Bir alışveriş merkezindeyim. Az önce bir şeyler baktığım mağazada şemsiyemi unuttuğumu fark edip koşarak geri dönüyor, hızla içeri dalıyorum. Aradığım hâlâ orada, bıraktığım deri kanepede duruyor. Aynı kanepede bir de şık bir bayan oturuyor. Benim yaşlarda. (Ola ki yeni bir okur denk gelir diye açıklamak gerekirse, ellili yaşlarda.) Bulmanın sevinciyle pek de farkında olmadan o sırada beni boş gözlerle izlemekte olan hanımefendiye hitap ederek “oh çok şükür buradaymış” ya da “kanepede unutmuşum” gibi bir şeyler mırıldanıyorum sevinçle. “Bana ne” dercesine suratıma bakıyor şaşkın, sıkıntılı. Ardından hiç duymamış gibi başını çeviriyor.
Bu ve benzeri şeyler çok uzun zamandır gittikçe artarak hepimizin başına gelmekte. Toplu taşıma araçları, konserler, kermesler, düğünler, nişanlar, hatta evlerde yapılan gün ya da diğer
toplantılarında hanımlar, ilk karşılaşmalarda, göz göze gelmelerde nedense sürekli yoklama, süzme ve tartma durumunda, gard pozisyonunda, şüphe ve tedirginlikle ya da kendini beğenmişlikle, ilk selamı, ilk tebessümü karşılarındakinden bekliyorlar. Alınca da tatminle derin bir nefes alıp, bu 1-0 lık ilk galibiyeti (!) zevkle içlerine sindiriyorlar. İlk paragrafta anlattığım olaydaki durumda, yani eğer sosyal bir zorunluluk yoksa, karşıdakini abandone edebilmenin haklı (!) gururunu yaşıyorlar.
Kendimden örnek verecek olursam, işe ilk başladığım dönemlerde, bindiğim her vasıtanın sürücüsüne (tabii büyük otobüslerin kaptanına ya da trenlerin makinistine değil) “günaydın”, “iyi akşamlar” derken ve muhtemelen karşılık alırken, zamanla “ne diyor bu” bakışları ya da yanlış anlama sululukları yüzünden bu güzel alışkanlığımı üzülerek bıraktığımı söylemek zorundayım.
İlişkilerdeki bu güvensizliğin temelinde ne çeşit travmalar, hayal kırıklıkları, aldatılmışlıklar yatmaktadır kim bilebilir ama çözümün şişkin egolarla, birikmiş öfkelerle sağlanamayacağı, bunun insanlar arasındaki uçurumu iyice genişleteceği de bir gerçek.
Kişiler arasındaki bu tarz kimi zaman çocukça bazen de acımasızca gelişen irade çatışmaları geçmişten bu güne süregelmiştir ve korkarım sonsuza dek devam edecektir.
Beni en çok şaşırtıp güldüren, hanımlar arasındaki çocuksu inatlaşmalar olmuştur. Ya da kıskançlıklar.
Yeni evli bir arkadaşa tebrike gidilir. Kızcağız hevesle hazırlanmış, hepsi de yeni olan bardak ve tabaklarını özenle kullanarak ikramını yaparken, "yeni eşyalarını gösteriyoo, onun için çok çeşit yapmış” diyen çatlak iç sesler mutlaka vardır. Özene bezene giyinir evine gidersiniz, yine değişik giyinmiş görgüsüz” derken, kotla gittiğinizde, “adam yerine koyup da doğru dürüst bir şey giyinmemiş, görgüsüz” diyen aynı kişidir.
Bir de misillemeci takımı vardır. Çok eskilerden annemden bir örnek bunu çok iyi anlatacaktır sanırım. Doğduğu bölge itibariyle, ikramı, ısrarı çok seven annem, misafir lafını duyar duymaz su böreğinin hamurunu yoğurmaya başlardı. Çok sevdiğimiz sözü sohbeti çok tatlı bir teyzemiz de yine doğduğu yer itibariyle biraz eli sıkı, biraz da üşengeç olduğundan en iyi ikramı kuru pasta olurdu. Onu çoğu kimse gününe çağırmazdı. Anneme de kızarlardı ona ısrarla aynı ikramı yaptığı, çok samimi ilişkisini aksatmadan sürdürdüğü için.
“O benim kızıma bir küçük altın getirdi. Ben de onun toruna küçük takarım.” “O geçen gün iki bardaktan sonra çayın altını söndürdü. Ben de ona iki bardaktan fazla katiyen vermem. BEN ENAYİ MİYİM?”
Bu genellikle çok da önemli olmayan, belki zaman zaman can sıkıcı boyutlara taşınabilecek olan, şirin, çocuksu atışmaların didişmelerin yanı sıra, kontrol edilemeyen şüphe ve öfkeler, marazi kıskançlıklar kin ve nefret duyguları, karşıdakini "ti" ye almak, alay etmek, gırgır geçmek ve bundan tatmin olmak gibi hastalıklı zevkler, yaşamımızı çekilmez hale getirmekte, dostluk ilişkilerini zedelemekte hatta bitmesine neden olmaktadır çok yazık.
Bu yerlerden biri, bir hastanenin Onkoloji Servisi. Diğeri de deprem sonrası dolu dolu iki gün geçirdiğimiz Bağlarbaşı Öğretmen Evi’ nin bahçesi.
Acılarıyla, korkularıyla, sorunlarıyla, ihtiyaçlarıyla hatta sararmış yüzleri, korkulu bakışlarıyla bireylerin eşit olduğu, birbirini anladığı ve yardım etmek, acısını paylaşmak, ümit vermek için yarıştığı hayli uzun hastane süreci ve kısa ama çarpıcı deprem sürecinde şahit olduğum insan manzaralarından sonra bu tür şeyler son derece anlamsız geliyor bana.
Belki biraz da düşündürücü...
Belki de sırf bu yüzden, Tagorun; güneşin, küçük ve yararsız olduğu için üzülen çiğ damlasına, "seni parlayan bir küreye dönüştürüp mutlu etmek için ben seve seve küçücük bir kıvılcıma dönüşebilirim, yeter ki sen üzülme" dediği dizelerini okuduğum zaman göz yaşlarına boğuluyorum. Kim bilir...
Hep sevgiyle kalalım...