Köpeklere fısıldayan adam, sen çok haklısın, doğru şeyler söylüyorsun, uygulanınca işe
yarayan şeyler. Tek bir dokunuşla, tek bir parmak şıklatmayla mucize gibi süt limana
döndü evimiz, ilişkimiz. Baştan güzel gibiydi de...
Ama olmadi işte...
Baştan herşey güzel gibiydi. Olması gerektiği gibi. Bu kadar kolay olmasını beklemiyordum
doğrusu, bu yeni patron- işçi, sahip-köle ilişkisinin aramızda kuruluverme işinin.
Yaşamın; emeksiz, çabasız, sıkıntısız, ter ve biraz gözyaşı dökmeden kimseye zırnık
vermediğini, hiç bir güzelliğin kolay elde edilmediğini bilecek kadar yaşamıştım çünkü.
Olmadı da zaten...
Biraz önce uyandırmamaya çalışarak (uyandı maalesef) kanepede resmini çektiğim
o tüylü çirkin şeyle biz bundan hiç hoşlanmadık.
Bu sabah olduğu gibi sabahları, kocaman diliyle yüzümü yalayarak, bir yandan da
mıyırdanarak rüyamın en güzel yerinde uykumdan uyandırsa da...
Mamasını yemeye başlamak için bana saatlerce dil döktürse de...
Koca kâse kuru mamayı, evin muhtelif köşelerine sürekli yer değiştirip bunu oyun
haline getirdiği için peşinde dolaştırıp tek tek ağzına isabet ettirmeye çalışmaktan sağ
omuzuma ağrılar saplansa da...
Gecenin bir yarısı duyduğu bir köpek sesine ya da kapı her çalındığında çılgınlar
gibi havlasa da...
Parkta yürürken, aniden altına daldığı dalları alçak bir iğne yapraklının iğneleri, alnımı
yüzümü paralasa, ya da ani karar değiştirmeleri ile zaman zaman ben onu değil de
çeke çeke o beni dolaştırıyor olsa da...
Tüm bunların hepsini, sürekli sinmiş , önceleri oyun sansa da sezgi ve duygularıyla
kavrayıverip hiç hoşlanmadığı bu duruma kızgın haline, ön patileri çenesinin altında
yerde yatarken alttan alttan bana çevirdiği gücenik bakışlarına, parkta yanımdaki süt
dökmüş kedi hallerine yeğliyorum.
Cesar Millan, asla konuşmayın sessiz ve ifadesiz olun diyorsun.
Benim ise ona anlatacak, ondan talep edilecek bir dolu şeyim var.
Canım sıkıldığı zaman onu yanıma çağırıp mıncırmam gerek. Bazan " Paaçooz" şeklinde
çağırmalara tenezzül etmezse ya da istifini bozmak istemezse son kozumu kullanır
"pşşaaaaa" diye uyduruktan sertçe hapşırırım. Anında yanımdadır. Hiç şaşmaz.
Ya da yakınlardaysa ve gel dememe kulak asmayıp yürüyüp gidiyorsa sihirli kelimeyi
kullanırım. "Ama öpücem" derim. Hemen tırıs tırıs gelir alnını uzatır. Uzun uzun koklaya
koklaya öperim. Kokusu (bazan toprak kokusu da karışır) göz yaşartacak kadar güzeldir.
Varlığını o kadar benimsemişimdir ki, bazan odadan çıkıp giderken " şu benim ışığı da
söndür giderken", ya da, "gelirken bana da bi bardak su kap getir" diyecek olurum.
Ben bu satırları yazarken gelip mızırdanarak hatırlattığı şeyi bu yazıyı yolladıktan sonra
her gece olduğu gibi tekrarlayacağız. Ben yatacağım, ama önce bir yerlere, yastığımın altı,
yorganın kıvrımları arası ya da pijamamın cebine çok sevdiği beyaz küçük kemiği saklayıp
küçük bir tas kuru mama hazırlayacağım. O gelip önce tek tek elimden mamaları yiyecek
sonra koklaya koklaya bir yandan da keyifle kuyruğunu sallayarak kemiği arayacak. Bulması
ne kadar uzarsa ikimiz de o kadar eğleneceğiz. Kemiği ağzına alacak, güm diye aşağı
atlayıp istediği yerde yiyecek, sonra da sırf bu iş için böldüğü uykusuna geri dönecek.
Biz bütün bunları yapmalıyız Cesar Millan. Buna her ikimizin de gereksinimi var.
Evet Paçoz bir köpek ama aynı zamanda benim şımarık ve yaygaracı kızım, sevgi dolu
sadık dostum ve nazlı hastalıklı ninem. Daha da bir sürü şeyim. Can yoldaşım.
Ama asla kulum, kölem ya da maiyetim olamaz bu saatten sonra.
Hiç kusura bakma...
Yine bir 'sevgi' dir bir 'insan' dır tutturmuş gidiyordum. Her şeye herkese anlamlar
yüklemiş, uykularımı saçma sapan tamamiyle bireysel hassasiyetlere feda etmiş,
ufak ufak kızgınlıklarımı ve öfke parçacıklarımı da sevdiklerime, etrafımda beni seven
kim varsa bencilce yansıtmaya başlamıştım.
Yine aynı şey oldu. Yaşam gerçeği bana bir kez daha gösterdi. Bir ders daha verdi.
İnsan neymiş insanlık neymiş. Sevgi neymiş.
İnsanoğlu, kötülüğün sınırını nerelere kadar zorlamış.
"İnsan" "insan" lığının boyutlarını nasıl da devleştirebiliyormuş gerektiğinde...
Sevgi; sevgisiz, cahil, bencil, hoyrat bir adamın, yüreği sevgi yerine taş toprakla dolu, gözünü rant
bürümüşbir caninin, cinayet mahaline, kıyım makinesine hiç utanmadan verdiği isim. Sanki
anlamını bilirmiş gibi. Sanki zerresini yüreğinde taşırmış gibi. İnsanlarla alay eder gibi...
"Sevgi Apartmanı" Erciş' te bir moloz yığını. Yirmi insan bedeni cansız olarak
çıkarılmış içinden. Daha fazlası da taş toprak yığınları arasında bekliyor.
Beyimiz sırıtarak, en ufak bir üzüntü duymadan gazetecilerin sorularına cevap
veriyor. Vicdanı rahatmış. İki de çadır kapmış üç katlı villasının bahçesine.
Ne oluır ne olmazmış. Birkaç tane çatlak vermış evlerinde. Gerektiğinde çadıra
kaçacaklarmış. Eminim geceleri çok rahat uyuyordur. O ve hesap vermesi gereken,
talancı, yalancı, rantçı, fırsatçı, mezar kazıcı, istifçi yüzsüz yığınlar.
Diğer yandan, yüreğinde gerçek insan sevgisi taşıyan yığınlarca insan, varını yoğunu,
elindekini kalbindekini nasıl ulaştırabileceğini düşünerek, gidenlerin yerine ulaşmama
ihtimalinden korkarak, ve buna öfkelenerek uykusuz geceler geçiriyor.
Bireysel ya da toplumsal, şöyle sağlam bir güven duygusundan yoksun olunca sevgi,
iyi niyet, fedakârlık ve gösterilen tüm çaba, sanki biraz anlamını yitiriyor, yaşamın
tadını kaçırıyor. İki tarafın da içine sinmiyor.
Bir mucize olsa da, tüm yaralar çarçabuk sarılsa, her şey şimşek hızıyla yoluna girse.
Tüm aksaklıklar düzelse, kavgalar bitse, sevgi, saygı, güven, dostluk, kardeşlik tüm
insanlığa hakim olsa. Bu gün buna her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Kişisel ve toplum olarak, tüm yaşananlardan keşke gerekli dersi alabilsek...
Adapazarı depremini, 1967 Temmuzunda ağabeyimi annem, teyzem ve biz üç kız Haydarpaşa'
dan Silvan' a askere yolcu ettiğimiz günden bir gün sonra yaşadık. Hiç unutmuyorum, gece
tren hareket ettikten sonra küçük teyzemle başlayıp hepimize sirayet eden ağlama nöbeti
vapurda o saatte yolculuk eden yakınımızdaki herkesin dikkatini üzerimize çevirecek kadar
krize dönüşmüştü.
Annemle ikimiz balkondaydık. Annem geride oturuyor, ben de korkuluk duvarına yaslanmış
etrafa bakınıyordum. Ön taraftan birinci kat görünümünde iken arka tarafta ikinci kat
konumundaydı dairemiz. Yani hayli yüksekti. Birden, şiddetli bir uğultuyla birlikte, hiç
abartmıyorum, başımın yere iyice yaklaştığını farkettim. Balkon yere çok az kalacak kadar
esneyip tekrar eski yerine dönmüştü. Sonrası malum telâş koşuşturma. Vatan Caddesinde bir
süre geçirdikten sonra annem bizleri toparlayıp gece kalmak üzere eve getirmişti. Epey
şiddetli artçılar sürmekteydi ama nasıl olsa birinci kattayız çıkarız gerekirse diye düşündü
muhtemelen. O tarihte televizyon, dolayısıyla deprem babalar, diğer depremciler, tartışmalar,
araştırmalar ve hiç bir şekilde bilgi akışı olmadığından, annem Ceyhan depreminden
öğrendikleriyle, büyük tahta karyolayı salon salomanjenin tam ortasındaki kirişin altına
yerleştirdi. Annem ve biz üç kız yattık. Sabaha karşı korkunç bir çatırtı. Zaten kuş
uykusundayız. Allah Allah diyerek fırladık ayağa, tam çıkmaya niyetlenirken
bir de gördük ki meğer karyola hepimizi taşıyamamış, kırılmış. Sinirler boşalmış, kahkahalarla
gülmüştük. Tabii o an için. İlkinden tam bir hafta sonra, çok iyi hatırlıyorum, önce musluk
borularından korkunç bir uğultu işittik sonra neredeyse ilkine yakın çok şiddetli bir artçı
geldi. Sonrası benim için çok zor geçmişti. Emine teyzemizin getirip eliyle taktığı kristal
avizenin sallanan taşlarına gözümü dikerek sabahladığım yığınla gece geçirdim. Sonunda
annem beni doktora götürdü. İçtiğim ilk ve son antidepresan ilaçları, yarım yarım her gece
olmak üzere o dönemdedir.
17 Ağustosta ablam, iki kemoterapi arası bendeydi. Can da bende kalıyordu. Rayuş' lar
tatilde seyahatteydi. Gece balkonda üçümüz yemek yemiş, sonra da uzun uzun iskambil
oynamıştık. Çok fazla sıcaktı. O gece tüm apartman ahalisiyle birlikte parkta yattık.
Hemen sabah Koray gelmişti yanımıza. Hepimiz için herkes için zor günlerdi.
Orada, Ağustos sıcağına rağmen gece nemiyle sırılsıklam olmuş çimenlerin üzerinde
korkudan tıtreyerek otururken, zifir karanlıkta sadece yıldızların aydınlattığı heyula gibi
binanın sekizinci katındaki üç tarafı çiçeklerle bezeli balkonuma gözümün iliştiği her sefer,
korkuyla bir daha orada hiç oturamayacağımı, ne asansöre binmeye, ne de merdiveninden
çıkmaya asla cesaret edemeyeceğimi düşündüm. O her şeyi kafaya taktığımız, koşuşturup
durduğumuz, tekdüzeliğinden sıkıldığımız gündelik yaşamımız birden nasıl da ulaşılamaz
oluvermişti. Televizyonda haberleri , içinde bize uzak ülkelerdeki hatta ülkemizde başka
şehirlerdeki felaketleri, yemek sohbetleri arasında nasıl da duyarsızca izlediğimizi düşündüm.
Bir gün önce böbürlenir, kurumlanır, kederlenir, hüzünlenir, kırılır, içlenir, kabalaşıp, kırıp döker,
minnet duyup, keyiflenir, sever, sevilir, sevişir koklaşır, celallenir, küfreder, yumruklaşır,
kafa çekip, dağıtır, şarkı söyler, gülüp eğlenirken, o gün orada öylece, aynı şartlarda ve
ortak şaşkınlık, endişe ve korkuyla oturmanın anlamsızlığını ve anlamını düşündüm.
Karşımda kötü, ulaşılmaz bir karaltı gibi duran binanın yerle bir olduğu, Rayuşların da
tüm o yıkıntıların altında bir yerlerde olma ihtimali geçti aklımdan. Birilerinin tüm
bunları, benzerlerini yaşadığını, sevdiklerini kaybettiklerini düşündüm.
Bu gün aklım, yalnız aklım da değil iki gözüm hep deprem üzerinde. Bakıyorum. Gözümü
ayırmadan izliyorum yıkılan evleri. Ceza gibi. Kaçırmadan gözlerimi, o devasa evlerden
atra kalan toz toprak yığınını, o arta kalan yığının gözler önüne serdiği, benim gibi teknik algı
özürlü sıradan emeklinin bile algılayabileceği insan ihmalini izliyorum. Benzer ihmallerin
sorumlularının nasıl elini kolunu sallayarak dolaştıklarını. Geceleri nasıl uyuyabildiklerini.
Uyuyabiliyorlarsa nasıl yaratıklar olduklarını. İnsan olan uyuyamaz çünkü.
Şu an hâlâ izlemekteyim. Ulaşılamayan yerleri, bir türlü ulaşamayan yetkilileri, koşa koşa
boy göstermeye giden politikacıları, yıkıntılar arasında çaresiz dolaşan depremzedeleri,
kurtarma çalışamamamalarını, birşeyler yapmaya çalışanlara, haber sevdasına engel olan
habercileri, bir kare çeksem kârdır diyen kameramanları, sanki önemli olan doğru rakamın
tesbitiymiş gibi saatlerce savunmaya geçen rasathane yetkililerini, gereksiz tartışmaları
hepsini seyrediyorum. Çaresiz, ümitsiz, isyanlar içinde, uzandığım yerin rahatlığından
utanarak, yaşadıklarımı hatırlayarak, yaşayacaklarımdan korkarak, hep izliyorum.
onları
izleyip bahtiyar olalım.
Bugün, son zamanlarda aklımı kurcalayıp canımı sıkan iki durumu kendi usulümce yoluna
koydum. Bundan asla iki sorunumu çözdüğüm anlaşılmasın. Birincisi geçici ve kısmi
olarak halledildi. Büyük bir kısmı artarak devam ediyor. İkincisi ise "çözümsüzlüğü, beni daha
çok mutlu ettiği için çözüm olarak kabul etttim" şeklinde açıklanabilir.
İlkinden başlayalım.
Yeğenimin Cumartesi günü yapılacak nişan töreni için abiye bir
giysi almak üzere bu soğukta kimbilir kaçıncı tur düştüm yollara...
Kot pantalon, kazak, kaşkol, yün çorap, kapşonlu
gocuk ve yığınla fazla kilomu da yanıma alarak...
Önce girdiğim birçok mağazada 42 bedenin üzerinde ürün satılmadığını öğrenip çılgına döndüm.
Hele girince elemana "abiye ürünleriniz..." diye başladığımda önce "sizin için mi" "evet" hemen
arkasından sabırsızca " büyük beden satmıyoruz," başka bir deyişle "siz şişmansınız"
şeklinde bir diyaloga göğüs germek berbat bir duyguydu.
"Abiye" kavramının naifliğine ters düşen bünyemin incecik ve
rengarenk kumaşlara uyum sağlaması pek de kolay bir şey değildi.
Bir sürü mağazada, pantalon, çizme yün çorap ve kazakla boğuşarak
birçok narin elbiseyi giyip aynaya
bakar bakmaz uğradığım hayal kırıklığı
ve kendime duyduğum kızgınlığın adım adım nefrete dönüşmesi
çok kötüydü çook.
Girdiğim hatırı sayılır bir mağazada neredeyse tüm abiye
kıyafetler (tabii büyük beden olanları) siyahtı.
Oysa Rayuşla tüm anneler halalar ve teyzelerin neden hep siyah
giydiği konusunu konuşmuş bu durumla hafiften gırgır bile geçmiştik.
Almadım tabii. Canım iyiden iyiye sıkılmıştı. Dönüşte asansörde albenili bir çerçevenin içinde
yazılı olan "asansörü hepimiz hor kullanmıyalım" ibaresi bile güldüremedi beni.
Can sıkıntısı ve umutsuzlukla eve dönmek üzere vasıta beklerlen ani bir kararla bir taksiye
atlayıp 7-8 sene öncesine kadar hemem hemen tüm giysi alışverişlerimi yaptığım, bir
elemanına sinirlenip gitmekten vazgeçtiğim butiğin adresini verdim.
Kapıdan içeri girdiğimde adım ve soyadımla hatırlayıp güler yüzle ve öperek karşılayan
butik sahibi adeta beni bekliyordu. Orada askıda ilk görüşte vurulup giyer giymez beğendiğim
güzelim elbisem de ...
Poşetim elimde çıkarken keyfim yerine gelmişti. Elbise işi bu defalık çözümlenmişti.
Ya kilolar!...
Umarım çözümsüz değildirler...
Diğer konuyu daha sonraki günlere bırakıyorum. Çok yorgun ve uykusuzum.
Sağlıklı ve mutlu günlere...
Rayuş bak ben ne buldum :)))
Ve şu an (yani dinlediğin an) neler hissettiğini biliyorum. Hem de adım gibi.
Çok ama çok hoş. Anma Arkadaş ve sonra arka yüzü. Adını unutmuşuz. Anadolu' da
Sevdim' miş. Evire çevire ne çok dinlerdik. Biz bu parçayı da çok sevmiştik.
Saat şu an sabahın 4 ü. Dışarısı fırtınadan yıkılıyor. Ben mest bir vaziyette
1967 yılındayım. Fatih' te. Yaşım 16. Aklım bir karış havada. Sen, Keko. Soba. Camdan
görünen akasya ağacı...Sokağın gürültüsü...Arka balkonlardan bir yerden bir ses.
Tuuulllgaaa... (Her gün aynı saatte.) Fotoroman, Laz Bakkal, Dümbüllü, bozacı,
Apartman görevlisinin çok bilmiş kızı, Lale, Füsun-Feyza ikizler, Ahmet-Mehmet-
Samet (rahmetli) biraderler. Anneleri (adı neydi). Ömür Pastanesi, Zevk-Renk
sinemaları... Ne günlerdi ama...Yaw ne varsa geçmişte var. Kim ne derse desin...
Gözlerinde bu yaşlar neden, çocuğum?
Seni böyle daima azarlamaları ne müthiş? Yazı yazarken
yüzünü ve parmaklarını mürekkeple boyamışsın. Bunun
için mi sana kirli diyorlar?
Ne ayıp!...
Yüzünü mürekkeple bulaştırdı diye
onlar tolon aya kirli demeye cesaret edebilirler mi?
Her ufak şey için seni yeriyorlar çocuğum, onlar yok yere kusur bulmaya
her zaman hazırdırlar…
Oyun oynarken elbiseni yırttın…Bunun için mi sana
çapaçul diyorlar.
Ne ayıp!. ..Parça parça bulutların
ar asından gülümseyen bir
sonbahar sabahına,
nasıl bir ad takabilecekler, bakalım?
Onların sana her söylediklerine kulak asma, çocuğum. Onlar senin kabahatlerini uzun uzun
anlatır dururlar.
Senin tatlı tatlı yiyecekleri ne kadar sevdiğini
herkes bilir. Onun için mi sana obur diyorlar?
Ne ayıp!...Öyle ise seni seven bizlere ne diyecek, ne isim verecekler bakalım.
R.Tagore
Büyüyen Ay
Hep sevgiyle kalalım...
İyi ki varsın Rayuş...
Dünyanın en tatlı kızkardeşi günlerdir hatta aylardır başımın etini
yiyordu. "Şu Sezar' a bi bak." diye diye.
"Çok faydasını göreceksin. Adam mucizeler yaratıyor. Yalnız sen
değil Paçoz da rahat edecek."
O ısrar ettikçe ben sıkıldım. Anlattığı örnekleri yarım kulak
dinledim. Ne yani, 11 yıldan sonra
bir köpeği değiştirmek, bir program yönlendirmesiyle olacak iş
miydi. Köpek psikoloğu imiş.
Hadi canım. Hepsi para tuzağı. Belki de ona önerdiğim bazı dizileri "bak bu öyle hiç sandığın
gibi değil çok güzel bi seyret seveceksin" diye adeta yalvarmama rağmen izlemeyip müzikle
ve kanun çalmakla haşır neşir olduğu için kızgınlığımdan hep gözardı ettim.
Uzatmıyalım, son zamanlarda yediklerini -ki çoğu kuru mama bazan varsa uygun yemek-
çiğnemeden yuttuğunu farkettim. Ve sabah akşam dolaştırma esnasında eskisi gibi
dışarı çıkamadığını (uğraşmalarına rağmen) tesbit
ettim. Zaten çok zor olan yedirme faslına
bir de çiğnemesi için dil dökme faslı ilave oldu.
"Hadi paçoz- bak yemezsen Siyar'a vericem-
bak ilaç geliyo ama -kızıcam ama..." fasıllarına bir
de "çiğnediğini duyiym- duymadım-bak
yine yuttun- çiynemezsen vermiycem..." ler ilave
oldu. Bu arada şaklabanlıklar, göstermeli
çiğneme uygulamaları (unuttuysa hatırlaması için, yaşlı çünkü) cabası.
Geçen gece uykum kaçınca şu Sezar' a bi göz atiyym dedim. Bakalım kimmiş , neyin nesiymiş.
Girdim You Tube' a tıkladım ismini. "Dog Whisperer" ba ba ba ba. Ne demekse... Her neyse
izlemeye başladım. İzledikçe ilgimi çekti. Her sorun tanıdık ama yaptığım her şey hata???
İzledikçe şaşkınlık, hayranlık, pişmanlık, kendime olan kızgınlık ardarda geldi.
Sorunlu köpekler...Sorunlu sahipler... Hepsi Paçoz. Hepsi ben. Örnekler...Örnekler...
Tesbitim şu oldu. Bizim ilişkimizde hatalı olan ve değişmesi gereken benmişim.
Sorun, aşırı sevgi ve zaaf. Değiştirilmesi gereken onu gösterme biçimim.
Çok teknik ayrıntıya girmeyip birçok şeyi kısa zamanda hallettiğimi söyleyeyim.
Artık her canım sıkıldığında can kurtaran simidi gibi boynuna atılıp " iyi ki varsın" "cansın"
mırıltılarıyla salya sümük ağlamıyorum.
Yemek yedirirken tek kelime konuşmuyorum. Pirimiz Sezar' dan öğrendiğim bazı küçük
etkili hareketleri uyguluyorum. Çok da güzel hem de çiyneyerek yiyor. İstediğim zaman
ben yediriyorum. (Bunu yapmayı seviyorum) Güzeli, artık kendisi önündeki kâseden
doyana kadar yiyebiliyor. Ah Sezar ne nimetler bahşettin sen bize.
Kapı çaldığında, dışardan köpek sesi duyduğunda havlamaya başlayınca tek bir kol işareti
susması için yetiyor. Gezintiye çıktığımızda beni çekiştirip ayağımın tekrar burkulmasına
neden olacak ani yön değiştirmeleri küçük bir ayak hareketiyle engellenebiliyor.
Sadece ufak bir dokunuşla.
Artık sabah uyandığımda "aman da aman benim yavrum uyanmış mı" şeklindeki
bebek lisanı konuşmalarım, derhal karşılığında mızırdanarak gösterdiği yemek, oyun
ya da ne idüğü belirsiz talepleri bitmiş durumda.
Her şey daha sakin birlikteliğimizde.
Ben biraz şaşkınım. Sanırım bir evlat kaybettim. Dost ve itaatkâr bir köpeğe sahibim
artık. Sevgimi daha içimde yaşıyorum.
O zaten bir köpek olduğunu biliyordu. Şimdi istediği oldu. Sığınabileceği, güvenebileceği,
itaat edebileceği bir sahibi var artık. Daha az şaşkın daha çok hakim bir sahip. Meğer onun
istediği de buymuş. Tüm köpeklerin istediği buymuş. Kedilerin aksine.
Bunu yazınca bugün kahva faslında, Rayuş' un kaplan kılıklı asi Garfield' e
koltuğunu kaptırmamak için gösterdiği canhıraş çaba geldi aklıma. Ne komik.
Zavallı kardeşim benim. Asla patron olamayacak :))
Dün blogları gezinirken Güngör' ün Kızılderili burçlarıyla ilgili postu dikkarimi çekti.
Bana ait olanın (tarihinden anladığıma göre) özellikleri Yengeç' in aynı ve bana uyuyor.
Esas benimsediğim ve bana en çok uyanı ismi. AĞAÇKAKAN.
Evet biz yengeçler de tıpkı ağaçkakanlar gibiyiz. Sevgimizle tüm çevremizdekilerin
başının etini yiyoruz. Kaçan kurtuluyor.
Paçozun başı kurtuldu. Darısı çevremdeki insanların başına.
Galiba bunun çözümü You Tube da yok. Kendim halletmek zorundayım :)
Herkese güzel bir hafta sonu diliyorum.
Sonbahara kış bulaştı
Metabolizmalar şaştı
Akıllar fena karıştı
Acelen neydi kış kardeş
Hani nire gitti güneş
Güz mü hazan mı bahar mı
İçinde keyf hüzün var mı
Hüzün ruhları yorar mı
Biz bunları tartışırken
Tatlı tatlı atışırken
Bir karanlık, bir kıyamet
Yüreklere doldu kasvet
Acelen neydi kış kardeş
Hani nire gitti güneş.
Asu iş bu hale şaştı
Eklem ağrıları coştu
Sözler beyninde uçuştu
Bu enfes (!) şiir oluştu.
Ah sonbahar, vah sonbahar
İnsanları ozan yapar
Ozanların arasına
Asu' yu da sazan yapar.
Herkese kayifli hafta sonları...
Gece bir telefon...
"Keşke hiç açmasaymışım" dedirten....
Bugün bir ani kararla çook uzun bir aradan sonra eski bir muhitte şaşkın avare
bir gezinti.
"Keşke hiç gitmeseymişim" dedirten...
Birdenbire başlayan şiddetli yağmurun paniğiyle kendimi içine zor attığım
bir taksi.
"Keşke hiç binmeseymişim" dedirten...
Bir şarkı yüzünden. Oturur oturmaz çalmaya başlayan, dışardaki sağanağın aynısını
bana yaşatan bir şarkı.
"Keşke o sırada çalmasaydı" dedirten...
Kader bu gün bana tuhaf bir oyun oynadı.
Muhitime girdiğimde yağmur dinmişti. Sol tarafımda devasa uzanan ormanın huzur veren
sessizliği, evimin karşısındaki parkın dost yeşili, arabadan inince yüzüme çarpan tanıdık
esinti, kapıda keyifle kuyruk sallayan "hadi hiç pabuçlarını çıkarmadan beni de gezdir"
dercesine muzip muzip bakan Paçozun varlığı...
Huzur yeniden.
"Keşke bugün evden hiç çıkmasaymışım" dedirten...
Paçozla hafif hafif çiseleyen yağmurun altında dolaşırken, içimden, beni her zaman etkileyen
ama bu gün içime işleyen bu şarkıyı mırıldanıyordum.
Sonra düşündüm.
Sadece, öyle duranlardan olmak... Galiba en iyisi bu...
Sonbaharın camımdan içeri girip yüzüme çarpan ilk yağmur damlalarıyla başlayan kelebek
dokunuşları aynen devam ediyor.
Dün çok uzaklardan gelen bir dost telefonu...
Bu sabah gezintisinde hiç tanımadığım bir kadından aldığım dost selâmı...
Okula giden çocukların Paçoz' a keyifle kuyruk sallatan dost dokunuşları...
Dönüşte (sabah 8 dolayları) sessizce asansöre binip çıkmak üzereyken açılan daire
kapısından uzanan Rayuş' un can yüzü, "Paçozu bırak ve gel" diyen tatlı sesi...
Ve kızarmıış yumurtalı ekmeklerin kokusu, fokurdayan çayın müzikal sesi, nar gibi
domateslerle beyaz peynir ikilisinin davetkar görüntüsü...
Oralara bir yerlere kıvrılmış uyuyan, uyanmış kuru mamalarını yiyen, uyku mahmuru
gerinen, şaklabanlıklar yapan muhtelif boy ve renkte kediler...
Daha fazlasına ihtiyacım yok. Eksilmesin yeter...
Dizilerden birinde Tülin Oral' ı yine ve doğal olarak büyükanne rolünde görünce Yaygara 7o
Müzikali aklıma geldi. Ağabeyim götürmüştü. Müthiş bir oyundu. Dev kadro, harika oyunculuk
Harika müzikler.(Cemal Reşit Rey) Sene 1970... Dormen Tiyatrosu...
Romeo Jülyet ' in müzikal komedi uyarlaması. İki Aile. Özkaralar ve Bozkaralar. Genç kız
Tülin Oral, delikanlı Kerem Yılmazer, aileler arasındaki bildik çekişme. Son Mutludur.
Erol günaydın yaşlı kadın rolünde müthişti. Şarkılar enfesti. Müzikler hala aklımda.
Bir de magazin haberi. Ağabeyim o gece Tülin Oral' a aşık olmuştu. (Tabii bekârdı)
Uzun süre de ismini tekrarladı durdu.
Bence hâlâ çok zarif ve çok güzel. Sizce de öyle değil mi?
Ruhum ve blogum ona kayıtsız kaldı diye Sonbahar konusunda suçluluk duyuyordum
günlerdir. Meğer yağmuru bekliyormuşum...
Dün gece bir çocukluk şarkısıyla başlamıştım yazıma. (Sonra boynum izin vermedi bitirmeme)
"Kurumuş dallar sarı yapraklar
Ağaçlara veda eder
Onları alır hırçın bir rüzgar
Uzaklara sürükler...
Kurumuş dallar sarı yapraklar
Ne acıklı bir nasibiniz var..."
....
Devamını getiremedim. Unutmuşum.
Bir de benim Fikret' imden bir giriş...
"HAZAN TEYZE
O her sabah uykusundan
Uyanırken mahmur mahmur,
Baygın gözlerinde ağlamaklı
Bir mahrumiyet okunur.
Hasta, yazık, Hazan Teyze;
Hicran oldu hali bize!"
............
Sonra baba şairlerden örnekler, ki bu gün onları yazmamaya karar verdim, çoğunlukla veda,
ayrılık, hicran, hüsran, gözyaşı, ölüm vs...
Düşünüyorum da, asla bir anlam veremiyorum.
Tarafsız olarak, bu sonbahar düşkünlüğümün yaşamımın içinde bulunduğum dönemi ile
bir ilgisi var mı diye, düşünüyorum, hayır. O anlamda Kış' ın ortalarında bir yerlerde
olduğumun da bal gibi farkındayım üstelik. Yani, kaçıp sığınma, kalıp demir atma
durumları yok.
Gerilere doğru gidiyorum. Emeklilikte, çay, sabahlık, camda yağmur damlaları, geride
müzik durumları mı cazip, bu mudur diyorum. Bu da güzel tabii, ama değil.
Daha gerilere gidiyorum. Çalıştığım dönemlere. Ev ve iş çıkışlarında başımı kaldırıp, havayı
en çok zevkle içime çektiğim mevsim sonbahar. En rahat vasıta beklediğim, en keyifle
yürüdüğüm...Hafta sonları sinemalar, tiyatrolar. Dost toplantıları...
Daha geriye okul dönemine gidelim. Okulu sevdiğim zamanlarda, tembelleşip okulu
kırdığım zamanlarda... Hep sevdim. Trençkotuma, şemsiyeme düşen yağmur tıpırtılarına kulak
vermeyi, saçlarımın ıslanmasını, ıslak saçla eve döndüğümde annemin "bu ne hal böyle" diyerek
telaşlanmasını...
Çocukluğumda da en çok hatırladıklarım yağmurlu günlere dair. En özeller, en güzeller...
Sonbaharın, özellikle yağmurun benim tüm yaşamımda belirleyici, yaşadıklarımı ve
hissettiklerimi vurgulayan, garip bir gücü var. Oldu, oluyor ve eminim olacak...
Özellikle yağmur, tün yaşadıklarımın altını çiziyor, tüm düşündüklerimi anlamlı kılıyor,
tüm duygularımı sevincimi, hüznümü, umudumu, sevgimi doruklara taşıyor.
Beni bırakalım. Yapraklar kızarıp, sararıp dökülüyormuş muş. Sonra? Ne olmuş yani?
Önce bizim gözlerimizi sonra ressamların tuvalini şenlendiriyorlar.
Sonra, toprağa karbon ve azot olarak karışıp yeni bitkilere kim hayat veriyor?
Kıyılarda denizlere uçuşanlar deniz yaratıklarını beslemiyorlar mı?
Ve görüntüleriyle benim ruhumu...
Güneş eskisi gibi ısıtmıyormuş. Biz değil miydik "yetti bu güneş" diye feryad edenl. Akşam
olmasını bekleyerek eve kapanan. Benim gibi akşam çıkamayanlar için ne önerilir?
Sonbahar geldi uyuma ve kapanma mevsimidir diyorlar. Pöh.
Şimdi atacağız kendimizi dışarılara. Dostlarla buluşacağız. Dantel muhabbetler, entel
sohbetler yapacağız. En güzel sezon filmleri sizi bekliyor.
Ve en renkli fotoğraflar süsleyecek blogları şölen tadında...
Hep sevgiyle kalalım...
Müjdeler olsun Elif Hanım dönmüşşş!...
Sabah Paçoz' la gezinirken yine ok gibi geldi hayvanın üzerine.
Saçlar uzamış, boy uzamış, sesinden tanıdım. Kuş cıvıltısı-su şırıltısı tadındaki o coşkulu
sesle yine "ay ay Paçoş gelmiş" diye diye koşarak yanımıza geldi. Nasıl sevindim anlatamam.
Paçozun da kuyruğunu sallayışından sevindiği belliydi. Bir yıldır köydeymişler.
Bu yıl okula başlayacakmış. Onun için dönmüşler. Herhalde okul öncesi eğitim çünkü
5 civarı gösteriyor. Biz onunla konuşurken yere yakın sapsarı kocaman bir baş iki iri mavi
gözünü paçoza dikmiş yalpalaya yalpalaya bodoslama üzerine geliyor.
Aman zaman demeye kalmadan güler yüzlü sarışın genç bir kadın da peşinden
seğirtti. Küçük bey kardeşi, kadın da annesiymiş. Babayı bir yere uğurlamışlar çocuk peşinden
yaygaraya başlayacakken anne Paçoz' u gösterip dikkatini dağıtmıak istemiş. Görünen o ki
Elif Hanımın hayatı bu sene daha güzel geçecek anlaşılan geçen yıla göre.
Hem annesi yanında, hem yeni bir kardeşi var. Ne hoş...
Yüzümüzde tebessüm gezintimize devam ederken çocukların oyun alanından canhıraş bir
çığlıkla yerimizden sıçradık. Paçoz kuyruğunu kıstırdı, ben kim düştü, kime ne oldu diye
bakarken bir başka çığlık. Sonra tekrar diğeri. 2-3 yaşlarında iki oğlan kumlara oturmuş ses
yarıştırıyorlar. Kan tepeme sıçradı. Annelerine bakındım. Müdahale edecekler diye bekledim.
Gülerek sohbetlerine devam ediyorlardı. Bu da yeni trend oyun. Ne kötü...
Akşam üzeri kuaförümden dönerken bize yakın sitelerden birinin bahçesinde, apartman
girişindeki merdivenlerin önünde serilmiş uyuyan kocaman bir köpeğin önünden
geçip giderken "pat pat pat" sesleri duydum. Gözüm köpeğe ilişince gözleri hala kapalı uyur
vaziyette iken taşa serili kuyruğunu yere vurmağa başladığını farkettim. Gülüyordu resmen.
Durup bekledim. Çok hoş bir rüya görüyordu besbelli. Sonra ses arttı, ritim hızlandı hızlandı
sonra yavaş yavaş doğrulup gözlerini açtı, bir silkindi, gerindi, apartman kapısına
yaklaştı. Neden sonra kapı açıldı ve elinde yiyecekler ve su kabıyla bir kadın dışarıya çıktı.
Beklediğim süre hemen hemen beş dakikaydı. Demek ki kadın evde hazırlıkları yapmaya
başladığı andan itibaren hissedip uykusunda sevinmeye başlamış. Ne Hoş...
Parkın içinden geçerken asık suratlı çifti gördüm. Adam kaykılmış yatıyordu bu sefer.
Kadın da yanında dimdik oturmuş öylece boş boş bakınıyordu etrafına...
Bir gün de tatlı tatlı sohbet ettiklerini göremiyeceğim bu gidişle. Ne kötü...
Yazımı burada kesip bir koşu aşağıya indim. Pasta yemeye. Erdem' in diploması şerefine.
İkinci mühendisimiz de diplomasını aldı. Ne hoş...
Hep hoş şeyler yazmak dileğiyle...Hoş günlere...
İstanbul' un havasında ya da bende müthiş bir sıkıntı var. Müzik en iyi ilacıdır dedim. Eskilerden yenilerden. Sonra aklıma bu şarkı geldi. Tıklarken hiç şans vermedim kendime. O da ne. Onlarca versiyonu. Hepsini dinledim. Çocukken öğrenip söylediğimize ( sözler duyduğumuz gibi)en yakın olanını buraya ara ara dinlemek için elimin altına taşıdım.
Bu şarkıyı biz ağabeyimden öğrendik. İnanılır gibi değil ama 1960 yılında o tarihte elekrtiği bile olmayan Adıyaman' da. Lisedeki İstanbul'lu müzik öğretmeni çocuk şarkısı olarak öğretmiş. Youtube da da çocuk şarkısı olarak geçiyor ama aslında bakınca anlamı tam bir ergin meyhane şarkısı.
Demiryolunda çalışan adam her gün tam evinin önünden geçerken düdük çalar ve karısının da borozanla karşılık vermesini bekler. Ama bu kez geçerken karısı borozanı öttürmez. Adam da karısının mutfağa birisini aldığını kendisini aldattığını düşünür.
Bizimkiler evlendikten sonra ara ara toplandığımız Cumartesi gecelerinde de bağıra çağıra çığırıp şenlendiğimiz bu şarkı bana harika bir nostalji yaşattı.
Hey gidi günler..
I've been working on the railroad
All the livelong day
I've been working on the railroad
Just to pass the time away
Can't you hear the whistle blowing
Rise up so early in the morn
Can't you hear the captain shouting
Dinah, blow your horn
Dinah, won't you blow
Dinah, won't you blow
Dinah, won't you blow your horn
Dinah, won't you blow
Dinah, won't you blow
Dinah, won't you blow your horn
Someone's in the kitchen with Dinah
Someone's in the kitchen I know
Someone's in the kitchen with Dinah
Strumming on the old banjo, and singing
Fie, fi, fiddly i o
Fie, fi, fiddly i o
Fie, fi, fiddly i o
Strumming on the old banjo
Biliyorum görüntü, taşıma çok acemice. Ben teknik özürlüyüm. Bu haberi videoyu çok daha iyi sergileyecek yüzlerce blogger var içinizde. Ama gelin içeriğe bakın derim ben. Gerekli yerleri tıklayın, görüntüleri seyredip olanı biteni okuyup öğrenin. Tıpkı benim gibi, isyanla umudu, nefretle sevgiyi aynı anda yaşayacaksınız eminim. Çok özel bir ülke burası. Çok kötülerle çok iyileri çok uzun yıllardan beridir bağrında taşıyor. Zaman zaman her şey kötüden yana diye düşünüp umudumuzu tam da yitirmeye başlayacakken sevginin görünmez gücü görünür oluyor ve mucizeler geliyor. Ormanda geceli gündüzlü nöbet tutup hayvanlara bakan, zehirlenmiş olanları yaşama döndüren tüm gönüllü veteriner ve hayvan severlere sonsuz minnet ve şükranlarımı sunuyorum... Ormanda köpek seferberliği | |||||
![]() | |||||
Arnavutköy Bolluca Ormanı'ndaki zehirlenen sokak köpekleri havyanseverleri seferber etti.
| |||||
![]() | | ||||
|
Bu Blogda Ara
Contributors
Blog Listem
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Merhaba,6 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum9 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
Merhaba demeye geldim...10 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
TAŞINDIM...13 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
İzleyiciler
Yazı Arşivi
-
►
20
(5)
- ► Eylül 2020 (1)
- ► Ağustos 2020 (3)
- ► Temmuz 2020 (1)
-
►
17
(4)
- ► Nisan 2017 (1)
- ► Şubat 2017 (1)
-
►
16
(1)
- ► Şubat 2016 (1)
-
►
15
(1)
- ► Ağustos 2015 (1)
-
►
14
(16)
- ► Aralık 2014 (1)
- ► Eylül 2014 (2)
- ► Ağustos 2014 (1)
- ► Haziran 2014 (1)
- ► Mayıs 2014 (2)
- ► Nisan 2014 (4)
- ► Şubat 2014 (1)
-
►
13
(44)
- ► Aralık 2013 (3)
- ► Kasım 2013 (3)
- ► Eylül 2013 (6)
- ► Ağustos 2013 (3)
- ► Temmuz 2013 (1)
- ► Haziran 2013 (1)
- ► Mayıs 2013 (3)
- ► Nisan 2013 (7)
- ► Şubat 2013 (3)
-
►
12
(96)
- ► Aralık 2012 (2)
- ► Kasım 2012 (4)
- ► Eylül 2012 (16)
- ► Ağustos 2012 (7)
- ► Temmuz 2012 (5)
- ► Haziran 2012 (8)
- ► Mayıs 2012 (10)
- ► Nisan 2012 (14)
- ► Şubat 2012 (8)
-
▼
11
(179)
- ► Aralık 2011 (19)
- ► Kasım 2011 (38)
-
▼
Ekim 2011
(19)
- Yapamadık Cesar Millan
- 29 Ekim 2011 Çamlıca
- Cumhuriyet 2011....
- Sevgi Apartmanı (!)
- İzliyorum
- Mutluluğun Resmi
- İnsan...
- Kilolar ve Giysiler
- Bunu da buldum ya...
- Bakalım...
- 11 Yıl Önce Neredeydin Cesar Millan
- Şikayetname
- Sağanak...
- Yaşamın Kelebek Dokunuşları
- Yaygara 70 ve Ağabeyimin Platonik Aşkı
- Ve Sonbahar Şimdi...
- 6 Ekim 2011 de Bizim Buralar
- Sen Bir Deryasın You Tube
- Örnek Mücadele
- ► Eylül 2011 (14)
- ► Ağustos 2011 (17)
- ► Temmuz 2011 (8)
- ► Haziran 2011 (14)
- ► Mayıs 2011 (11)
- ► Nisan 2011 (9)
- ► Şubat 2011 (10)
-
►
10
(152)
- ► Aralık 2010 (12)
- ► Kasım 2010 (12)
- ► Eylül 2010 (9)
- ► Ağustos 2010 (12)
- ► Temmuz 2010 (7)
- ► Haziran 2010 (12)
- ► Mayıs 2010 (11)
- ► Nisan 2010 (17)
- ► Şubat 2010 (11)
-
►
09
(186)
- ► Aralık 2009 (22)
- ► Kasım 2009 (22)
- ► Eylül 2009 (17)
- ► Ağustos 2009 (24)
- ► Temmuz 2009 (19)
- ► Haziran 2009 (20)
- ► Mayıs 2009 (20)
- ► Nisan 2009 (8)
- ► Şubat 2009 (5)
Müzik
Popüler Yazılar
-
KADİM DOSTLAR Önce beni sık sık evinde ağırlayan 35 yıllık dostumla keyifli bir fotoğrafla başlayalım. Blogger dostlarım onu daha önce bahse...
-
bilmem hatırlar mısın bir liseli kız vardı bir liseli esmer kız gözleri yıldız yıldız saçları gece gibi simsiyah dökül...
-
Sayın Haykırış, Yok etmeye çalışmak yerine varlığımızı işaret ettiğiniz, düşmanlık yerine dostluk gösterdiğiniz, kara çalmak yerine üzerimiz...
-
Akşam masamı toparlarken gözüme kutunun içinde birikmiş not kağıtlarım ilişti. Duyduğum, gördüğüm ilginç şeylere dair ipucu cümlecikler. Ç...
-
Yeni yılda Tüm zorlıklar karşısında çetin ceviz olacağıma.... Fındık kabuğunu doldurmayacak sebeplerle kendimi üzmey...
-
Onlar bağırışıyor. Döğüşüyorlar, şüphe ediyor ve yeise düşüyorlar; boğuşma ve çekişmelerinin sonunu bulacağa benzemezler. Senin hayatın, saf...
-
Ey dünya! Ebedi olarak yaşıyorsun Mevsimlerin tepsilerinden Çiçekler ve yapraklar Yolunun üzerine Dökülüyorlar. ...
Etiketler
- 2010
- 2011
- 27 mayıs İhtilali
- 7 numara
- ABD
- abla
- acemilik
- açlik
- Adıyaman
- afet
- ağabey
- ağaç
- Ağustosta Rapsodi
- aile
- akraba
- akrostiş
- akşam
- Albatros
- alış-veriş
- alışkanlık
- alışveriş
- alışveriş tutkusu
- Ali Muhittin Hacı Bekir
- Alphonse de Lamartine
- amatörlük
- anı
- anılar
- anılar...
- anlaşma
- anlayış
- anma
- anne
- anneanne
- anneler günü
- Antalya
- apartman hayatı
- arayış
- arıza
- Arka Pencere
- arkadaş
- armağan
- aşı
- aşk
- aşure
- Atatürk
- ateş böceği
- atom bombası
- Attila İlhan
- ATV
- ATV şarkı
- Avustralya Açık Tenis
- ayaz
- ayrılık
- aziz nesin
- B.Necatigil
- baba
- Babalar Günü
- bahar
- bahçe
- balkon
- banka
- Barbra streısand
- barış
- başarı
- başlangıç
- Baudelaire
- Bauelaire
- Bayrak
- bayram
- Beatles
- bebek
- bekir sıtkı erdoğan
- beklentiler
- BEN
- beste
- beşiktaş
- Betty Smith
- beyaz dizi
- beyaz diziler
- beyaz roman
- Bhagavatgita
- bilgisayar
- Bir genç kız Yetişiyor
- Bir sarkısın sen
- Bir Şarkısın Sen
- birlik ve beraberlik
- birliktelik
- bitki
- biyografi
- blog
- blogger
- börek
- Buddha
- bugün
- bulmaca
- buluşma
- buzdolabı
- Bülent Ecevit
- Cahit Sıtkı Tarancı
- can yücel
- Capra
- cehalet
- centilmen
- cesaret
- cevaplar
- cezerye
- cinayet
- cocuk
- cocuk.
- cocukluk
- Cronin
- Cumhuriyet
- Cüneyt Gökçer
- çalışma hayatı
- çaresizlik
- çay
- Çığlık
- çınar
- çiçek
- çiçekler
- çiğ
- çocuk
- çocuklar
- çocukluk
- çöp
- dalgınlık
- Daltonlar
- damat
- Damdaki Kemancı
- dans
- davetiye
- dayak
- dedikodu
- Defne Joy Foster
- demirhindi
- deneyimler
- deniz
- deprem
- dergi
- destan
- dilek
- dilekler
- dinlenme
- disko kralı
- diyet
- dizi
- doğa
- doğallık
- doğum günü
- dolap
- Doris Day
- dost
- dostluk
- dostluk.
- dostlulk
- duygular
- düğün
- dül dül
- dünya
- dünya kadınlar günü
- Dünya Prematüre Günü
- düşmanlık
- düşünceler
- düşünceler.
- Ecevit
- edebiyat
- Edgar Allan Poe
- Ekim
- Ekrem Bora
- Elazığ depremi
- emek
- emekli
- eminönü
- Emirgân
- Engelliler
- ephraim kishon
- erişkin
- erişlilmezlik
- erkek
- eski yıl
- eşek
- eşyalar
- etiket metiket yok
- Etkinlik
- eve dönüş
- evlat
- Ey Aşk Nerdesin
- eylül
- ezan
- Ezel
- Fakir Baykurt
- fal
- fanatizm
- Farrah Fawcett
- fasulye
- felaket
- felsefe
- fenerbahçe
- fırtına
- Fikret Otyam
- film
- filozof
- final
- Firari
- firuze
- fono
- formüller
- fotoğraf
- Frank Sinatra
- Futbol
- gazanfer özcan
- gece
- geçim
- Geçmiş
- geçmişten şarkılar
- gelecek
- gelin
- genç kız
- gençlik
- gerçek
- geyik
- gezi
- gezinti
- giden sene
- Gitanjali
- giysiler
- Govinda
- gökkuşağı
- göl
- gönülçelen
- gösteri
- göze çarpmayan debdebe
- gözyaşı
- Grace Kelly
- grizu
- gül
- Gülümse
- gün batımı
- güncel
- güneş
- Güneydoğudan öyküler-Önce vatan
- Günlük yaşam
- güven
- güz
- güzellik
- güzellikler
- haber
- haberler
- Hacer Buluş
- Hacivat
- hafta sonu
- hak
- hala
- harika çocuklar
- hasta
- hastalık
- hayal kırıklığı
- Hayali Küçük Ali
- hayaller
- hayat
- hayvan
- hayvanlar
- hayvanlar alemi
- hazan
- hediye
- Herman Hesse
- hiciv
- Hindistan
- Hiroşima
- Hitchcock
- hobby
- Hollywood
- hoptirinam
- hoşgörü
- hoşluklar
- http://www.blogger.com/img/blank.gif
- huzur
- hüsran
- hüzün
- ıhlamur ağacı
- ışık
- ibadet sohbet
- içimizdeki çocuk
- içtenlik
- iftar
- ihmal
- İhsan Varol
- ikiyüzlülük
- ikram
- ilaç
- ilginç şeyler
- ilişki
- ilkbahar
- ilkokul
- İlkokul şiiri
- İnci Ertuğrul
- İngilizce
- insafsızlkık
- insan
- insan halleri
- insan olmak
- insanlık
- intikam
- İslamiyet
- istanbul
- isyan
- İş Bankası
- işçi
- iyilik
- Jacques Brel
- James Stewart
- Japonya
- Jean Moreas
- Jim Reeves
- kabuk
- kadın
- kadınlar
- kahvaltı
- kahve
- kalıplar
- kalite
- Kamer Genç
- kan verme
- Kandil
- kaplumbağa
- kar
- Karagöz
- karanfil
- karanlık
- kardeş
- karışık duygu ve düşünceler
- karmaşa
- katiam
- kavafis
- kayıp
- Kayserispor
- keder
- kedi
- kediler
- Kelime oyunu
- Kemal Burkay
- kerpiç
- keşke
- keyif
- kıskançlık
- kış
- kız kardeş
- kızkardeş
- Kim Novak
- kiracı
- kishon
- kişisel
- kitap
- koka kola
- kolbastı
- komedi
- komik
- komşu
- komşuluk
- konser
- konut
- korku
- Korolar çarpışoyor
- koşullu refleks
- köpek
- kuaför
- kupa
- Kurban Bayramı
- kuyruk-bilim
- kültürel mozaik
- Lale
- latife hanım
- lezzet
- lisan
- lise
- Liz Taylor
- maneviyat
- manzara
- Marsel İlhan
- masal
- masumiyet
- maymun
- mazi
- meclis
- medya
- Mehmet Topuz
- mektup
- merasim
- Mevlana
- mevsimler
- Meyva Zamanı
- Michael Jackson
- mim
- misafir
- misafirlik
- Misak- ı milli
- mizah
- Montaigne deneme
- moral
- Mr. Smith
- muhabbet
- Muhabbet Kralı
- Muhammed
- muhasebe
- Murathan Mungan
- mutfak
- Mutfak şarkıları
- mutluluk
- Müge Anlı
- müzik
- müzik nostalji
- Nagazaki
- Nazım Hikmet
- nefret
- nekahat
- Nirvana
- Nisan
- Nişan töreni
- Noktürn.
- nostalji
- okan bayülgen
- olay
- olgunluk
- on line alışveriş
- ordan burdan
- Orhan Kemal
- Orhan Veli
- orman
- oruç
- otobüs
- otokontrol
- oyun
- ozan
- ödül
- öfke
- öğrenci
- öğretmen
- Öğretmenler günü
- ölüm
- ölüm yıldönümü
- ömür
- öykü
- Öykü Atölyesi
- özgüven
- özlem
- Paçoz
- Paçoz..
- Paris
- pasta
- paylaşım
- paylaşmak
- pazar
- pazar alışverişi
- pazar günü
- Pazar sohbeti
- pembe dizi
- pencere
- Piknik
- pişmanlık
- plan ve programlar
- planlar
- plasebo
- Platters
- polis
- popülizm
- program
- programlar
- radyasyon
- radyo
- Ramazan
- Ramazan davulu
- Red kit
- reklamlar
- resim
- resmi bayramlar
- Reşid Behbudov
- Rilke
- rin tin tin
- Roland Garros
- roman
- romantik
- romantizm
- röportaj
- ruh yorgunluğu
- ruhat mengi
- rüya
- saat
- sabah
- sadakat
- Sadettin Kaynak
- safiyet
- Sağanak
- sağlık
- sahur
- Samana
- samimiyet
- sanal
- sanat
- sanatçı
- sanatkar
- Saroyan
- Satürn
- schumann
- sebze
- seçkin
- seçme saçma sohbetler
- sel
- Selimpaşa
- Selmi Andak
- sergi
- sevdiğim şeyler
- sevgi
- sevgi soysal
- sevgili
- sevgililer günü
- sevinç
- seyahat
- seyirlik
- Seyyare
- Shakespeare
- Show TV
- sıcak
- sıkma
- sıradanlık
- Sidarta
- Sigara
- simit
- sinema
- sipariş
- sis
- soğuk
- sohbet
- sonbahar
- soru
- sorular
- spiker
- star
- still life
- su yücel
- suikast
- şablonlar
- şafak
- şans
- şarap
- şarkı
- şaşkınlık
- şeker
- Şeker Bayramı
- şerbet
- şermin
- şiddet
- şiir
- şikayet
- tabak
- tabletler
- tagore
- tanışma
- tansiyon
- tantuni
- tarif
- tartışma
- taşınma
- tatil
- tedavi
- teknoloji
- telaş
- telefon
- televizyon
- temizlik
- tenis
- tenis turnuvası
- terlik
- tevfik fikret
- Tırpan
- tiyatro sahne
- tokat
- toplantı
- Tövbeler Tövbesi.
- Transfer
- tren
- TRT
- TSM
- Ttv
- Tuna Huş
- tutsak
- tuvalet
- tüketim
- Tülin Oral
- Türkan Saylan
- türkü
- TV
- Uğur Mumcu
- umut
- unutma
- uyku
- Üç Hür El
- ülke meseleleri
- ümit
- üretmek
- ütü
- vahşet
- vakit
- Vasuveda
- vatan
- William Holden
- William Wordsworth
- Wimbledon
- yağlıboya resim
- yağmur
- yalnızlık
- yaprak
- yarışma
- yaşam
- yaşlılık
- yatak
- yaz
- yeğen
- yeğenlerim
- yeme-içme
- yemek
- yemekteyiz
- yeni yıl
- yeni yıl kartları
- yesterday
- yıl dönümü
- yılbaşı
- yıldız
- yıldönümü
- yoksulluk
- yol
- yolculuk
- yolculuk.
- yorgünluk
- Young at Heart
- yönetici
- yün
- yürüyüş
- zaman
- Zeki Müren