Kaynaş(ama)ma
Nihayet kahvaltı sofrasındayız.
Ayağı kırık bir taburenin üstünde sürekli sallanıyorum. Sanki hala otobüsteyim ve bu bana fena halde uykusuzluğumu hatırlatıyor. Kendimle ilgili yeni bir şey keşfediyorum bu arada. Gözlerim açık da uyuyabiliyormuşum. Hatta bu arada da karşımdaki yaşlı adamı (İnci’nin kayınpederiymiş) dinler görünüp, zaman zaman kafa sallayarak onaylıyorum. Önümdeki kalın su bardağında soğuk, açık bir çay öylece duruyor. Masada, orada burada duran, birkaç peynir, zeytin tabağının içinde gözleri çapaklı, şirin çocukların, yumuk elleri. Annelerin kimi çaresiz, kimi umursamaz. Açlıkla ilgili sorunum yok. İştahım çoktan kaçmış durumda. Şu sallanma bir dursa… Allahtan, kesinlikle düşme tehlikesi yok. Bir yanımdaki şişman sarışın ile diğer yanımdaki kırmızı saçlı gencin (damadın sağdıcı imiş ) arasında öyle sıkışmış durumdayım ki…
Evet, bize kapıyı açan bigudili hanımın çabalarıyla iliştiğimiz üçlü kanepede şaşkın, kırgın bir vaziyette, hazırlanışını izlediğimiz kahvaltı sofrasındayız şimdi. Beni çaresiz bir yüz ifadesiyle sarılıp öpen zavallı İnci elindeki tabaklarla koşuşturup duruyor. Üç farklı yükseklikte masa birleştirilip üzerine tek, büyük bir örtü serildi. Tabaklar, bardaklar oradan oraya kayıp duruyor. Sürekli açılan kapılardan yeni uyanmış birileri boy gösteriyor. Gözlerime masanın uzak köşesinde oturan Sema’nın kıvırcık saçları ilişiyor. Yanındaki açık kafalı bey kocası olmalı. Bir tarafta beş altı yaşlı erkek, yüksek sesle krizi tartışıyor. Bir ara İnci, elinden tuttuğu şişman bir sarışını bana doğru itip, masanın altına sıkışan çocuğu kurtarmak üzere yanına koşuyor. “Asuuuu… Hiç değişmemişsin canım benim.” “Hatiiicee?.. Buradasııın. Sen de aynısın hayatım.” Aradan geçen uzun yılların üzerimizdeki tüm farklılıklarını, bozulan gözler bertaraf ediyor. Ne kilolar, ne kırışıklar görünüyor. Tabii biraz da öyle isteniyor da ondan olmalı. “Ötekileri gördün mü?” “Ötekiler???... Başka kimler var?” Hatice hınzırca gülümsüyor. ”Nerdeyse bütün sınıf burada. Facebook’uma yazmıştım da:))) ” Elimden tutup sıkıştığım yerden çekip çıkarıyor. Devrilen tabureye aldırmadan, kapalı bir odaya doğru yürüyoruz. Arkamızdan koşarak gelen Sema, “ beni bekleyin” diye bağırıyor. Beni kahvaltı sofrasında bırakıp sıvışan ve şimdi muhtemelen klimalı odasında mışıl mışıl uyuyan Nilay’ı hasetle tahayyül ederek açılan oda kapısından içeri süzülüyorum.
Aman Allahım…Fatih Kız Lisesi’nin neredeyse bütün kızları burada… (Tabii 6 Fen’i kastediyorum.) Bu Mersin sıcağında kapıyı neden dışarıdan sürekli kapadıklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Kız lisesinde okuyanlar beni anlayacaklardır. Desibelin sınırı yoktur. Buna bir de ilerleyen yaşları, menopozu, artan sorunları ve azalan duyma melekelerini de ilave edelim… Yoğun sigara dumanı arasından seçebildiğim tanıdık yüzlerle bağıra çağıra yapılan sohbetler, okul günleri, hocalar, kopyalar yeni durumlar, hastalıklar, çocukların okulları, hastalıklar, torunların şirinlikleri, hastalıklar, eşlerin iş durumları, yazlıklar, kışlıklar, hastalıklar derken ilk andaki sevinç ve coşkum tam da dayanılmaz bir baş ağrısına dönüşmekte iken, sessizce açılan oda kapısından İnci’nin yarıdan fazlası beyazlaşmış yapılı kısa saçının altındaki sarı, yorgun yüzü görünüyor. Neşeli olmasına çalıştığı zayıf bir sesle bize sesleniyor:
“Kızlar, güzel Mersin’ imizi biraz gezip dolaşmak istemez misiniz?”
Mesaj alınıyor. Sakin, serinkanlı tavırlarla el çantalarımızı alarak, birbirimizle göz göze gelmeden, beden eğitimi dersi nizamıyla, ikişer sıra olup, sessizce ama hızla, önce odayı, sonra evi tahliye ediyoruz ve birer ikişer Mersin caddelerine karışıyoruz.
Arkası yarın…