Oh be… diyoruz. Oooohhh beeee Özgürlük…
Önce adam gibi bir kahvaltı. Hanimiş bizim sıkmalarımız..
Tam on sekiz kişiyiz. Özel çay demletiyoruz. Tereyağlı reçelli mükellef bir kahvaltı önce… Karınlar doyunca keyifler yerine geliyor. Önce bir fasıl kendimizden bahsediyoruz. Emekliler işlerinden, çalışmayanlar evlerinden. Mersin buram buram yanıyor. Her birimizin elinde bir yelpaze. Ben yine deliler gibi cep telefonumu arıyorum karışık çantamda. Sema güneş gözlüğünü otobüste bırakmış. Herkes unutkanlık üzerine bir olayını anlatıyor. Birimiz anlatırken diğerlerimiz, "aynı" "tıpkı" sözleriyle onaylıyoruz.
Gözüm Hatice’de. Eğer değişmediyse, en eğlenceli fasıl onun dilinin altındaki baklalarda saklı. Okul zamanında, bütün haberler ondan alınırdı. Kim birisiyle çıkmaya başlasa ilk ondan öğrenirdik. Bizim İngilizceci ile diğer İngilizcecinin aralarındaki ilişkiyi de ilk o anlamıştı. (Sonra evlendiler). Çaktırmadan birer ikişer başlar ona dönüyor. Sorgu sual başlıyor. Önce kısa süren Almanya macerasından, orada yaptığı altı ay süren evliliğinden bahsediyor. Sonra, ilginç bir kaç dedikodu. Sonra beklediğimiz an geliyor.
“Kızlaar, biliyor musunuz, İnci bu evlilikten pek de memnun değil” diyor Hatice, sarı saçlarını savurarak. Herkes derin bir nefes alıp sabırla bekliyor. “Kız tarafı memur damat istemiyormuş. Kızın yengesi arkadaşına anlatıyordu duydum.” Nevin titizleniyor. “Çocuk İktisat mezunu değil mi? Hem bildiğim kadarıyla iki yıl da Amerika’da kaldı. Lisan da var.” Ben de giriyorum lafa. “Bir bankada müfettişmiş”. Hatice muzip muzip gülüyor. “Kızın babası kuyumcuymuş. Paraya para demiyormuş. Düğünü de onun için Hilton’da istemişler.” Müberra sigaradan kalınlaşmış sesiyle devam ediyor. “Yaa sahi ben de lavaboda ellerimi yıkarken duydum. İncinin kocası bu düğün için bankadan yüklü bir miktarda kredi çekmiş.” Yavaş yavaş kızmaya başlıyoruz. Dedikodunun zevki, yerini İnci için duyduğumuz endişeye bırakıyor. Sen yeme içme, varını yoğunu her şeyini tek evladın için seferber et… Yediğimiz Tantuni’nin etleri boğazımızda düğümleniyor. Sema hepimiz adına bağırıyor. “Başka kız mı yokmuş.” Hatice olaya vakıf. “Gençler birbirlerini sevmişler. İki yıldır çıkıyorlarmış. Görmüyor musunuz damadın sevinçten nasıl da gözü parlıyor?” Keyifler iyice kaçıyor.
Cezerye torbalarımız ellerimizde, evin yolunu tutuyoruz. Kapıya yaklaşınca üç ayrı guruba ayrılıyoruz. Birden girip moral bozmayalım diye. Hayli büyük olan ev, adeta boşalmış. İnci’nin rengi biraz daha iyi. Hepimize candan sarılıyor. Tabii biz de ona. Onu da aramıza alıp sohbet ediyoruz. Eski günlerden bahsedip iyice keyiflenmesini sağlıyoruz.
Akşam yatma vakti geliyor. Bizi kapıda karşılayan sinirli sıska hanım (sonradan gelinin annesi olduğunu öğrenmiştik) kapıdan başını uzatıyor. İnci’ye sesleniyor. “Dünürcüm, arkadaşlarının bir kısmını bize götürmeye geldim. Bu kadar kalabalık, bir eve nasıl sığar.” Hatice’nin yüzünde garip bir gülümseme beliriyor. “Çok naziksiniz Nural Hanımcım benim de size kanım nasıl ısınmıştı. İnci’nin hısmı bizim de hasmımız -ay pardon dilim sürçtü- hısmımız sayılır.”
Sarı saçlarını savuruyor. “Hadi kızlar, Nural Hanımın
bu nazik davetini geri çevirirsek ayıp olur.”
Devamı yarın...