Beş Behzat  

Posted by Asuman Yelen

















Diziyi uzun boylu konuşmak istemiyorum...

Benimle birlikte tüm izleyenleri alıp götüren, savurup dağıtan, biraz da,

buna teşne bir durumdaysanız, içerinizi dağlayan farklı bir şey.

Benimki gibi ağzından duyduğum en kötü söz "eşşek kafalı" olan,

balçık çamurun içinden ayakkabıları pırıl pırıl  çıkmasını becerebilen,

her öğlen yemeğe geldiğinde pantalonu buruşmasın diye iskemleye

dikkatle asan bir babanın evladı ve basket oynayan çocuklara yakınlarından

geçerken sinkaflı küfürleri yasaklayan biri  olarak, Behzat tiplemesinde

beni çeken daha doğrusu bana kendini sevdirenin ne olduğunu da

uzun uzun yazmak istemiyorum. Zaten öyle yapay, öyle plastik bir

dünyada, sahte "canım" lardan, dillerden düşmeyen ama içi boşaltılmış

"sevgi" sözcüğünden bu denli bezmişken, bu doğallığa bu haliyle bile

dört elle sarılmamızdan daha anlaşılır ne olabilir ki. O, algıları açık,

farkında ve tüm bunlardan vena halde muzdarip olanların bayrağını

en önde taşıyor ya. Nasıl taşırsa taşısın...Doğulu bir tanıdığın deyişiyle,

tavrına-tarzına gurban....


Karısının mezarı başında önce yine herkesi şaşırttı Behzat.

Görev sayılabilecek ne varsa, gereken herşeyi usulüne uygun, sükunetle

yerine getirdi. Yasin okunurken, toprak atarken, taziyeleri kabul ederken,

tek bir damla gözyaşı dökmedi.

Herkes gittikten, kendisiyle başbaşa kaldıktan sonra diğer Behzat' lar

çıktılar ortaya. Alt benlikler. Acıdan kıvranan, isyan eden, şaşırmış ve

korkmuş, kabullenmiş ve yıkılmış, kabullenememiş boşlukta...

Bu müthiş güzel anlatım için senaristi, yönetmeni oyunculuk için de

Erdal Beşikçioğlu' nu yürekten kutlamak gerek.


İzlerken, herkes kadar ben de kendi yaşantımdaki kayıpları ve duygularımı

hatırladım.

Babamı kaybettiğimde hissettiklerim sadece büyük bir acıydı. Ağlayarak

uyuduğumu, uyanınca yeniden ağlamaya başladığımı hatırlıyorum. Acısını

katıksız yaşayan ve gösteren bir çocuktum.

Annemde ergenliğin sonundaydım. Acıma eşlik eden onun kadar büyük isyanım

vardı. Diğer taraftan, Rayuş çok küçüktü. Kontrollü olmak, en kısa zamanda

normal yaşama dönmek gerekiyordu.


Çok sevilen biri dönüşü olmayacak bir biçimde kaybedildiğinde gerçek

yaşamın tek gerçeğinin bu olduğu küüt diye çarpıyor insanın yüzüne.

Önce isyan ediliyor. Sonra tövbe ediliyor. İnanmak zorundasınız öte

dünyaya ve vuslata. Kabuğunuza girmek, vuslatı tek başınıza, yalan

dünyanın içine çekilmeden, yeniden yapay kavramların esiri olmadan

sükunetle beklemek istiyorsunuz. Ama olmuyor. Olamıyor. Bırakmıyorlar.

Kaya gibi sert görünmek istiyorsunuz. Ama meşrebiniz buna izin vermiyor.

Anlamaz, aldırmaz görünmek istiyorsunuz olmuyor.

Yancı, yandaş ya da yalaka olmayı beceremiyorsunuz. Geriye tek tercih

kalıyor. Yalnız olmak....Herkese, herşeye boşvermek.

Her ölümde her acıda daha bir sorgular hale geliyorsunuz insanları,

hayatı. Duygular, durumlar, duruşlar çeşitleniyor. Şaşkınlıkla kabulleniş,

isyanla iman arasındaki sessiz çatışma her seferinde biraz daha

şiddet kaybına uğruyor. Duygular köreliyor. Acı biçim değiştiriyor.

Önünüzden geçip giden bir cenaze arabasına boş gözlerle bakabilirken,

açık bir pencereden kulağınıza geliveren bir ezgiyle öyle bir sarsılıyorsunuz ki

oradan kaçarak uzaklaşmazsanız oracıkta ölüverecekmişsiniz gibi

geliyor. Kaçmanız da ölüm korkusundan değil, geride kalan sevdiklerinize

bunu yaşatmama telaşından. Ve daha bir sürü şey...Ve karmakarışık, içiçe.


Yaşam ayrı, ölüm ayrı, insanı parça parça etmek için elinden geleni

ardına komuyor. Her bir parça, alıp bizi bir yana savuruyor.

Kimi yönetmeğe kalkıyor, kimi zayıf düşürüyor, kimi korkutuyor,

kimi şaşırtıyor. Biri çekip gitmek için yanıp tutuşurken, diğeri  "devam,

devam..."  diye yalvarıyor.

Anlatmak istediğim, beş Behzat az...






This entry was posted on 23.09.2012 at Pazar, Eylül 23, 2012 . You can follow any responses to this entry through the comments feed .

0 yorum

Yorum Gönder

Blog Widget by LinkWithin