İlk şüphe kıvılcımı otobüste düştü içime. Çok mu çabuk karar vermiştim acaba?...Her zaman olduğu gibi enine boyuna düşünmeden, tartıp biçmeden. Göz ucuyla yanımdaki arkadaşıma baktım. Başını cama dayamış, ağzı hafif aralık masum masum uyukluyordu. Sevgili Nilay’cık daha cümlemi tamamlamadan, keyifle heyecanla kabul etmişti Mersin yolculuğunda bana eşlik etmeyi. Hem beni, hem yolculuk etmeyi pek sever, hem de “hayır” demeyi beceremezdi hiçbir zaman.
Her şey, dün posta kutusundan çıkan fatura ve ekstre yığınının içinde altın gibi parlayan ince-uzun bir zarfla başladı. Üzerinde adım yazıyordu. Önce uzun uzun (sevinçten ne yapacağımı şaşırmıştım) baktım. Sonra kokladım, sonra elimle kalınlığını yokladım. Bankalardan bu renk zarf gelmezdi. Sonunda açmayı akıl edecek kadar kendime gelmiştim. Zarftan çıkardığım kartın içinden bir gelin ve bir damat figürü fırladı. Bu şirin ikilinin ayaklarını bastığı aynı renkli kartonun üzerinde sıradan düğüne davet sözcükleri, biraz ayrı bir yerde de arkadaşım İnci’nin oraya gidersem sevineceğini bildiren kısa, samimi bir notu bulunmaktaydı. Sevgili İnci. Liseden sıra arkadaşım. Çabucak lise günleri geçti zihnimden. Birkaç enstantane, bir iki şarkı. Çekmecemden kız lisesinin yıllığını çıkardım. Tek tek kızları hatırlamaya çalıştım. Ne kadar çok sene önceydi. Bir yandan da dün gibiydi sanki. Gözlerime yaşlar doldu.
Sonra, aklıma gelen şeyle, anılar tuzla buz oluverdi. Öyle ya. NE GİYECEKTİM. Umutsuzca gardırop kapısına atıldım. Sonuç? Hummalı bir alışveriş maratonu. Elbise, uygun ayakkabı, uygun çanta. Geline çeyrek- yoo sıra arkadaşım tabii ki yarım- altın (keşke sınıfta yanında oturmak için o kadar ısrar etmeseydim) bir de çiftin evine ufakbir hediye alındı. Sonra biletler. Tam istediğim gibi gece yolculuğu yapılacaktı. Ver elini Mersin. Sabah on gibi varış.. Mükellef bir kahvaltı. İnci’nin annesinin sıkmaları geldi gözümün önüne. Sac ekmeğinin içinde peynir, yeşil soğan. Dürüm yapılıyor. Yanında dumanı tüten çaylar…Ufff...
Gözüm akıp giden yolda, başımı geriye yaslayıp İnci’yi, lise çağlarımızı, büyük arkadaş gurubumuzu düşündüm. İnci kumral, sakin yaradılışlı, sevecen bir karakterdi. Evlenmek için yaratılmış gibiydi. Okuldan sonra da bir müddet evlerde toplanmış, pikap çalıp, fıkralar anlatıp vakit geçirmiştik. Aysel, Müberra, Sema, Hatice..Diğerleri..Herkes kim bilir nerelerdeydi..İlk evlenen İnci’ydi. Bir akraba evinde tanışmıştı eşiyle. Mersin’e gelin gitmişti. İlk birkaç sene İstanbul’a her gelişinde uğramış, oğlu olunca pek de gelememişti sonraları. Biraz mektuplaştıktan sonra kopmuştu ilişkimiz. Sema ve Hatice, Almanya’ya gitmişti. Hepsi bir yerlere dağılmıştı. Tüm bunları düşünmek rahatlamamı sağladı. “İyi ki gidiyorum” dedim kendi kendime. Benden başka kim giderdi ki. Kim bilir ne çok sevinecekti sevgili arkadaşım. “ İşte bu Asuman” diyecekti ailesine. “En kral, en kadirşinas arkadaşım. Bir tek o geldi.” Kahvaltıdan sonra Nilay'la odamıza çekilip uyurduk belki biraz. Ne de olsa uzaktan geliyorduk.
Kapıyı çaldığımızda sabah saat on civarıydı. Epey bekledikten sonra, saçları bigudili, gergin suratlı sıska bir hanım açtı kapıyı. Bize bakan gözlerde sanki bir an bir dehşet ifadesi yakaladım. Tabii bana öyle gelmişti. O kapının önünden çekilmeyi akıl edemeyince, ben onu hafifçe yana iterek hızlı adımlarla içeri girdim. Şen, biraz da gürültülü bir edayla seslendim. NERDEYMİŞ BENİM ARKADAŞIMM ???... Arkamda unuttuğum Nilay hafifçe kolumu sıktı. Manzara cesaret kırıcıydı.. Hiç tanımadığım bir oda dolusu insan kızgın ve bıkkın bize bakıyordu. Ah benim yengeç önsezilerim. Yine haklı çıkmak zorunda mıydılar... Sesim kesildi, omuzlarım düştü.
Yapacak bir şey yoktu artık. Gelmiştim bir kere…
Arkası yarın…