Bir alışveriş sonrası beynime üşüşenler  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,

Senin şemsiyenden bana ne...

Bir alışveriş merkezindeyim. Az önce bir şeyler baktığım mağazada şemsiyemi unuttuğumu fark edip koşarak geri dönüyor, hızla içeri dalıyorum. Aradığım hâlâ orada, bıraktığım deri kanepede duruyor. Aynı kanepede bir de şık bir bayan oturuyor. Benim yaşlarda. (Ola ki yeni bir okur denk gelir diye açıklamak gerekirse, ellili yaşlarda.) Bulmanın sevinciyle pek de farkında olmadan o sırada beni boş gözlerle izlemekte olan hanımefendiye hitap ederek “oh çok şükür buradaymış” ya da “kanepede unutmuşum” gibi bir şeyler mırıldanıyorum sevinçle. “Bana ne” dercesine suratıma bakıyor şaşkın, sıkıntılı. Ardından hiç duymamış gibi başını çeviriyor.

Bu ve benzeri şeyler çok uzun zamandır gittikçe artarak hepimizin başına gelmekte. Toplu taşıma araçları, konserler, kermesler, düğünler, nişanlar, hatta evlerde yapılan gün ya da diğer
toplantılarında hanımlar, ilk karşılaşmalarda, göz göze gelmelerde nedense sürekli yoklama, süzme ve tartma durumunda, gard pozisyonunda, şüphe ve tedirginlikle ya da kendini beğenmişlikle, ilk selamı, ilk tebessümü karşılarındakinden bekliyorlar. Alınca da tatminle derin bir nefes alıp, bu 1-0 lık ilk galibiyeti (!) zevkle içlerine sindiriyorlar. İlk paragrafta anlattığım olaydaki durumda, yani eğer sosyal bir zorunluluk yoksa, karşıdakini abandone edebilmenin haklı (!) gururunu yaşıyorlar.

Galiba bana asılıyor

Kendimden örnek verecek olursam, işe ilk başladığım dönemlerde, bindiğim her vasıtanın sürücüsüne (tabii büyük otobüslerin kaptanına ya da trenlerin makinistine değil) “günaydın”, “iyi akşamlar” derken ve muhtemelen karşılık alırken, zamanla “ne diyor bu” bakışları ya da yanlış anlama sululukları yüzünden bu güzel alışkanlığımı üzülerek bıraktığımı söylemek zorundayım.

İlişkilerdeki bu güvensizliğin temelinde ne çeşit travmalar, hayal kırıklıkları, aldatılmışlıklar yatmaktadır kim bilebilir ama çözümün şişkin egolarla, birikmiş öfkelerle sağlanamayacağı, bunun insanlar arasındaki uçurumu iyice genişleteceği de bir gerçek.

Kişiler arasındaki bu tarz kimi zaman çocukça bazen de acımasızca gelişen irade çatışmaları geçmişten bu güne süregelmiştir ve korkarım sonsuza dek devam edecektir.

Ah biz kadınlar...

Beni en çok şaşırtıp güldüren, hanımlar arasındaki çocuksu inatlaşmalar olmuştur. Ya da kıskançlıklar.
Yeni evli bir arkadaşa tebrike gidilir. Kızcağız hevesle hazırlanmış, hepsi de yeni olan bardak ve tabaklarını özenle kullanarak ikramını yaparken, "yeni eşyalarını gösteriyoo, onun için çok çeşit yapmış” diyen çatlak iç sesler mutlaka vardır. Özene bezene giyinir evine gidersiniz, yine değişik giyinmiş görgüsüz” derken, kotla gittiğinizde, “adam yerine koyup da doğru dürüst bir şey giyinmemiş, görgüsüz” diyen aynı kişidir.

Ne kaa ekmek, o kaa küüftee...

Bir de misillemeci takımı vardır. Çok eskilerden annemden bir örnek bunu çok iyi anlatacaktır sanırım. Doğduğu bölge itibariyle, ikramı, ısrarı çok seven annem, misafir lafını duyar duymaz su böreğinin hamurunu yoğurmaya başlardı. Çok sevdiğimiz sözü sohbeti çok tatlı bir teyzemiz de yine doğduğu yer itibariyle biraz eli sıkı, biraz da üşengeç olduğundan en iyi ikramı kuru pasta olurdu. Onu çoğu kimse gününe çağırmazdı. Anneme de kızarlardı ona ısrarla aynı ikramı yaptığı, çok samimi ilişkisini aksatmadan sürdürdüğü için.

“O benim kızıma bir küçük altın getirdi. Ben de onun toruna küçük takarım.” “O geçen gün iki bardaktan sonra çayın altını söndürdü. Ben de ona iki bardaktan fazla katiyen vermem. BEN ENAYİ MİYİM?”

Bu genellikle çok da önemli olmayan, belki zaman zaman can sıkıcı boyutlara taşınabilecek olan, şirin, çocuksu atışmaların didişmelerin yanı sıra, kontrol edilemeyen şüphe ve öfkeler, marazi kıskançlıklar kin ve nefret duyguları, karşıdakini "ti" ye almak, alay etmek, gırgır geçmek ve bundan tatmin olmak gibi hastalıklı zevkler, yaşamımızı çekilmez hale getirmekte, dostluk ilişkilerini zedelemekte hatta bitmesine neden olmaktadır çok yazık.

Gerçek yaşam manzaraları...

On sene kadar önce, art arda hatta iç içe, tüm bu ayak oyunlarının, küçük büyük hesapların, kinin öfkenin, kıskançlığın, atışma ve itişmenin barınamayacağı iki yerde yaşam dersimi fazlasıyla almış biri olarak, çoğu zaman gülüp geçmekte, bazen de çok üzülmekteyim bu tür olaylara.

Bu yerlerden biri, bir hastanenin Onkoloji Servisi. Diğeri de deprem sonrası dolu dolu iki gün geçirdiğimiz Bağlarbaşı Öğretmen Evi’ nin bahçesi.

Acılarıyla, korkularıyla, sorunlarıyla, ihtiyaçlarıyla hatta sararmış yüzleri, korkulu bakışlarıyla bireylerin eşit olduğu, birbirini anladığı ve yardım etmek, acısını paylaşmak, ümit vermek için yarıştığı hayli uzun hastane süreci ve kısa ama çarpıcı deprem sürecinde şahit olduğum insan manzaralarından sonra bu tür şeyler son derece anlamsız geliyor bana.

Belki biraz da düşündürücü...

Belki de sırf bu yüzden, Tagorun; güneşin, küçük ve yararsız olduğu için üzülen çiğ damlasına, "seni parlayan bir küreye dönüştürüp mutlu etmek için ben seve seve küçücük bir kıvılcıma dönüşebilirim, yeter ki sen üzülme" dediği dizelerini okuduğum zaman göz yaşlarına boğuluyorum. Kim bilir...



Hep sevgiyle kalalım...

This entry was posted on 16.01.2010 at Cumartesi, Ocak 16, 2010 and is filed under , , , , . You can follow any responses to this entry through the comments feed .

16 yorum

günaydın asu teyze. Ne ka güzel yazmışsın ve ne ka çok hak verdim ben sana:) bu kadınlar arasındaki ölçme tartma süzme kimi zaman yarış taa ilkokulda başlıyor, genetik bi kodlama sanırım.
bahsettiğiniz küçük hesaplaşmalar, atışmaları itişmeleri ben de o yoğun bakım odasının kapısında bıraktım.

16 Ocak 2010 09:46

tebrik eediyorum gönül sesini,
kalp gözünü
hissiyatlarını..
CANI GÖNÜLDEN.
Hele gerçek yaşam bölümünden verdiğin örnek ''ENSAHİCİ''olandır.

Ahhhh ANLAYANA ELBETTE :((((

sevgiler.

16 Ocak 2010 10:51

Şu senin ince espri anlayışına bayıldığımı söylemeliyim önce Fulya' cım. Tüm o hesaplar, yarışlar ne boş işler değil mi.Hepimiz düşüyoruz bu yanlışlara zaman zaman. Umarım o tür sınavları yaşamayız artık.

16 Ocak 2010 11:13

Ah Asucum ne güzel bir yazı yazmışsın yine, her kelimesine katılıyorum. Yıllarca bu tür ilişkilerin doruğa çıktığı yerlerde çalıştım, bezdim bunaldım ama dediğin gibi insanların insan olduklarını hatırladıkları yerler de var ama keşke oralarda zaman geçirilmek zorunda kalmasa demek istiyor insan. Bu da bir ikilem işte.
Hep candan, güvenilir, iyi insanlar olsun inşallah hayatında. Sevgiler canım...

16 Ocak 2010 11:13

Birdutmasalı, teşekkürler...
Yaşıyoruz, biliyoruz, yazıyoruz bir yandan, ama bir türlü kurtulamıyoruz büyüklü küçüklü hatalarımızdan, egolarımızı bırakamıyoruz bir tarafa...

16 Ocak 2010 11:21

Sağol Leylak' cım...
Çok fazla çıkmadığımdan mıdır bilmem, tanımadığım insanların belki de hiç üstünde durulmaması gereken duyarsızlıkları hassaslaştırıyor beni. Yoksa, insanların çoğunluğunun böyle olduğunu yirmi yıl çalışıp da idrak edememek imkânsız. :))

16 Ocak 2010 11:32

Evvela gerçekten çok güzel bir yazı olmuş. Tam psikolojik durum çözümlemesi gibi.
Okudukça hepsini kendi adıma benim de yaşadığımı itiraf etmem gerek. Hemde yenen, hem de yenilen, hem eleştiren hemde eleştirilen olarak.

16 Ocak 2010 11:43

Beğendiğine sevindim Şeniz' cim.
Son cümlende dediğin gibi hepimiz saydığın bu dört gurubun içindeyiz. Belki bunu idrak edersek biraz dikkatli olabiliriz ilişkilerimizde..

16 Ocak 2010 12:21

Çoğu kez çok kalabalık olmayan sokaktan geçerken yanımdan geçen kendi halinde gördüğüm, benim gibi düşüne düşüne giden birini görünce hafifce selamlar gülümserim hemde içten, sonra duvara toslarım sanki, kimse kabullenmez selamımı. Neden!
İşte Asuman'cım yazığın bu güzel yazı bunun en güzel cevabı.
Ben insanları seviyorum, selam sadece pozitif enerjidir diye düşünüyorum, ama yok olmuyor.
Ne yazık ki yaşamımızda da dolu dolu yaşıyoruz bunu. Farketsekde farketmesekte. Benim en hassas noktam budur,acabalar yorar beni ve hep fren ihtiyacı duyarım. Oysa ben gibi ben ararım!!!
Yüreğine sağlık canım çok güzel bir yazı...

16 Ocak 2010 14:13

Sıcacık bir selama, bir gülüşe karşılık vermek gibi büyük fedakarlıklar, yorgunluklar gerektirmeyen ufacık bir şeyi es geçerek yaşıyoruz ne yazık ki Nur'cum. Senin de aynı şeyden muzdarip olacağından adım gibi emindim, yüreklerimiz bir çünkü. Öyle bir ki, aynı anda birbirimizden habersiz birbirimize yorum yapmışız.

16 Ocak 2010 14:46

Asuman'cım
Sayfamda sana ait bir mim var uğrarsan sevinirim...

16 Ocak 2010 21:37

Ne kadar içten ne kadar güzel anlatmışsın Asumancığım. Her satırına içtenlikle katılıyorum. İnsan ihtirasına,kinine,kıskançlığına anlam vermek mümkün değil gerçekten.Dünyevi çekişmelerin belki de en son bulduğu yer dediğin gibi ya hastaneler ya da insanların kendilerini en çaresiz hissettikleri an ve durumlar.Keşke bu duruma düşmeden,yaşamadan bazı gerçekleri görebilme yetisine sahip olabilsek. Sağlık, huzur, ve mutluluk dışındaki hiçbir şeyin önemli olmadığını anlayabilsek.Ama nafile..

Sevgiyle kucaklıyorum canım arkadaşım.İyi geceler.

16 Ocak 2010 22:47

Nur' cum, teşekkürler...
En kısa zamanda gereğini yerine getireceğim.

16 Ocak 2010 22:50

Çoban Yıldızı,
Beni ne güzel toparlayıp özetledin.
Hepimiz zaman zaman bunu unutup yanlışlara düşüyoruz. Ama hiç olmazsa güler yüzümüzü eksik etmesek karşımızdakilerden diyorum. Tanıdık tanımadık. Ne eksilir ki varlığımızdan...
Teşekkürler ve sevgiler ....

16 Ocak 2010 22:56

Seni parlayan ve gülümseyen bir küreye dönüştürmüş olan güneşine şükürler olsun canım.Öyle güzel bir konuya değinmişsin ki varsın sen gülümserken sana bön bir bakış atsın karşındaki sen senliğinden sakın vazgeçme olur mu?Biz seni ve gönlünü seviyoruz sakın unutma.

18 Ocak 2010 13:25

Sufi, ne kadar güzel sözler bunlar.
Böyle düşünmen çok mutluluk verici benim için. Bunları dile getirmen de ayrı bir güzellik.
Çok teşekkür ederim.
Aydınlık hiç eksik olmasın yaşamımızdan.
Sevgiler arkadaşım...

18 Ocak 2010 14:34

Yorum Gönder

Blog Widget by LinkWithin