o yaşanmışlıkların
ışığında kendi yaşamımımıza, ilişkilerimize farkında bile olmadan taşımamız normal değil midir.
Tüm o sevdiğimiz benimsediğimiz "mükemmel" "kusurlu" kahramanlar, önyargılarımızı ve
kibirlerimizi sorgulamamız için birer neden değil midir, ya da "iyi" ve "kötü" kavramlarını
tekrar tekrar gözden geçirmemiz için.
Neden olmasın?
Blogger kardeşim Buğday tanesi beni mimlemiş. Düşünmüş, değer vermiş. Çok teşekkür
ederim.
Mim konusu kendimizle ilgili yedi özelliği açıklamakmış. Bu konuda çok mim cevapladım ama
yaşamışlık çok olunca antikalık da ona göre fazla oluyor. Giderek de artıyor :)
Her neyse bir kere daha deneyelim.
1-Çok canım yanmadıkça doktora gitmem.
2-Yemek konusunda seçici değilim. Ne yapılırsa önüme ne konursa yerim. Neden yapıldığını
bildiğim sürece tabii. Farklı ülke mutfaklarını denemeyi sevmem.
3-Meyva konusunda tembelim. Biri benim için soyup dilimleyip tabağa koyup elime
tutuşturmadıkça meyva yemem. Yani çok nadir meyva yerim.
4-Aculluğum ve beceriksizliğim düzeltemediğim huyum. İş ya da alışveriş yaparken hem
oradan oraya bilinçsizce koşuşturur bir yandan da kendi kendime yüksek sesle
"bi sakin...bi sakin..." şeklinde telkinlerde bulunurum.
5-Sevgi konusunda da no. 4 deki gibiyim. Bu sefer içimden "bi sakin...bi sakin..." şeklinde
tekrarlar dururum. 4 ve 5 ömrümden bir kaç sene götürecek eminim :))
6-Tepemde odun kırılsın razıyım, yeter ki yüksek sesle kavga eden yetişkinler, çocuğuna bela
okuyan tiz anne bağırtıları ve laf olsun diye atılan çocuk çığlıkları olmasın.
7-Çocukluğumdan beri ne yalnız olmaktan ne karanlıktan ne de yıldırım şimsekten korkarım.
Ben görevimi yaptım. Gönüllü varsa buyursun.
Hava yine çok güzeldi bu sabah İstanbul' da...
Kızımla içeri girmek istemedik. O ağaçtan bu ağaca sürükledi durdu Paçoz. Eşofmanımın üzerine
yelek giyip çıkmama rağmen ilk beş dakikadan sonra üşümedim. Güneş ve hareket ısıtıverdi.
Yürüyüş yapan bir kaç tombul hanım ve bizden başka kimse yoktu. Tabii bir de diğer
köpekler. Bu sefer de güneşin uzanabildiği çimenlere yayılmış uyuyorlardı. Bir kaç tanesi
başını kaldırıp bir baktı. Biri havlayacak oldu. Diğerleri ona "kes sesini yat aşağı bakiim"
diyen bir bakış attı, sonra yine hoş bir sessizlik. Sadece kuşların cıvıltısı...
Akşam pek seyredilecek bir şey yoktu. "Hayat Devam Ediyor" u tanıtım parçalarında
herkes birbirine (bana kulaklarımı tıkattıracak kadar) yüksek sesle ve ardarda
çemkirdikleri için asla izlememeye karar vermiştim. Belki de hataydı. Neyse son
günlerde yine sardırdığım en iyi kafa boşaltıcım hayvanat bahçesi kurma işine giriştim.
Benim kadar çok oynayan herkesin olduğu gibi bu oyunda pek bir başarılıyım.
Daha önce bahsetmiştim. Boş bir arsa ve bir miktar parayla başlıyor oyun. İstediğin
hayvanı alıp (bir çift) onun için düzenlediğin yaşama alanına yerleştiriyorsun. Çocuk
yapıyorlar onları satıp gelir elde ediyor, işi sürdürüyorsun ama bebek için onları mutlu
edecek toprak, çit, taş ve ağaç sayısı ve cinsi, su miktarı hepsinin tam olması gerekiyor.
Bunu da yaptığın her harekette başlarının üzerinden fışkıran yeşil gülen kırmızı ağlayan
suratlardan anlıyorsun. Yani zor bir şey değil. Seviyeler arttıkça daha kaprisli olmaya
başlıyorlar. İstekler daha ayrıntılı hale geliyor, sen tek tek el yordamıyla uğraşarak,
deneye yanıla yine de üstesinden geliyorsun. Ama bir yere kadar...
Sonra işin tadı kaçıyor. Neden diye soran yetmiş milyon kişiye hemen cevap vereyim.
Son seviyelerde, iyi niyet ve çaba anlamsızlaşıyor çünkü bazı cinslerin ne istediğini
anlamanız imkansız hale geliyor. Örneğin yukarda sular içinde yaşayan pembe Flamingolar.
Çok da şirinler ama asla ne istedikleri belli değil. Bir de yanar- dönerler ki sormayın.
Onları mutlu edip habitatlarını belirli yüzdeye getirmeden level atlamanız da imkansız.
Çaresiz kalınca oyunu bitirenlerin bu hayvanları memnun etmek için neler yaptığını
öğrenmek için Google amcaya danışmak zorunda kalıyorsunuz. Meğer hilesi hurdası varmış
işin. Bitkileri yerleştirirken ilkinde yeşil, ikincide kırmızı top çıkınca tek bitki istediğini
zannedip geri çekilmeyecekmişiz. Hayvanlar ne istediklerini bilmiyorlarmış meğer.
Dönüp uyguladım. Bir yeşil -bir kırmızı, bir yeşil- bir kırmızı yanarak tam on altı bitkide tatmin
oldular da seviye atlayabildim. İyi ki de bakmışım. Kendi çabamla bu kadar yanar-dönerliği
anlamam asla mümkün olmayacakmış. Bir hayat dersi daha. Sıkıştığında kuralları öğenip
aynen uygulayacaksın. Hile bile gerekse...Devam edebilmek için şart...
Oyunu hazırlayan hayatı çok iyi bilen bir kişiymiş doğrusu...
Şimdi artık giyinip süslenmem lâzım. Orta üçten arkadaşım Sema ve kızkardeşiyle buluşacağım.
1965 den hesabedersek 47 yıllık dostlar.
Dostlarım, hep ihtiyacım olduğunda bir şekilde yanımda olurlar. Bu konuda yeminli olmasa
Rayuş' un böyle zamanlarımda onları gizli telefonlarla devreye soktuğunu düşüneceğim.
Ama bu kez yapabildiği tek şey yanımda olmak ve ha elime bir çift şiş ve tam istediğim
renkte yünler tutuşturmak oldu. (Artık başlasam iyi olacak.)
Dostluklar böyle uzun olduğu için mi duygular kuvvetli oluyor yoksa birbirimize olan
gereksinimi hissettiğimiz için mi bu kadar uzun sürüyor bilmiyorum ama önemli de değil
zaten. Hep olsunlar bana yeter...
Herkese huzurlu, bol güneşli güzel bir hafta sonu diliyorum :)
Bu gün, Paçoz umla renkli masal kitaplarındaki kadar pembe bulutların altında gezindik.
Çocukların basketlerini saydık. Futbol sahasında delikanlıların kaleye bekçi yaptığı Paçoz,
çılgın hav havlarla koşturdu. Sonra eskimo giyimli küçük bir oğlan babasının nezaretinde
Paçoz u küçük kahkahalar atarak severken hayvanın ani havlamasıyla çılgınlar gibi
ağlamaya başladı. Her zamanki gibi köpeğin ona kendi diliyle merhaba dediğini anlatarak
yatıştırdık. Bir ara bir uğultu işittim. Sesin geldiği yöne göğe doğru bakınca, yüzlerce, belki
binlerce göçmen kuşun müthiş bir intizamla uçtuğunu gördüm. Bir müddet bu görkemli
göç manzarasından gözlerimi alamadım. Aralarına katılmak, onlarla uçmak istedim.
Yeryüzüne döndüğümde o kadar çok başım döndü ki en yakınımdaki ağaca tutunmak
zorunda kaldım. Parktaki sağlam, temiz serin havayı derin derin soludum.
Son zamanlarda yaşamımı karartan kara bulutlar yerlerini pembelerine, parkı saran
sis ve duman da mis gibi parlak, temiz, aydınlık bir serinliğe bırakmıştı.
Mutlu ve huzurlu döndük eve...
Can dostlarım Ender, Ferzan ve Sevil...
Bu güneşli İstanbul günümü daha da aydınlattığınız için,
kırk üç yıllık dostluğunuz için
çok teşekkür ederim.
İyi ki varsınız ve,
çok değerlisiniz...

Kuşlar,
badi parmağına konamayacak kadar
yükseklerde.
Sevdalar desen
onlardan da ötede.
Ceplerin boş.
Anıların
Bu gözyaşları
çok anlamsız.
Hadi, tam zamanıdır
yolla gitsin
içindeki haylaz çocuğu.
Ya da,
diyorsan ki varlığı amansız
bari
kırk kilit altında tut ki
çıkmasın ortalığa
güldürmesin, ağlatmasın zamansız.
30.04.2001
Hamamizade İsmail Dede Efendi ve Zeki Müren
İyi ki bu dünyadan geçtiniz
İyi ki musikide buluştunuz
İyi ki yaşantımıza girdiniz
Her ikiniz de nurlar içinde yatın....
Bu yılı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ya siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelene kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimenlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz ?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl ?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez fark ettiniz bu yıl?
İyi bir yılın bunlar gibi birçok küçük şey'e bağlı olduğunu
Hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yeni yılda düşünün.
Yayılın çimenlerin üzerine
Acele edin
Er ya da geç
Çimenler yayılacak üzerinize.
Jacques Prévert
Ergen yaşlarımızdayken, bazan kızlar kendi aramızda didişir, sesler yükselir, ya da bir yere
gitmek istemişiz annem izin vermemiştir, herkes bir kenara çekilir somurtur otururduk.
Seksenlerindeki anneannem bastonuna dayanarak ayağını sürüyerek karşımıza geçer
Orta Anadolu şivesiyle sesi titreyerek " guzzuum, ne oldu, kim öldü de surat asıyorsunuz
gençliğinizin gıymetini bilin benim gibi gocayınca başınızı vuracak duvar ararsınız etmeyin.."
dediğinde çil yavruları gibi uzaklaşırdık etrafından. Derdimiz başımızdan büyüktü ve
karnımız toktu bu lâflara. Duya duya da ezberlemiştik zaten.
Kimdi anneannem? Cahil, sıradan, yaşlı bir ihtiyar. Ne söylüyordu?
Prevert' in yukarıda söylediklerinin aynısını. Bir yaşanmışlığın özetini.
Biri şairane, diğeri cahilane bir biçimde. Aynı duygularla ama farklı tarzlarda.
Ne söyletiyordu onları?
Yaşama olan bağlılıkları mı? O da var tabii. Ama esas saik, o yeşil çimenlerin kendi
üzerlerine yayılacağı korkusuydu. Bir de çuvallar dolusu keşke.
Bourges' in de benzer dizeleri var. Son derece sevilen, bilinen ve okunan.
"Eğer yeniden hayata başlayabilseydim..." diye başlayan, 85 inde yazdığı, ibret dolu
pişmanlık dolu şiiri keşke hep zihnimizin bir kenarında dursa, bizi yönlendirse.
Gençken anneanneminki gibi bir uyarıyı önemseyip "bu günlerim çok kıymetli her gün
ağaçlara sarılayım, bebeleri öpeyim, çiçekleri koklayayım, ufak şeyleri dert
etmeyeyim" diyen varsa bir adım öne çıksın. Yarım asır önce hipiler iyi niyetle denediler.
Çıkış amaçları tam da dizelerdeki gibiydi. Savaşmayalım sevişelim dediler.
Savaş tüccarlarının dünyasında olacak iş değildi. Olmadı.
Geriye özgürce kullanılan uyuşturucuların bir sonraki nesildeki yansımaları kaldı.
Bundan yaklaşık bir hafta kadar önce buz gibi bir akşam üzeri Paçoz' u gezdirdim.
Anahtarla kapıyı açtığımda her zamanki gibi evin sıcağı yüzüme çarpınca, hemen
balkonun kapısını ve camını açtım, kalın kazağımı üzerimden atıp bulduğum kısa kollu
bir penyeyi üzerime geçirip mutfağı toplamaya giriştim. Bir yandan da görüntüsü bozuk
televizondan saat başı haber yayınlayan kanallardan birini dinliyordum. Tam sebzeliğe
aldığım limonları yerleştirirken duyduklarımla dondum kaldım.
"Van' da bir kız çocuğu daha soğuktan öldü" diyordu sunucu. İnanamadım.
Naylon çadırda yaşıyorlarmış. Yetersiz beslenme, aşırı su kaybı ve soğuk algınlığı
yüzünden 6 yaşında bir kız çocuğu hayatını kaybetmişti.
Hangisi daha baskındı o an bilmiyorum. Minicik bir kız çocuğunun açlıktan inleyerek
soğuktan titreyerek gün gün eriyip, yitip gitmesine duyduğum üzüntü mü, depremin
üzerinden tam bir ay geçtikten sadece Beyaz ın programında orada bir şehir kurulacak
kadar çok para toplanmışken üç küçük çocuklu bir ailenin hala tek kat naylon
bir çadırda yaşıyor olmasına duyduğum öfke mi, sıcacık bir evde yazlık bir penye bluz ile
sıcaktan şikâyetçi olmanın utancı mı.
Açık kalan buzdolabının uyaran sinyal sesiyle kendime geldim. Ne yeni aldığım
buzdolabının sebzeliğinin kırılması, ne de onu sertçe kapayan ayak bileğimin sancısı
umurumda değildi. Anlatamayacağım, yazamayacağım kadar büyüktü duygularım.
Aynı günün gecesi bir arkadaşın "dün için üzülme, yarın için endişelenme, bu günü yaşa,
gül eğlen, yaşam güzel, güneş her gün doğuyor, çiçekler hoş kokuyor, sevelim
eğlenelim zevk alalım dünyadan" mealindeki alıntısı mail kutuma düştü. Bir dostum
vasıtasıyla tanıdığım yeni bir arkadaştı. Cevaben nazikçe söylenenlerin çok hoş, çok
doğru ama içinde yaşadığımız bu sevgisiz dünyada geçersiz olduğunu belirttim.
Ona göre ise yüreğinde sevgi olmayan benmişim meğer. Güneş de onu görmeyi
hak edenler için her gün doğarmış. Önemsemediğim biriydi. Güldüm geçtim...
Peki bu gün niçin bunları yazıyorum. Galiba çok birikti bir şeyler yüreğimde.
Bir haftadır süregelen ve kanımı donduran, insanoğlunun büyük bir ayıbı, dün ve bugün
televizyonda tekrarlarıyla sürüp gidiyor ve kimse çıkıp buna bir dur demiyor.
Bu gün insanlar bir hassasiyetten, bir hastalıktan, ondan "amansız" diye bahsederek,
onu reyting için reklam için kullanarak, dedikodulara malzeme ederek, nemalanmaya
çalışıyor. Görüntülerle, fotoğraflarla ve saygısızca.
Yeter artık diyorum.
İnsanların duygularıyla da bu kadar oynanmaz ki.
Düşünüyorum sonra.
Yukarıdaki şiir. Her dizesine yürekten inandığım, önerdiği şeyleri kendi yaşamıma
kendi aklımla yerleştirip uygulamaya çalıştığım (tabii olgunlaştıktan sonra)
Prevert' in bu şiiri Van' da ölen kız çocuğunun annesi için ne kadar anlamlı.
Onun için ne kadar anlamlı ise bugün benim için de o kadar anlamlı.
Yani anlamsız.
En azından şu yaşadığımız günlerde...
İyi haftalar herkese...
Kız kardeşlerin en şirini kahvesini dalgın dalgın yudumlarken kuruverdi yine tuhaf
cümlelerinden birini.
"Ekonomik kriz aniden patlak verecekmiş. Onar onbeşer paket kahve alıp stoklayalım bi
kenarlara.
"Ne??????"
"Ne.......:(((
Yüzümde şaşkın, komik nasıl bir ifade gördüyse, gücenik gücenik baktı önce.
Sonra uzunca bir süre çılgınlar gibi güldük.
Güldük gülmesine ama aslında o kadar da şaşılası bir durum değil onun bu saf telâşı.
Kahvenin bizim yaşamımızda o kadar büyük anlamı, o kadar çok işlevi var ki.
Bizim için keyifli bir alışkanlık, tatlı bir tiryakilikten çok çok öte bir şey.
Hatta hayati bir öneme sahip desem asla abartmış olmam.
Birlikte olabildiğince zaman geçirmek... Genellikle hep es geçtiğimiz bir şeydi (r).
İşte o iki küçük beyaz fincan ve içindeki hoş kokulu sıvı bize bunun için hoş bir bahane
sunar. Keyifli, yararlı, anlamlı bir bahane.
Çok anlam yüklediğim düşünülebilir. Ama bizim için asla öyle değil.
En iyisi baştan anlatmak...
Bir kere seremoni bizim kardeşler jargonondaki en iğrenç kelimeyle başlar.
"Sidik". Ve en az 20 yıldır da vardır literatürümüzde. İşin kötüsü yeğenler de kullanır.
Çıkışı şöyle olmuştur. İşsiz güçsüz aylak bir zamanımızda susadım kelimesindeki "samak" ekini
diğer sıvılar için kullanmayı deneyip çaysadım, kolasadım, derken sıra kahveye gelince
niyeyse kahvesidim olmuş. Sonra çoğul kullanılınca kahvesidik olmuş. Pislik olacak ya
gün gelmiş biz bizeyken kahve biraz gecikince "hadi ama sidiiik" şeklinde kestirmeden
kullanarak yakınmaya başlamışız. İlk kim çıkardı, muhtemelen ağabeyimdi ama emin
değilim.
Rayuş' cuğumla bana gelelim.
Sabah arayan o olur çünkü oğlunu işe eşini ormana gönderir, orman dönüşü kahvaltı faslı,
kedilerin beslenmesi, evin toplanması...
"Alo, Ninom? Simedik mi?" "Sidik tabii. Sür hadi hemen geliyorum."
Eğer kafayı bir şeylere takmış, uykusuz bir gece geçirmişsem, çabucak aynada hafif
bir makyaj yapar, normal şartlarda o durumda akşama kadar sabahlıkla oturup kendimi
dinleyecekken rengi bana yakışan canlı renkli bir eşofman geçiririm sırtıma ve inerim.
İşte bu yüzden, beni karşıladığında eğer makyajlı ise hele ruj da sürmüşse ilk aklıma
gelen "hmm. bir şeylere sıkılmış" olur. Böylece her ikimiz de ilk karşılaşmada "yakaladım
yeşil ışığı" modunda çabucak stratejimizi hazırlarız.
Çoğunlukla sıkıntılı taraf benimdir. Gülsem, neşeli görünmeye çalışsam da anlar.
Asla sormaz. Birkaç taktiği vardır uygular.
En geniş tebessümünü takınır, görmezden gelir. Bir iki komiklik. Unutulur gider.
Çok bedbin ve asık suratlıysam taktik değişir. Hemen yakınmaya başlar. Ya ağrılar içinde
kıvranmış gece hiç uyumamıştır, ya sokakta biriyle takışmıştır canı çok sıkılmıştır ya da
oğlu hayatından bezdirecek bir saygısızlık yapmıştır. İlgiyi üzerine mutlaka çekiverir.
"Senin derdin dert midir benim derdim yanında" taktiği...
İşe yaramsazsa sıra en etkileyici olana gelir. Dikkatleri benden çok daha zor durumda olan
tanıdık tanımadık bazan uydurma birinin üzerine çeker.
"Ya, biliyo musun, falancanın annesi iyice kötülemiş, adını bile hatırlamıyomuş artık" , "dün
filancaya rastladım bu tertip oğlunu yollamış doğuya kadıncaaz insanlıktan çıkmış ağlamaktan"
"inanmıycaksın ama filancaların evine haciz gelmiş, kredi kartı yine, kadın kocasına üzülüyo
bi yerlerine inecek diye..."
"Deme yaa..." "Yapma beee..." " Vah vah vah görüyor musun..." ların arasında
benim sıkıntım kaynar gider.
"Senin derdin dert midir, başkalarının derdi yanında " taktiği...
Sonra, aslında çoğu zaman hiç de beni kahredecek boyutta olmayan sorunu
konuşuyor buluruz kendimizi. Ortam oluşmuştur çünkü. Enine boyuna masaya yatırılır
durum. Objektif yaklaşır. Tarafsız yorumunu sunar. Anlatmak yanlısı değilsem
üstüme gelmez, zihninde son taktiğinin planlarını kurar. Bitmedi mi diyeceksiniz.
En önemli, en etkileyici olanı sonuncusudur. Fal.
Fincan çevrilir, geniş tebessüm surata oturtulur.
Önce hemem belirteyim. İkimiz de fal bilmeyiz ama her gün bakarız.
Hiç kötü bir şey söylemeyiz. Her şekil bir güzelliğin sembolüdür bize göre. Kedi, köpek,
yılan, kuş değişmez.
Benim fala dönelim. Dibi koop koyu mu. "yine doldurmuşum kahveyi" diye yakınır.
Normalde sıkıntı demek lazımdır ve o kadarını söyleriz de. Hafif bir sıkıntı yapmışsın diye.
Sonra teatral tavrıyla minicik fincandan bir peri masalı çıkarır. Temiz kağıtlar, öbük öbük
paralar, pötü pötü hoş konuşmalar (Falda nedense ö harfini çok kullanır) Temiz göz
yaşları ters V mutlaka, (inatla, anlamı nikahtır) bir geminin üzerinde iki kişi, ya da iki baş
birleşmiş yüksekte oturuyordur. Mutlaka kapalı bir yerde beni düşünen biri vardır.
"Hiç ummadığım bir yerden" alacağım bir haberle havalara uçacak olurum. Bu arada
ya kuşun ağzında bir balık, ya da balığın ağzında bir kuş mutlaka vardır. Tüm bunlar
bir kalem ya da bir çay kaşığı yardımıyla gösterilir. Arada, "bak şuradaki gözü görüyor
musun" diyecek olurum cevap "ama güzel bakıyor" dur. Üstelerim "güzel bakış böyle
olmaz" diye. Cevap, "evet ama kötü değil şaşkın bir bakış" olur.
Hemen abartılı bir telaşla " ben bu fincanı hemen yıkarım arkadaş çok güzeldi" diyerek
bir çabuk da yıkayıverir fincanı.
Tabii tersi de olabilir. Üç aşağı beş yukarı benim yapacaklarım da aynıdır. Tüm kardeşler
gibi aynı şeyleri düşünür benzer biçimde davranırız.
Anlaşılacağı gibi, kimsenin hiç bir şeye kandığı yoktur ama aptala yatmaya değecek
bir emek vardır ortada. Sevginin saikiyle harcanan...
Aslında biri (leri) nin bizi bu kadar sevmesi ve gözünden sakınıyor olması bile, tüm
sıkıntılarımızı unutturmaya yetmez mi?
Bence yeter de artar bile...
Gençken sadece bir fasıl şarkısıyken söyleyip geçen asunun şimdi dinleyince aklından
neler geçer :)
1983-84 yılları...
Yaşamımın en zor dönemlerinden birini yaşıyordum.
Mutsuzdum. Yaşama sevincimi, heyecanımı kaybetmiştim. İçime kapanmıştım.
Hayatım iş ve ev arasında sessiz-soluksuz geçip gitmekteyken önce dostlar
tarafından derdest edilip bir otobüse bindirildim ve kendimi Bodrum' da buldum.
Henüz yaz gelmemişti. Ortalık sessiz ve tenhaydı. Asude geçen bir haftada nispeten
kendimi bulmuş, eski şen şakrak halime kavuşamasam da karamsarlıktan çıkmıştım.
Bakırköy Şubesindeydim o tarihlerde.
Dostlarımın içinde biri vardı ki, benimle taban tabana zıt karakterde, girgin,
becerikli, cesur, sanki birileri tarafından benim yaşamımı düzene koymak üzere
görevlendirilmiş, tam da zamanında yaşamıma girivermişti. Birlikte müthiş bir zaman
geçirdik. Düşündüğüm zaman bile başımı döndürecek kadar tempolu, hareketli bir dönem.
Bu arkadaşım Kızıltoprak' ta Bağdat caddesi üzerinde bir apartmanda oturuyordu. Çok
şen, keyifli, özgür ruhlu bireylerden oluşan bir ailesi bir de cıvıl cıvıl öten kuşları vardı.
Cuma günü işten çıkınca oraya giderdim. Nasıl organize ettiğini anlayamadığım, benim
hiç dahlim olmadan beni de dahil ettiği çılgın bir sürece girmiştim.
Sabah erkenden kalkıyor, tenis çantalarımızı, ben udumu, o kanununu hazırlıyor, eğer
vaktimiz varsa yürüyerek önce, Türkiye' nin en meşhur tenisçisi Nazmi BARİ' nin
Caddebostan' daki evine gidiyor birer saat tenis dersi alıyor, oradan biraz ilerde yine
caddeye yakın bahçeli, büyük bir ahşap binada, idealist öğretmen mükemmel bir
çiftin kurduğu yetiştirme yurduna gidiyor, çocuklara ders veriyor, (ben İngilizce, arkadaşım
diğer sosyal, fen dersleri), onlarla birlikte buz gibi mutfakta yemek pişirip hep birlikte
yiyor, voleybol, basketbol oynuyor, şarkı söylemek, varsa doğum-günü kutlamak,
götürdüğümüz masal, hikâye kitaplarını okumak gibi etkinlikler düzenliyor, eğer
Cumartesi ise iki- ikibuçuk gibi oradan ayrılıyor, Yine koştura koştura Selamiçeşme' deki
Anadolu Yakası Müzisyen ve Müzikseverler Derneği' ne gidiyorduk. (Rahmetli İsmail
Şençalar Hocanın kurduğu ve aynı zamanda kanun çaldığı bu dernekte yine rahmetli
olduğunu öğrendiğim, tanıdığım en zarif, nazik, beyefendi, şeffaf beyaz tenli hocamız Nuri
Şenneyli' nin şefliğinde üç örneğini aşağıda verdiğim bir sürü ağır eserler öğrendik ve
konserler verdik. ) Vücudumuzu dinlendirip ruhumuzu şenlendirdikten sonra eğer halimiz
varsa ( ki genelde olurdu ) bir de, dişimizden tırnağımızdan arttırdığımız parayla sezonluk
üye olduğumuz Fenerbahçe Dalyan Spor Tesislerine gider, deneyim kazanabilmek için
usta tenisçi partner avına çıkardık. Eve döndüğümüzde hemen yatıp uyur muyduk,
asla, en az iki tane de film izlerdik videoda. Çoğunlukla da bilimkurgu olurdu dönerken
seçip aldığımız filmler. Pazartesi sabahı ben doğrudan işe gider, hafta ortasında bir gün,
galiba Perşembeydi, iş çıkışı bir taksiye atlar akşam yedideki koro çalışmasına ucu ucuna
yetişirdim. Bir- bir buçuk yıl bu tempoda devam ettikten sonra sırayla önce yetiştirme
yurdu (yaklaşık 7-18 yaş arası yirmi çocuk barındırıyordu) bürokratik nedenlerle
kapatıldı, Kadıköy' e nakledildi. Nazmi Bari kendi spor tesisini kurmaya karar verince
dersler bitti. Ud için elim çok ufaktı. Çalamadım. Küçük parmağım havada kalıyordu.
Koro çalışmalarını da sezonun sonunda sonlandırdık. Klübe üyelik, ekonomik nedenlerle
sonlandırıldı ve Bankamın tesislerinde kortlar hizmete açılıncaya kadar iyi bir seyirci
olmakla yetindim. Uzunca bir aradan sonra yeniden alınan birkaç saat dersle bu sefer
yeğenlerin de katılımıyla 2000 yılına kadar kortlardaydım. Sonra her güzel şey
gibi o da bitti...
Müziklerin arasında ruhumu tedavi etmeye çalışırken, bulacağımı hiç ummadığım
"bin cefa görsem" şarkısını dinlerken bir bir hatırladığım bu müthiş dönemi hem anı seven
dostlara aktarmak, hem de bloguma arşivlemek istedim. Meğer anılarım sadece
çocukluktakilerle sınırlı değilmiş. Böylece hep birlikte bunu da anlamış olduk.
Güzel şeyler yaşayıp, güzel anılar biriktirmek ümidiyle...
Bugün, kadın- erkek, genç- yaşlı, bebeden dedeye bir salon dolusu insan, yine çok güzel
bir koro ve usta sazlar eşliğinde en büyük ustalardan birinin Sadettin Kaynak' ın
tam yirmi üç birbirindern güzel bestesini dev bir koro halinde paylaştık. Tabii resimdeki
minik delikanlı lisan bilmediği için sessizce dinledi.
Çok güzel, çok duygulu bir gündü...
Önce gözlerimi kapadım, çocukluğuma, radyo günlerime gittim.
Susadım, ırmak aradım.
İpek kanatlı seher rüzgârını yâre yolladım.
Bu günlerden çok evvel, sevdiklerime "ah hep benim olsanız" dediğim günlerden
bu güne,
su gibi akıp giden zamanı düşündüm...
Coşkun sular gibi akmak isteyen, kendine her göz kırpana koşan deli gönülle
gırgır geçtim.
Yavaş yavaş minesi solan günümün ufkuna daldım.
Yeşil gözlerin ufkunda bahara ermeyi özledim.
Sonra nedense dertlendim, incinen ruhumu hicranımla sarmaladım.
Ve gönlüme bin hüzün çöktü.
Gamla olan ülfetimi sorguladım.
Derin uykulara dalan içli sevdalarımı düşledim.
Sonra düşten uyandım. Silkinip bu güne döndüm.
Ve gönlüm neler neler istedi.
Seher yeli gibi daldan dala esmek....
Bahar seli gibi coşmak...
Lacivert kanatlı kumru olmak istedim.
Sonra...
Yine her zamanki coşkusuyla, güler yüzüyle arkadaşlarının arasında şarkısını
söyleyen tüm dünyaların en tatlı kızkardeşiyle karşılaştı gözlerimiz.
"İşte seni seven benim" diyordu....
BU BİR BASIN BİLDİRİSİDİR-DUYURALIM,ÇOĞALALIM
DEPREM BÖLGESİNDEKİ 300.000 ÇOCUĞUN YAŞAMI RİSK ALTINDA
Van-Erciş Bölgesindeki çocukların yaşamını korumak için herkesi ivedilikle harekete geçmeye çağırıyoruz!
Van Erciş bölgesinde 23 Ekim’de meydana gelen 7.2 şiddetindeki depremin yıkımının ardından kış koşulları da bölgede yaşamı zorlaştırmaya devam ediyor. 2309 binanın yıkıldığı, 11847 binanın ağır hasarlı, 17923 binanın orta hasarlı olduğu bölgede süregiden 5 ve üzeri büyüklükteki artçı depremler sebebiyle bölge halkı yaşamını dışarda, edinebiliyorlarsa çadırlarda yoksa derme çatma barakalarda geçirmeye çalışıyor. Bir milyonu geçen bölge nüfusuna rağmen devlet tarafından kurulan çadırkent, mevlana kent, konteryner kentlerde barınan nüfusun toplamı yirmi bini geçmiyor.
Kar yağışının başlaması ile barınmaya ilişkin sorunlar had safaya ulaştı. İmkanı bulunanların yanında ve devlet olanakları ile bölgeden hızlı bir göç yaşanıyor. Ancak halen bölgede 600.000’den fazla insanın depremin ve kışın etkilerine maruz kalarak yaşamaya çalıştığı tahmin ediliyor.
Her zaman olduğu gibi bu afette de çocuklar öncelikle ve daha fazla zarar görüyor. Depremin etkilediği bölgede göçün ardından geride kalan 300.000 çocuk bulunduğu tahmin ediliyor. Yoğun kar yağışının başladığı 11 Kasım tarihi ardından -15 dereceleri bulan soğuk hava ile birlikte ilk üç günde 300 çocuğun zature teşhisi ile hastanalerde tedavi altına aldındığı bildiriliyor. Basına yansıyan bu rakamın çok daha ötesinde sayıda çocuğun soğuk kaynaklı hastalıklarla yüzyüze olduğu tahmin ediliyor. Şimdiye kadar resmi rakamlarla Erciş'in Çelebibağ Beldesinde 1 çocuk donarak, önceki gün ise Van’ın Karpuzalan köyünde çadırda çıkan yangında 6 ve 12 yaşlarında iki çocuk yaşamını yitirdi, iki çocuk ağır yaralandı. Tedbir alınmadığı taktirde, çocuk ölümlerinin devam etmesinden endişe ediyoruz.
Türkiye 2011 yılında, 20 Kasım Çocuk hakları Günü’nü bu kara tablo ile karşılıyor. Bölgedeki 300.000 çocuğun yaşamı ciddi risk altında. Koordinasyondan uzak, dağınık, işlevsiz, mağduriyeti arttıran çalışmalar ve göstermelik önlemler ile deprem bölgesi dışındaki toplum kesimlerini ikna çabası bir yana bırakılıp durumun ciddiyetinin farkına varılmalıdır. Daha fazla gecikmeden çocukların yaşamını koruyacak etkin önlemler alınmalıdır.
Bu çerçevede:
- Her türlü iç ve dış olanaklar bir ön önce bu amaç doğrultusunda seferber edilmeli, bölge sivil toplumun, ulusal ve uluslararası yardım kurumlarının etkinliklerine açılmalıdır.
- Yardım dağıtımları düzenli olarak ve çadırkentlerde olmasalar dahi tüm ihtiyaç sahiplerini kapsayacak şekilde yapılmalıdır. İhtiyaç sahibinin yardıma değil yardımın ihtiyaç sahibine ulaştığı bir sisteme geçilmelidir.
- Devlet bölge halkına tam olarak ulaşamamaktadır. Bölgede sosyal hizmet altyapısı yoktur. Çocukların durumunun tespiti ve yerinde destek verilebilmesi için sosyal hizmet altyapısı hızla kurulmalıdır. Bu hizmetin sağlanması için ulusal ve uluslararası sivil toplumdan gelen destek talepleri hızla değerlendirilmeli ve sonuçlandırılmalıdır.
- Sivil toplum örgütleri için işletilen “akreditasyon” sistemi bölgede çalışma konusunda izin almayı haftalara yayan bir bürokrasiye dönüşmüştür. Akreditasyon ile ilgili kalıcı muattap belirlenmeli ve süreç tüm sivil toplum kuruluşları için açık, adil ve hızlı bir şekilde işletilmelidir.
- Kızılay çadırları yerine biran önce kış koşullarına uygun konteynerler, pünomatik ve/veya prefabrik yapılar kurulmalıdır. Bu yapıların sayıları sembolik olmaktan çıkarılmalıdır.
- Çadırkentte yaşamak yardım almanın şartı olmaktan çıkarılmalıdır. Evlerinin bahçelerinde ya da civarında barınmak zorunda olan ailelere de koşulsuz, yerinde, geçici barınak, gıda ve sağlık desteği verilmelidir.
1995’ten bu yana BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin tarafı olan Türkiye sözleşmenin 6. Maddesinde belirtildiği üzere öncelikle çocukların yaşam hakkını korumakla yükümlüdür.
Bu yükümlülüğün ve bölgedeki durumun gereği tüm kamuoyunu, ulusal ve uluslararası tüm kurum ve kuruluşları İVEDİLİKLE, bölgedeki çocukların yaşamını korumak için harekete geçmeye çağırıyoruz.
BASININ SAYGIDEĞER EMEKÇİLERİNE DUYRULUR
Gündem: Çocuk!, her çocuğun hak sahibi, eşit, özgür ve onurlu birer birey olarak, barış içerisinde, iyi ve mutlu bir yaşam sürmesi için çocukların yararına bütüncül bir dönüşümü ısrarla savunan bir sivil toplum örgütüdür. Çalışmalarını çocuk hakları alanında yaşanan sorunların temelindeki paradigmanın değişmesi, savunuculuk, ağ çalışmaları ve katılım programları altında, öncelikli çalışma arkadaşları olan çocuklarla birlikte sürdürür.
Gündem:Çocuk!
Çocuk hakları, Tanıtma,Yaygınlaştırma,Uygulama ve Uygulamaları İzleme Derneği
Tunalı Hilmi Caddesi No:54/8
Kavaklıdere/ANKARA
Tel/Faks 0312 437 76 41
Yine aynı şey oldu. Minik bir bir dileğim hiç beklemediğim bir şekilde gerçekleşti.
Geçtiğimiz günlerde televizyonda, internette, en sevilen on Türk filmi konulu bir anket
çok ilgimi çekmiş, kendi on filmimi düşünmüş, hatta küçük küçük notlar almıştım. Sonra
gündem değişti, keyifler kaçtı ve unutuldu gitti.
Filmleri aklımdan geçirirken çoğunu zaman zaman izlediğim halde bazılarının sanki
tamamiyle unutulduğunu düşünüp üzülmüştüm. Bunların içinde bir tanesini özellikle
uzun uzun düşünmüştüm. "Keşanlı Ali Destanı". Haldun Taner' in hem kişiliğini
hem de yaptığı işleri çok sevmiş, Milliyet' teki yazılarını hiç kaçırmadan okumuş biri
olarak, bu güzel filmi keşke olsa da seyretsem diye aklımdan geçirmiş, sonra da unutmuştum.
Sahnede seyrettiğimden ve öyle daha çok sevdiğimden bu listeye almadım. Ama Fatma
Giriğin Finosunu gezdirirken şirin şirin "O bir Küççük Haanffeendüü" demesini unutmadım.
Şimdi çok güzel bir kadroyla dizi olarak yayınlanacağını öğrenince bi sevindim ki
sormayın gitsin.
Notlarımı arayıp buldum. İlla ki yazacağım on filmimi.
1-Uçurtmayı Vurmasınlar.
Sinemada izleyemedim. Bankadan bir arkadaş video kasetini verdi. Bir hafta her gece
ağlayarak izledim. Sabah şiş gözlerle işe gittim.
Hiç değişmeyecek bir numaram.
Özellikle duygu sömürmek adına yapılmamış ama asla duyarsız kalınamıyacak
kadar naif ama bir o kadar da katı, sarsıcı gerçeklerin filmi.
1989 yapımı
Yönetmen:Tunç Başaran
Senaryo:Feride Çİçekoğlu
Nur Sürer "İngiii" ve şimdi adını hatırlayamadığım o şahhhane oğlan çocuğu.
Bundan sonrakiler aralarında yer değiştirebilirler.
2-"Sultan"
Çok farklı, çok gerçekçi, çok doğal gelir bana. Türkân Şoray' ın oyunculuğu hakkındaki
(o dönem için ) tüm tereddütlerimi ortadan kaldıran film.
1978 yapımı
Yönetmen:Kartal Tibet
Senaryo:Yavuz Turgul
Türkân Şoray-Bulut Aras ve çoğu tiyatro kökenli muhteşem bir kadro.
3-Züğürt Ağa
Her gün izlesem aynı zevki alacağım filmlerden biri.
1985 yapımı.
Yönetmen:Nesli Çölgeçen
Senaryo:Yavuz Turgul
Şener Şen' in iç burkarak güldürdüğü, kendisinin de devleştiği fim. (İlk üçteki yeri sağlam)
4-"Mine"
Bana göre dikkatleri Türk kadınının sorunlarına ilk kez ciddi biçimde çekebilen yine Türkan
Şoray' ın oyunculuğuyla "budur" dediği film.
1982 yapımı
Yönetmen:Atıf Yılmaz
Senaryo:Necati Cumalı-Deniz Türkali,
Türkân Şoray-Cihan Ünal
5-"Ah Belinda"
Fantastik bir film. Aynı zamanda son derece gerçekçi. Kadın, erkek, hatta çocuk,
seyredenin içinde kendini bulduğu, Müjde Ar' ı bana yürekten sevdiren yapıt.
Sonuncu kez 2000 yılı Mart ayında bir hastane odasında seyretmiştim.
1986 yapımı
Yönetmen:Atıf Yılmaz
Senaryo:Barış Pirhasan
Müjde Ar, Macit Koper, Yılmaz Zafer
6-Teyzem
Beni bana özel nedenlerden dolayı kişisel olarak etkileyen, yine Müjde Ar' ın
oyunculuğunun zirve yaptığı, insan hallerinin en gerçekçi biçimde gözler
önüne serildiği film.
1986 yapımı
Yönetmen:Halit Refiğ
Senaryo:Ümit Ünal
Müjde Ar, Yaşar Alptekin ve geride mükemmel bir kadro.
7-Muhsin Bey
Bu filmi seyredip de sevmeyen var mıdır. Yine yurdumun gerçekleri ve hiç
değişmeden süregelen acımasız insan halleri. Kullan-ez-geç unut gitsin durumları.
1987 yapımı
Senaryo ve yönetmen: Yavuz Turgul
Şener Şen-Uğur Yücel
8-Rumuz Goncagül
Güldürürken iç burkan bir kadın filmi. Tiyatrodan sinemaya aktarılanlardan. Konusu hâlâ
güncelliğini yitirmediğinden olacak, sık aralıklarla sahneye değişik kadrolarla konmaya
devam etmekte. Yine sıradışı bir Türkân Şoray filmi.
1987 Yapımı
Yönetmen:İrfan Tözüm
Senaryo:Oktay Arayıcı-Macit Koper
Türkân Şoray-Hakan Balamir
9-Selvi Boylum Al Yazmalım
Bu film için söze gerek var mı. Önce Aytmatov' dan okumuştum. Yanlış hatırlamıyorsam
Aynı kitaptaki iki romandan biriydi. "Kırmızı Eşarp." Diğeri de "Beyaz Gemi' ydi muhtemelen.
Ya da ayrı iki kitaptı ben yanliş hatırlıyorum.
"Sevgi neydi" nin cevabını uzun uzun düşündürdü bizlere. Hâlâ da
düşündürmekte...Ve o güzelim müzik...Ve o güzelim Türkân şoray. Ben bu filmde
çoğunluğun aksine (oyundaki karakterin etkisinde kalmadan) Ahmet Mekin' i Kadir
İnanır' dan daha yakışıklı bulmuşumdur.
Yapım:1977
Yönetmen Atıf Yılmaz
Senaryo:Ali Özgentürk (Aytmatov' un Kırmızı Eşarp' ından)
Müzik:Cahit Berkay
Türkân Şoray-Kadir İnanır-Ahmet Mekin
10-Ah Güzel İstanbul
Onun yeri bir başka. Sadri Alışık' ı bu filmle sevdim. Hem de çevrildiği yıllarda
değil de çook sonraları yeğenler tarafından indirilip seyrettirilerek. Atıf Yılmaz ın
cesur denemelerinden biri. (Dönemine göre)
Yapım:1966
Senaryo:Safa Önal-Ayşe Şasa
Sadri Alışık-Ayla Algan
Yayınlamadan önce yetmiş milyon okurumun kafasına takılan soruları cevaplamak
isterim.
Önce bir gerçeğe ben de şaşırdım. Herşeyde olduğu gibi bu konuda da geçmişe
takılıp kalmışım. 2000 yılından beri ben asla sinemaya gitmedim ve TV. da izlediklerime
de hakkında yazacak kadar fazla odaklanamama gibi bir sorunum var.
Genel olarak Çağan Irmağı, nabzımı çok sıkı tuttuğu, nerede yükselteceğini çok
iyi bildiği ve zaaflarımdan yararlanarak beni fazla ağlatmak ya da korkutmak ya da
şaşırtmak için uğraştığından sevmiyorum. Bu yüzden de dostlarım bana çok
kızıyorlar. Yine bu yüzden Babam ve Oğlum' u asla sevemedim. Onun daha çok dizilerde, daha
rahat, daha genişe yayarak ve ufaltarak yolladığı, dostluk, sevgi mesajları çok daha
değerli benim için. Torun-büyükbaba, büyükanne ilişkileri, sevgi dolu komşuluk
ilişkileri ve naif bir sürü ayrıntıyı bulabiliyoruz bu dizilerde. Şaşıfelek Çıkmazı, Yol Arkadaşım,
Çemberimde Gül Oya...
Son zamanlarda severek izlediğim şimdi aklıma gelen Filmler:
Cem Yılmaz-Her şey çok güzel olacak. Yahşi Batı (Otobüs yolculuğu esnasında gece
izlerklen yüksek sesle güldüğüm için yanımdaki yolcu tarafından uyarılmama sebep)
Yılmaz Erdoğan- Organize İşler. Mutlaka daha vardır ve aklıma geldikçe buraya ilâve
ederim. Bu arada yetmiş milyon çift gözün soran gözlerle ve dehşetle baktığını
hissettiğim için hemen savunmaya geçiyorum.
ISSIZ ADAM' I DAHA SEYRETMEDİM. YEMİN EDERİM :))
Herkese iyi Pazarlar...
Bu Blogda Ara
Contributors
Blog Listem
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Merhaba,6 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum9 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
Merhaba demeye geldim...10 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
TAŞINDIM...13 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
İzleyiciler
Yazı Arşivi
-
►
20
(5)
- ► Eylül 2020 (1)
- ► Ağustos 2020 (3)
- ► Temmuz 2020 (1)
-
►
17
(4)
- ► Nisan 2017 (1)
- ► Şubat 2017 (1)
-
►
16
(1)
- ► Şubat 2016 (1)
-
►
15
(1)
- ► Ağustos 2015 (1)
-
►
14
(16)
- ► Aralık 2014 (1)
- ► Eylül 2014 (2)
- ► Ağustos 2014 (1)
- ► Haziran 2014 (1)
- ► Mayıs 2014 (2)
- ► Nisan 2014 (4)
- ► Şubat 2014 (1)
-
►
13
(44)
- ► Aralık 2013 (3)
- ► Kasım 2013 (3)
- ► Eylül 2013 (6)
- ► Ağustos 2013 (3)
- ► Temmuz 2013 (1)
- ► Haziran 2013 (1)
- ► Mayıs 2013 (3)
- ► Nisan 2013 (7)
- ► Şubat 2013 (3)
-
►
12
(96)
- ► Aralık 2012 (2)
- ► Kasım 2012 (4)
- ► Eylül 2012 (16)
- ► Ağustos 2012 (7)
- ► Temmuz 2012 (5)
- ► Haziran 2012 (8)
- ► Mayıs 2012 (10)
- ► Nisan 2012 (14)
- ► Şubat 2012 (8)
-
▼
11
(179)
- ▼ Aralık 2011 (19)
- ► Kasım 2011 (38)
- ► Eylül 2011 (14)
- ► Ağustos 2011 (17)
- ► Temmuz 2011 (8)
- ► Haziran 2011 (14)
- ► Mayıs 2011 (11)
- ► Nisan 2011 (9)
- ► Şubat 2011 (10)
-
►
10
(152)
- ► Aralık 2010 (12)
- ► Kasım 2010 (12)
- ► Eylül 2010 (9)
- ► Ağustos 2010 (12)
- ► Temmuz 2010 (7)
- ► Haziran 2010 (12)
- ► Mayıs 2010 (11)
- ► Nisan 2010 (17)
- ► Şubat 2010 (11)
-
►
09
(186)
- ► Aralık 2009 (22)
- ► Kasım 2009 (22)
- ► Eylül 2009 (17)
- ► Ağustos 2009 (24)
- ► Temmuz 2009 (19)
- ► Haziran 2009 (20)
- ► Mayıs 2009 (20)
- ► Nisan 2009 (8)
- ► Şubat 2009 (5)
Müzik
Popüler Yazılar
-
KADİM DOSTLAR Önce beni sık sık evinde ağırlayan 35 yıllık dostumla keyifli bir fotoğrafla başlayalım. Blogger dostlarım onu daha önce bahse...
-
bilmem hatırlar mısın bir liseli kız vardı bir liseli esmer kız gözleri yıldız yıldız saçları gece gibi simsiyah dökül...
-
Sayın Haykırış, Yok etmeye çalışmak yerine varlığımızı işaret ettiğiniz, düşmanlık yerine dostluk gösterdiğiniz, kara çalmak yerine üzerimiz...
-
Yeni yılda Tüm zorlıklar karşısında çetin ceviz olacağıma.... Fındık kabuğunu doldurmayacak sebeplerle kendimi üzmey...
-
Akşam masamı toparlarken gözüme kutunun içinde birikmiş not kağıtlarım ilişti. Duyduğum, gördüğüm ilginç şeylere dair ipucu cümlecikler. Ç...
-
Onlar bağırışıyor. Döğüşüyorlar, şüphe ediyor ve yeise düşüyorlar; boğuşma ve çekişmelerinin sonunu bulacağa benzemezler. Senin hayatın, saf...
-
Ey dünya! Ebedi olarak yaşıyorsun Mevsimlerin tepsilerinden Çiçekler ve yapraklar Yolunun üzerine Dökülüyorlar. ...
Etiketler
- 2010
- 2011
- 27 mayıs İhtilali
- 7 numara
- ABD
- abla
- acemilik
- açlik
- Adıyaman
- afet
- ağabey
- ağaç
- Ağustosta Rapsodi
- aile
- akraba
- akrostiş
- akşam
- Albatros
- alış-veriş
- alışkanlık
- alışveriş
- alışveriş tutkusu
- Ali Muhittin Hacı Bekir
- Alphonse de Lamartine
- amatörlük
- anı
- anılar
- anılar...
- anlaşma
- anlayış
- anma
- anne
- anneanne
- anneler günü
- Antalya
- apartman hayatı
- arayış
- arıza
- Arka Pencere
- arkadaş
- armağan
- aşı
- aşk
- aşure
- Atatürk
- ateş böceği
- atom bombası
- Attila İlhan
- ATV
- ATV şarkı
- Avustralya Açık Tenis
- ayaz
- ayrılık
- aziz nesin
- B.Necatigil
- baba
- Babalar Günü
- bahar
- bahçe
- balkon
- banka
- Barbra streısand
- barış
- başarı
- başlangıç
- Baudelaire
- Bauelaire
- Bayrak
- bayram
- Beatles
- bebek
- bekir sıtkı erdoğan
- beklentiler
- BEN
- beste
- beşiktaş
- Betty Smith
- beyaz dizi
- beyaz diziler
- beyaz roman
- Bhagavatgita
- bilgisayar
- Bir genç kız Yetişiyor
- Bir sarkısın sen
- Bir Şarkısın Sen
- birlik ve beraberlik
- birliktelik
- bitki
- biyografi
- blog
- blogger
- börek
- Buddha
- bugün
- bulmaca
- buluşma
- buzdolabı
- Bülent Ecevit
- Cahit Sıtkı Tarancı
- can yücel
- Capra
- cehalet
- centilmen
- cesaret
- cevaplar
- cezerye
- cinayet
- cocuk
- cocuk.
- cocukluk
- Cronin
- Cumhuriyet
- Cüneyt Gökçer
- çalışma hayatı
- çaresizlik
- çay
- Çığlık
- çınar
- çiçek
- çiçekler
- çiğ
- çocuk
- çocuklar
- çocukluk
- çöp
- dalgınlık
- Daltonlar
- damat
- Damdaki Kemancı
- dans
- davetiye
- dayak
- dedikodu
- Defne Joy Foster
- demirhindi
- deneyimler
- deniz
- deprem
- dergi
- destan
- dilek
- dilekler
- dinlenme
- disko kralı
- diyet
- dizi
- doğa
- doğallık
- doğum günü
- dolap
- Doris Day
- dost
- dostluk
- dostluk.
- dostlulk
- duygular
- düğün
- dül dül
- dünya
- dünya kadınlar günü
- Dünya Prematüre Günü
- düşmanlık
- düşünceler
- düşünceler.
- Ecevit
- edebiyat
- Edgar Allan Poe
- Ekim
- Ekrem Bora
- Elazığ depremi
- emek
- emekli
- eminönü
- Emirgân
- Engelliler
- ephraim kishon
- erişkin
- erişlilmezlik
- erkek
- eski yıl
- eşek
- eşyalar
- etiket metiket yok
- Etkinlik
- eve dönüş
- evlat
- Ey Aşk Nerdesin
- eylül
- ezan
- Ezel
- Fakir Baykurt
- fal
- fanatizm
- Farrah Fawcett
- fasulye
- felaket
- felsefe
- fenerbahçe
- fırtına
- Fikret Otyam
- film
- filozof
- final
- Firari
- firuze
- fono
- formüller
- fotoğraf
- Frank Sinatra
- Futbol
- gazanfer özcan
- gece
- geçim
- Geçmiş
- geçmişten şarkılar
- gelecek
- gelin
- genç kız
- gençlik
- gerçek
- geyik
- gezi
- gezinti
- giden sene
- Gitanjali
- giysiler
- Govinda
- gökkuşağı
- göl
- gönülçelen
- gösteri
- göze çarpmayan debdebe
- gözyaşı
- Grace Kelly
- grizu
- gül
- Gülümse
- gün batımı
- güncel
- güneş
- Güneydoğudan öyküler-Önce vatan
- Günlük yaşam
- güven
- güz
- güzellik
- güzellikler
- haber
- haberler
- Hacer Buluş
- Hacivat
- hafta sonu
- hak
- hala
- harika çocuklar
- hasta
- hastalık
- hayal kırıklığı
- Hayali Küçük Ali
- hayaller
- hayat
- hayvan
- hayvanlar
- hayvanlar alemi
- hazan
- hediye
- Herman Hesse
- hiciv
- Hindistan
- Hiroşima
- Hitchcock
- hobby
- Hollywood
- hoptirinam
- hoşgörü
- hoşluklar
- http://www.blogger.com/img/blank.gif
- huzur
- hüsran
- hüzün
- ıhlamur ağacı
- ışık
- ibadet sohbet
- içimizdeki çocuk
- içtenlik
- iftar
- ihmal
- İhsan Varol
- ikiyüzlülük
- ikram
- ilaç
- ilginç şeyler
- ilişki
- ilkbahar
- ilkokul
- İlkokul şiiri
- İnci Ertuğrul
- İngilizce
- insafsızlkık
- insan
- insan halleri
- insan olmak
- insanlık
- intikam
- İslamiyet
- istanbul
- isyan
- İş Bankası
- işçi
- iyilik
- Jacques Brel
- James Stewart
- Japonya
- Jean Moreas
- Jim Reeves
- kabuk
- kadın
- kadınlar
- kahvaltı
- kahve
- kalıplar
- kalite
- Kamer Genç
- kan verme
- Kandil
- kaplumbağa
- kar
- Karagöz
- karanfil
- karanlık
- kardeş
- karışık duygu ve düşünceler
- karmaşa
- katiam
- kavafis
- kayıp
- Kayserispor
- keder
- kedi
- kediler
- Kelime oyunu
- Kemal Burkay
- kerpiç
- keşke
- keyif
- kıskançlık
- kış
- kız kardeş
- kızkardeş
- Kim Novak
- kiracı
- kishon
- kişisel
- kitap
- koka kola
- kolbastı
- komedi
- komik
- komşu
- komşuluk
- konser
- konut
- korku
- Korolar çarpışoyor
- koşullu refleks
- köpek
- kuaför
- kupa
- Kurban Bayramı
- kuyruk-bilim
- kültürel mozaik
- Lale
- latife hanım
- lezzet
- lisan
- lise
- Liz Taylor
- maneviyat
- manzara
- Marsel İlhan
- masal
- masumiyet
- maymun
- mazi
- meclis
- medya
- Mehmet Topuz
- mektup
- merasim
- Mevlana
- mevsimler
- Meyva Zamanı
- Michael Jackson
- mim
- misafir
- misafirlik
- Misak- ı milli
- mizah
- Montaigne deneme
- moral
- Mr. Smith
- muhabbet
- Muhabbet Kralı
- Muhammed
- muhasebe
- Murathan Mungan
- mutfak
- Mutfak şarkıları
- mutluluk
- Müge Anlı
- müzik
- müzik nostalji
- Nagazaki
- Nazım Hikmet
- nefret
- nekahat
- Nirvana
- Nisan
- Nişan töreni
- Noktürn.
- nostalji
- okan bayülgen
- olay
- olgunluk
- on line alışveriş
- ordan burdan
- Orhan Kemal
- Orhan Veli
- orman
- oruç
- otobüs
- otokontrol
- oyun
- ozan
- ödül
- öfke
- öğrenci
- öğretmen
- Öğretmenler günü
- ölüm
- ölüm yıldönümü
- ömür
- öykü
- Öykü Atölyesi
- özgüven
- özlem
- Paçoz
- Paçoz..
- Paris
- pasta
- paylaşım
- paylaşmak
- pazar
- pazar alışverişi
- pazar günü
- Pazar sohbeti
- pembe dizi
- pencere
- Piknik
- pişmanlık
- plan ve programlar
- planlar
- plasebo
- Platters
- polis
- popülizm
- program
- programlar
- radyasyon
- radyo
- Ramazan
- Ramazan davulu
- Red kit
- reklamlar
- resim
- resmi bayramlar
- Reşid Behbudov
- Rilke
- rin tin tin
- Roland Garros
- roman
- romantik
- romantizm
- röportaj
- ruh yorgunluğu
- ruhat mengi
- rüya
- saat
- sabah
- sadakat
- Sadettin Kaynak
- safiyet
- Sağanak
- sağlık
- sahur
- Samana
- samimiyet
- sanal
- sanat
- sanatçı
- sanatkar
- Saroyan
- Satürn
- schumann
- sebze
- seçkin
- seçme saçma sohbetler
- sel
- Selimpaşa
- Selmi Andak
- sergi
- sevdiğim şeyler
- sevgi
- sevgi soysal
- sevgili
- sevgililer günü
- sevinç
- seyahat
- seyirlik
- Seyyare
- Shakespeare
- Show TV
- sıcak
- sıkma
- sıradanlık
- Sidarta
- Sigara
- simit
- sinema
- sipariş
- sis
- soğuk
- sohbet
- sonbahar
- soru
- sorular
- spiker
- star
- still life
- su yücel
- suikast
- şablonlar
- şafak
- şans
- şarap
- şarkı
- şaşkınlık
- şeker
- Şeker Bayramı
- şerbet
- şermin
- şiddet
- şiir
- şikayet
- tabak
- tabletler
- tagore
- tanışma
- tansiyon
- tantuni
- tarif
- tartışma
- taşınma
- tatil
- tedavi
- teknoloji
- telaş
- telefon
- televizyon
- temizlik
- tenis
- tenis turnuvası
- terlik
- tevfik fikret
- Tırpan
- tiyatro sahne
- tokat
- toplantı
- Tövbeler Tövbesi.
- Transfer
- tren
- TRT
- TSM
- Ttv
- Tuna Huş
- tutsak
- tuvalet
- tüketim
- Tülin Oral
- Türkan Saylan
- türkü
- TV
- Uğur Mumcu
- umut
- unutma
- uyku
- Üç Hür El
- ülke meseleleri
- ümit
- üretmek
- ütü
- vahşet
- vakit
- Vasuveda
- vatan
- William Holden
- William Wordsworth
- Wimbledon
- yağlıboya resim
- yağmur
- yalnızlık
- yaprak
- yarışma
- yaşam
- yaşlılık
- yatak
- yaz
- yeğen
- yeğenlerim
- yeme-içme
- yemek
- yemekteyiz
- yeni yıl
- yeni yıl kartları
- yesterday
- yıl dönümü
- yılbaşı
- yıldız
- yıldönümü
- yoksulluk
- yol
- yolculuk
- yolculuk.
- yorgünluk
- Young at Heart
- yönetici
- yün
- yürüyüş
- zaman
- Zeki Müren