O kadraja en son girerdi.
Önce bir yer tesbit eder, ışığı arkasına alacak biçimde tripodunu kurar, makineyi üzerine oturtur
sonra da bizi konuşlandırırken o kadife gibi yumuşacık sesiyle talimatlar verirdi.
"Armağan, Asuman alın kızım kardeşinizi ortaya . Doğan, sen de arkaya annenin soluna geç,
hanım ne kadar sence? (Bu soruyu her seferinde nedense anneme sorardı) Annem mesafeye
şöyle bir bakar, tek bir cevap verirdi. "Dört metre." (ya da üç veya beş)
Buna hep şaşardım. Böyle bir şey cetvelsiz nasıl bilinir diye. Babam tripodun üzerindeki
makinede uzun ayarlar yapar, son düzenlemeleri bitirir, "hazıır, basıyooruuum " diye bizi uyarır
koşarak gelir annemin sağındaki yerini alırdı. Hepimizin objektife bakmamızı isterdi. (O konuda
titizdi)
Leylak Dalı dostum, "eşyalar ve onların bize hatırlattıkları ve hissettirdikleri" konulu bir mim
talep edince ilk aklıma gelen babamın kamerası oldu.
Resimdeki fotoğraf makinesinin hangi tarihte alındığını bilmiyorum. Ben doğmadan çok önce
olduğu kesin. Sanıyorum ağabeyimin doğumundan hemen sonra.
O makine babamın olmazsa olmazıydı. Evin içinde her halimizi çekerdi. Özellikle annemi. Kahve
içerken, bizimle oyalanırken, iş yaparken sürekli çekerdi. Ağabeyimi yıkanırken. Kızlarını
oynarken. Evde, sokakta.
Uzun süre ağabeyime istediğimizi yaptırmak için o resmi "birilerine" daha doğrusu kızlara göstermekle tehdit ettik.
Benim lazımlıklı oturakta o kadar çok resmim var ki.
Sonra bir takım şişeleri sıralar, karışımlar
hazırlar, yanyana kaplar koyardı. Sonra
karanlık odada o ilaç ve kapları kullanarak resimleri tabederdi.
Bundan yaklaşık on sene önce karanlık odaya ilk girdiğimde
hissettiğim müthiş heyecan,
maşanın ucundaki beyaz karton üçüncü kabın içinde şekillenmeye
başladığında yerini bambaşka bir
duygusallığa bırakmıştı. Onun duyduğu zevki duymak , o ortak hazzı yaşamak...
Tıpkı, bilmeden, el yordamıyla bulup çok sonraları onun da çok sevdiğini tesadüfen öğrendiğim
Tagore 'ı Baudelaire' i okurken yakaladığım o duygu birliğini yakalamıştım o anda da.
Beni en çok heyecanlandıran da tabettiğim ilk resimlerimin sarı bir banka kolisinin içinde bugüne
taşıyıp getirdiğimiz negatifler olması idi.
Karanlık bir odada, yalnız, bir karton parçasında an be an tüm ailemin yavaş yavaş vücut
bulduğuna şahit olmak. Mucize gibi bir şeydi. Harikulade bir deneyimdi yaşadığım.
Evet. Babam kadraja en son giren adamdı.
Kadrajdan ilk çıkan da o oldu.
Belleğimin kadrajında ise, en hoş haliyle, aile gurubumun en mutena köşesinde gülümsemeye
devam etmekte....
Sevgiyle kalın...
Bu hoş mimi ben de sevgili arkadaşlarım, Nur' a, Yaşamın Kıyısında, ve İlknur' a Balküpüyle Hayat
gönderiyorum.
Dışarda şiddetli bir fırtına var...
Camların uğultusu İçerde Mary Hopkin' in duygulu sesine karışıyor.
"Those were the days, my friend
We thought they'd never end
We'd sing and dance forever and a day
We'd live the life we'd choose
We'd fight and never lose......."
Geyretkeş rüzgar, güzelim sonbaharımın tüm o gösterişli, şaşaalı renklerini önüne katıp
götürüyor. Sanki, benim umutlarımı, tüm yaşanmışlığımı, dolgunluğumu, dinginliğimi de
birlikte...
Her yıl daha da zorlaşıyor can dostum hazanımla vedalaşmak.
Tam da ruhlarımız iyice kaynaşmışken, yaralarımızı renklerimizle gizlemeyi
başarmış, ihtişamımızla, bilgeliğimizle ve capcanlı renklerimizle ilkbahara meydan okuyacak
kadar ileri gitmişken , nerden çıktı bu fırtına diyorum.
Tatlı hüzün yerini farklı bir korkuya bırakıyor.
Yanıbaşımda hafif hafif çalan güzelim şarkıların hatırlattıkları o kadar gerilerde kaldı ki...
Tüm o yaşananları tüm canlılığı ile hatırlıyor, tüm duyguları aynen hissediyor olmak,
yaklaşan ayazın hızını kesemiyor. O, buz gibi bakışları, sırtlan gülüşüyle, kucağında buzları,
eteğinda çamurlarıyla dosdoğru üzerimize geliyor.
Rüzgar camda uğulduyor. Güzelim yapraklarımı ordan oraya savuruyor. Renklerimi götürüyor.
Hazanımı, tatlı hüznümü ve huzurumu da birlikte.
Geride Louis Armstrong yumuşacık sesiyle söylüyor...
I see them bloom for me and you
And I think to myself what a wonderful world..."
Bu şarkı bile işe yaramıyor.
Tonton şarkıcının güleç yüzünü, o geniş tebessümünü düşünüyorum. Olmuyor.
Bu gece mahsun yüzlü, derin bakışlı gencecik bir çocuğun yüzü gitmiyor gözlerimin önünden.
Ve o paramparça motosiklet...
Yarım kalan aşklar, geride bırakılan insanlar, bu vakitsiz gidiş...
Tom Jones' un "Green green grass of home " u geliyor aklıma.
Hani şu rüyasında gençliğini, evini, ilk sevgilisini görüyorken ansızın uyanıveren yalnız adamın
şarkısı...17 yaşımın şarkısı. Bulaşık yıkarken söylediğim...
"Then I awake and look around me,
At the four gray walls that surround me,
And I realize that I was only dreaming.
For there's a guard, and there's a sad old padre,
Arm in arm, we'll walk at daybreak.
Again, I'll touch the green, green grass of home...."
Rüzgar camımda ıslıklar çalıyor.
Bir yerlerde bir anne-baba, muhtemelen bir sevgili ve bir sürü dost ağlıyor...
Fırtına, can dostum Hazan' ımı, tatlı hüznümü ve beraberinde huzurumu çalıp götürüyor.
Gencecik bir delikanlının hayatıyla birlikte...
Balküpü' nün annesi İlknur kardeşim güzel bir mim paslayarak bana, kendimi biraz daha tanıtma
olanağı sunmuş. Soru cevap şeklinde hazırlanmış olan bu mimin de gereğini zevkle yerine
getiriyorum.
En sevdiğiniz kelime: Sevdiklerimin ağzından ismim.
En sevmediğiniz kelime: "Kahretsin" (içinde kahır, bela, lanet geçen dilek ( !) ler.
Ne sizi heyecanlandırır: Yaptığım işin içime sinmesi.
Heyecanınızı ne söndürür: Paylaşılmaması (değer verdiklerim tarafından)
En sevdiğiniz ses: Çıngıraklı çocuk kahkahası.
En sevmediğiniz ses: Çocukların oyun olsun diye yarıştırdıkları çığlıklar.
Hangi mesleği yapmak istersiniz: Bir senfoni orkestrasında her gün ne olursa olsun çalmak.
Hangi doğal yeteneğe sahip olmak istersiniz: Bir enstümanı virtiöz kıvamında çalmak.
Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz: Barbra Streisand ya da Katharine Hepburn
Nerede yaşamak isterdiniz: Hindistan' da Ganj Nehri kıyısında.
En önemli kusurunuz: Savrukluğum, aculluğum, gereksiz telaşım. (İş yaparken üçü bir
arada)
Size en fazla zevk veren kötü huyunuz: Çok sevdiğim çay ve kahvemin eşlikçisi sigara.
Kahramanınız kim: Babam
En çok kullandığınız kötü kelime: Yürü git...(kızınca)
Şu anki ruh haliniz: Sakin ve huzurlu. (Gündüz dostlarımla Kalamış' taydık çünkü)
Hayat felsefenizi hangi slogan özetler: Yaşayarak kendi sloganımı kendim ürettim.
"Haksızlığa uğradığında kendini anlatmak için uğraşma. Zamana bırak. Böylece dostunu
düşmanını da tanımış olursun." (Uzun cevap hakkımı bu soruda kullandm)
Mutluluk rüyanız nedir: Çocukluğumu aynen yeniden yaşamak hatta dondurmak.
Sizce mutsuzluğun tanımı nedir: Sevgide hayal kırıklığı, güven eksikliği, sorgusuz, yargısız
infaza maruz bırakılmak.
Nasıl ölmek isterdiniz: Huzurlu hatta mütebessim bir yüzle. Geride kalanlar için.
Öldüğünüz zaman cennete giderseniz Allah' ın size ne söylemesini isterdiniz:
"Hadi oyalanma sizinkiler seni bekliyor..."
Ben de, sevgili dostlarım
Sünter' in "Kızımı bu blogu açtığı için öldürebilirim" isimli,
Şeniz' in "Mavi Balon" isimli,
Güngör Ekinci' nin "Hayat cesurları ve pozitifleri sever" isimli,
Emine' nin, "denizkabuğu" isimli bloguna ve,
Ebruli Günce' ye yolluyorum.
Can blogger Sishyphos bana çok güzel bir mim yollamış. Tam da bana geleceğinden ümidimi
kesmişken. Niyeyse aklımı takmıştım bu mime. Konu kitap olunca....:)))))
Şu gerekenleri bir kopyalayalım önce.
"Kitaplığınızın karşına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde
gezdirin ve birini seçin. Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın
aldığınız ya da hediye gelmişte olabilir anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler
düşünmüştünüz, hatırlayın. Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza
gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu! 55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir
paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blogunuza yazın. Daha sonra siz de
arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.
Kuralları:
- Mimlenenler mimi cevaplamak zorundadırlar, mim bozulamaz.
- Mimin bozulması teklif dahi edilemez.
- Mim yalnızca 3 kişiye gönderilebilir.
- Karşılıklı mimlemeler yasaktır.
- Mim, her bir blog için sadece bir kez cevaplanabilir.
- Mim kurallarının ilk 6 maddesi değiştirilemez."
Evdeki farklı duvarlara yaslanmış üç kitaplıktan "ya şundadır" yaparak birinin karşısına geçtim.
Çektiğim kitabın adı: Altın Çağ Orijinal adı: Little Children
Yazarı: William Saroyan Çeviri: Tarık Dursun K.
Cem Yayınevi 1967
William Saroyan' ı 1980 yılında bankamın gönderdiği 1 yıllık ileri İngilizce kursunda, "Gaston"
isimli çok meşhur hikayesini çevirdiğimiz günlerde tanımış ve hayran olmuştum. Annesiyle
yaşayan küçük bir kızın Paris' te bohem bir yaşam süren babasıyla geçirdiği birkaç saati anlatan
bu hikayeyi bilmeyen dostların "William Saroyan-Gaston'"u tıklayarak mutlaka okumasını
öneririm (naçizane).
Senesini hatırlamıyorum ama emekli olmamıştım. Cağaloğlu' nda bir sahafta bir öğle tatili
yazarın adını görünce hemen satın almıştım bu kitabı. İlk hayal kırıklığını içinde Gaston' u
göremediğimde yaşamıştım. Baktığımda çocuklardan bahseden bu hikayelerde o naif tadı da
bulamadığımı hatırlıyorum. Bu vesile ile varlığını bile unuttuğum bu kitabı yeniden çevirince
yeniden okumaya karar verdim doğrusu. Sadece çocuklardan bahsediyor olması bile benim için
yeterli bir neden. Geçen senelerin kattıkları da yardımcı olacaktır eminim.
Gelelim 55. sayfaya
"Yolunu kestim Bazan severdim, bazan sevmezdim onu, sevmek zordu ya,
sevmemek kolaydı tabii. Öbür çocukların hiç birine benzemiyordu ki.
Yeryüzünde garip, bir başına kalakalmış biri, üstelik, her zaman herşeye
gülerdi."
.....
Ben de bu mimi
Esti Nesim-i Newbahar
Gökçedeniz ve,
Define Adası
isimli blogger dostlarıma yolluyorum.
Teşekkürler Sis.
ÖZLÜYORUM
Çocukluğumda, Anadolu' da...
Bir Anadolu şehrindeki yazlık sinemanın kuru tahta sandalyesinde, perdedeki yabancı filmin
bitmesini beklerken;
veya, gece dost ziyaretinde annemle babamın mırıltıları arasında elimdeki kitabı okurken
geliveren,
ya da, trenle, otobüsle bir şehirden bir diğerine giderken bastıran o çaresiz, rahatsız
uyku haliyle, başedebilme, evdeki yatağı düşünmeme çabalarını.
Seyahatlerdeki yanık benzin kokusunu, berbat mide bulantılarını, kusmaları.
Hemen her bayram arifesinde nedense gece geç vakitlere kalan yeni elbisemin etek boyunun
alınması esnasında , mide bulantısı ve uykusuzlukla ayakta verdiğim amansız mücadeleyi;
Sık sık değişen ev ve okulları;
Sıcak güney şehirlerinde öğlen 12 güneşinde ablamla buz ya da ekmek almak üzere ya da sırayla
taşıdığımız koca fırın tepsisiyle geçtiğimiz yollarda genzimi yakan hızar kokularını, döktüğüm
terleri;
Bir de babamın gazetelerden yaptığı şapkaların koruyamadığı başlarımıza geçen amansız güneş
altında, sonu gelmiyecekmiş gibi görünen resmi bayram törenlerini, bir stada yerleştirilmiş tahta
iskemlelerde izlemeye çalışırken yaşadığım eziyeti;
Bitmez tükenmez ev ödevlerini yetiştirmeye çalışırken çektiğim karın ağrılarını.
Uzun uzun düşünüp, ayıklayarak çıkardığım çocukluğumun bu en "bahtsız" hallerini,
sahip olduğum, hiç yitirmeyeceğimi sandığım o sınırsız GÜVEN duygusu hatırına deliler gibi
özlüyorum.
Ergenlik yıllarımda, İstanbul' da...
Mutsuz ve umutsuz geldiğim bu şehirde
o güven duygusunu yitirdiğimi düşünmüşken...
Kendimi bir yandan, yüz yaşındaymış gibi yaşlı ve görmüş geçirmiş,
bir yandan da bir bebek kadar korkak ve korunmasız hissederken
yüreğimde ufak ufak yeşeren umutları, kendimle ilgili küçük keşifleri;
Şiir defterimi, şiirlerin üzerimdeki tesirini,
harçlıklarımla aldığım kitaplarımı koklaya koklaya okumayı (artık o yoğunlukla yapamadığım);
Serkeşliğimi, tembelliğimi, okuldaki başarısızlığın dayanılmaz hafifliğini;
Yağmur altında saatlerce beklediğim sinema kuyruklarını,
Annem ve küçük teyzemle yaptığımız İstanbul gezilerini, en çok da Emirgan ve semaverleri.
Şevket Uğurluel ve Not responsible' ı dinlerken duyduğum coşkuyu ve (o yaşlarda sevdiğim ilk
Türk solistten işittiğim şarkı-1964-65 Erol Büyükburç bir nevi Elvisti o zamanlar) ezbere
bildiğimiz, her değişikliğini takip ettiğimiz dünya müzik listelerini.
Tüm bunları da çok özlüyorum.
GÜVEN duygusunun yaşamımdan tamamiyle yok olduğu günler. Yeni korkular. Boşluk duygusu.
Her şey bitti derken...Sorumluluk, ayakta kalma hırsı, yeni çabalar ve,
birlikte ve kendi mücadelemizde bizi ayakta tutan, zorunlulukların yaşamımıza kattığı
bir anlamda kaçınılmaz, yepyeni duygu. ÖZGÜVEN...
İlk iş hayatım. İlk iş arkadaşlarım. Unkapanı Çarşısı. Çok güzel, çok yeni.
Öğlen yemekleri için her gün alternatif arayışlarımız. Unkapanı' nın ara sokaklarında güle
oynaya arayıp bulduğumuz salaş börekçiler, sokak arabalarından tükrük köfteleri, ay başlarında
Fatih'te ya da Eminönü' de yediğimiz tereyağlı, yumurtalı enfes pideler. Ekmek arası balıklar.
Ramazan' da üst katta hazırlayıp birlikte yediğimiz iftar yemekleri. Hafta sonları piknikler...
Cumartesi iş çıkışı gittiğimiz sinemalar...
Yıllık tatil gezileri. Aramıza yeni katılanlarla hafta sonu birliktelikleri, sayıları her yıl artan hiç
aksatmadan kutladığımız doğum günleri.
Tüm bunları da özlüyorum.
Sonrası? Bir sis perdesinin altında. Monoton, birbirinin aynı gün ay ve yıllar yığını.
Keyifli aile komedilerinde figüran, tragedyalarda başrol oyuncusu olduğumuz yıllar.
Kahkahaların yapmacık, acıların gerçek olduğu...
Hevessiz, hırssız, motivasyonsuz, hedefsiz, kayda dağmez, hatırlanması gerekmez sene yığını.
Öylesine tüketilip yitirilen. ..
Çoğunu hiç hatırlamıyorum.
Bazılarını, hatırlamak istemiyorum.
Emin olduğum tek şey,
O yıllardan pek de fazla bir şeyler özlemediğim...
Bugüne gelince....
Bugün, seçici olma zamanı.
Sevdiklerimle birlikte olma, sevdiğim şeyleri yapma, istediğim müziği dinleme, istediğim kitabı
okuma zamanı. Yüreğimi, ruhumu, yormaya, huzurumu kaçırmaya, canımı sıkmaya, tüm
bunlarla uğraşmaya pek fazla vaktim yok.
Yaşadığım tüm anlamlı zamanları hatırlamayı, yazmayı, geri dönüp okumayı çok seviyorum.
Hayatımın son döneminde bunu yapıyor olabilmemin, bana bahşedilen çok önemli bir şans
olduğunu düşünüyorum.
Yaşamı çok fazla önemsemek istemediğim gibi, önemsenmek gibi bir talebim de yok.
Hiç bir şeyin fazlasında gözüm yok.
Gözlerimin ağlamaktan, ya da gülmekten yaşarmasını istemiyorum.
Huzurla parlasınlar sadece.
Ve tebessümüm eksilmesin dudaklarımdan.
Hepsi bu...
Sevgiyle kalın...

Şırnak'ta, bir askeri lojmanda bir akşam yemeği. Asker eşi, hemşire ve doktorları yemeğe davet
eder.
Hamile bir yüzbaşı eşi, sade bir tavırla, kah gülerek, kah gözyaşı dökerek içini dökmektedir. Her
kelimesi insanın içini burkan, yürekten sarsan, rahatını kaçıran cinsten bir serzeniştir bu.
Aynı anda bir başka şehirde başka bir sofrada bir anne ile baba, sıcak çatışma bölgesinde
askerlik yapan oğullarından haber alabilmek için çırpınmaktadır. Gelen bir telefon, kurulamayan
iletişim.
Çaresizce haber kanalından isim öğrenme çabaları. O anne ve babanın korku ve telaşı.
Tam ümidi kesmişken yaşadığını öğrenince duydukları sevinç...
O sofralar gerçek. O analar babalar kardeşler, o eşler gerçek. O duygular gerçek. O beklemeler,
o zehir olan sofralar, o boğazlarda büyüyen lokmalar, korkular, acılar, umutlar, umutsuzluklar,
çaresizlikler, alt katımızda, bir sokak ötedeki evde, yarın ihtimal ki bizim evde.
Bir diziden bahsetmiyorum. Bir dizi hakkında bir şeyler yazmaya çalışmıyorum. Savaş sahneleri,
ameliyat sahneleri, teknik açıdan hatalı olabilir. Bazı olaylar ajitasyon olarak nitelendirilebilir.
Daha bir sürü aksaklık görülebilir.
Ama o iki akşam yemeği...
O asker eşinin ağzından çıkan her sözcük, gözünden damlayan her damla yaş ...
O asker anne ve babasının çaresizliği, korkuları, feryatları, çabaları...
Bu ikinci seyredişim. İlkinde çok gözyaşı dökmüştüm. Tekrarını daha dikkatli izlemeye çalıştım.
Yine çok ağladım. Bir kere, bir kere daha seyretsem gene ağlayacağımdan eminim.
Aslında bu denli üzüleceğimi bile bile seyretmem bir şeyleri. Canımı sokakta bulmadım ben.
Ama, o kadının önce gözleri sonra sözleri tuhaf bir şekilde yakalıyor ve çekiyor. Bakakalıyor
insan, kaçmaya utanıyor.
Kendi rahatlığının, endişesiz, tasasız aldığı her nefesin diyetini ödüyor seyrederek ve kahrolarak.
Ve işin kötüsü seyrederken de utanıyor...Gündelik, dertlerinden, küçük ağrılar nedeniyle
sızlanmalarından, rahatça yutabildiği lokmalardan utanıyor.
Bir mucize olsa da diyor insan, bu anlamsız savaş bitse, gözyaşları dinse, insanlar huzur içinde
yeseler yemeklerini, lokmalar boğazlarda büyümese....
Gözyaşlarım sular seller gibi akıyor.
Kapıdan içeri ok gibi dalıp, çantamı bir yere, kendimi de yüzükoyun karyolanın üzerine atmış, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Peşimden telaşla koşup açıklama bekleyen anneme perişan bir sesle "Rıdvan öğretmen askere gidiyor" diyorum. "Yaa öyle mi, hay allah"gibi bir şeyler mırıldanıp
işinin başına ya da misafirlerinin yanına dönüyor. Bir hayal kırıklığı ve yüzümü yeniden siyah yıpranmış yün battaniyenin beyaz ay yıldızına gömüp ağlamaya devam ediyorum. Babam gelene kadar ağlamayı düşünüyorum. " O beni anlar" diyorum içimden.
Rıdvan Öğretmen askere gidiyor. İlkokul üçüncü sınıftayım. Yaşamımın ilk büyük ayrılık acısını yaşıyorum. Dizimin yaralanması, ödevimi yetiştiremiyeceğim korkusu ve hastalık dışında döktüğüm ilk esaslı gözyaşı. Yaşadığım ilk ayrılık.
Adıyaman. Sene 1960. Tam yarım asır öncesi.
Adana gibi bol ışıklı, sazlı cazlı, bol sinemalı, parklı bir şehirden gelmişiz. O tarihlerde elektrik yok. Otomobil yok. Hatta yol dahi yok. Evler çoğunlukla yerin altında. Adana' daki fiyakalı faytonların yerine burada eşeklerin çektiği arabalar var.
Elektriksizlik ve alışveriş yapacak bir dükkanın olmayışı, Adana' da fırına, kasaba bir el uzatımı masafade oturan ve haftanın belirli günlerinde uğrayan seyyar Migros otobüslerine alışkın olan annemi başta hayli zorluyor. Delikanlılığının başlangıcındaki ağabeyim, ayakkabısının üzerine basmaya zorlanıyor, bıçkın ve vaktinden önce olgunlaşmış Adıyaman' lı delikanlılar arasında kendine yer bulamıyor. Harçlıklarını biriktirip her fırsatta İstanbul' a anneannemlere sığınıyor.
Kızkardeşim çok küçük. Ablamla ben ise, bol ağaçları, pamuk, haşhaş tarlalarıyla, kurbağalı dereleriyle ve hemen el uzatsak tutuverecekmişiz gibi yakın dumanlı dağlarıyla, bu şehrin bize sunduğu özgürlüğü farkediveriyor ve anında vuruluyoruz bu köy-kente.
İki katlı ahşap evimizin nefis kokan güllerle dolu küçük bir bahçesi var. Evimizin dört bir yanı arsa, tarla. Çocukları tehdit eden hiç bir şey yok. Zamanla edindiğimiz arkadaşlarla birlikte hava kararana kadar sokaktayız. Bol bol ağaç ve her türlü meyva var. Saklambaç, çelik- çomak, istop o zamanın revaçta oyunları.
Sonra okul vakti gelip çatıyor.
Babam bizi Bir Aralık İlkokuluna yazdırıyor. İlk gün bahçede toplanıyoruz. Bina okul binası, bahçe okul bahçesi ama öğrenciler gelmeye başlayınca ortam adeta bir düğün meydanı ya da çeşme başına dönüyor. Allı güllü elbiseleri örgülü saçları, renkli lastik pabuçları hatta takunyalarıyla hayli büyük kızlar, çoğunun bıyığı terlemiş şalvarlı oğlanlar iki ayrı grup halinde toplanıyorlar. Çoğunluk bizim (o tarihte) anlamadığımız garip bir lisan konuşuyor. Türkçe konuşanların dediği de zor anlaşılıyor. Bizim gibi memur aileleri ve birkaçı da belki oranın yerlisi bir avuç da siyah önlüklü ve yakalı var.
Birileri bizi alıp bir sınıfa yerleştiriyor. En ön sıralarda biz 6-7 kız oturuyoruz. O sınıfın tek garip kızı (yabancının oradaki adı) benim. Erkek garipler daha çok. Korkudan sararmış suratlarla oturuyorlar. Ben de çok değil ama biraz korkuyorum. (O tarihlerde hep rahat ve güleç bir çocuktum)
Sonra takım elbisesi ve yakışıklı görüntüsü, güler yüzüyle öğretmenimiz giriyor içeri. Tertemiz Türkçesiyle "merhaba çocuklar ben öğretmeninizim, adım Rıdvan Yıldırım" diyor. Gözlerimiz karşılaşıyor, korkularım bitiyor.
Rıdvan Öğretmen ne çok şey biliyor. Babamdan sonra en sevdiğim erkek. Rıdvan Öğretmen piknikler düzenliyor. Rıdvan Öğretmen, yerli ve garipleri nasıl da kaynaştırıveriyor. Beslenme saatlerinde, ev yapımı poğaçalarım, kantinden aldığım bisküvilerim köy ekmekleri ve ketelerle değiş tokuş edilip keyifle yeniliyor, Amerikan mareşal yardımı (biz öyle diyorduk) süt tozundan mamul sütlerin eşliğinde. Okul bahçesinin bitişiğindeki ziyaretin (yatır) yanından geçmeğe korkan bıyıklı delikanlılara kolumu penceresinden içeri sokup türlü şaklabanlıklarla şov yapıyorum. Rıdvan Öğretmen bize kitaplar öneriyor. Kitaplar dağıtıyor. O yıl onun önderliğinde okulumuzda müsamere düzenleniyor. Ben de Antalya' da Adana' da yaptıklarımızı anlatıyorum. Benzerlerini hazırlıyoruz. "Kırmızı vahşiler" rondu için krapon kağıdından, "Kelkitin Yolu" rondu için çizgili basmadan kıyafetler hazırlanıyor. Şarkılar, koro, bir tiyatro oyunu Adıyaman halkına sunuluyor. Vali tebrik ediyor.
Daha iyi bir çocuk oluyorum evde. Sofrayı toplamada bulaşık yıkamada anneme daha çok yardım ediyorum. Herkesi mutlu etmeğe çalışıyorum. Kardeşimle daha çok oynuyorum. Aklımda hep aynı delice istek. Rıdvan öğretmen görünmez olsa (ya da bir sinek) evimize gelse de benim ne iyi bir kız olduğumu görse. Ders çalışırken, kitap okurken hep beni izlese, benim için "ne iyi bir evlat" ya da "ne çalışkan bir çocuk""ne mükemmel bir abla" dese. Rıdvan öğretmen beni hep sevse.
Ama Rıdvan Öğretmen gidiyor işte. Ders yılı bitimi yaklaşırken, dolu gözlerle o sabah açıklıyor seneye bizimle birlikte olamayacağını. Dünya başıma yıkılıyor. Eve kadar tutuyorum gözyaşlarımı. Nedense utanıyorum ağlamaktan.
Akşam başım babamın dizinde şişmiş gözlerle yatarkan anlatıyorum tüm üzüntümü, kızgınlığımı.
Sükunetle dinliyor. Hafif hafif saçımı okşuyor. Esas mesleği öğretmenlik olduğu için belki de beni anladığını hissediyorum. Öğretmenlik yaptığı yıllardan, kendi öğrencilerinden bahsediyor. Yeni öğretmenime de şans vermemi istiyor. Ayrılıkların da yaşamda var olduğunu hep de olabileceğini anlatıyor yumuşacık sesiyle.
Rıdvan Öğretmen' in benim kişiliğime, yaşantıma kattığı artı değerleri çok önemsiyorum elbette.
Ama şimdi anlıyorum ki o dönemde o yörede bizim sınıfımızda bizleri kaynaştırma konusundaki sevgi dolu yaklaşımı, tüm o birleştirici, paylaşımcı, o dönem için epey radikal olan kültürel etkinliklerle, dağıttığı kitaplarla yarattığı sinerji, henüz askerliğini bile yapmamış gencecik bir delikanlı için bu günlere ışık tutacak müthiş bir cesaret örneği imiş.
Yaşıyorsa esenlik, vefat ettiyse Allahtan rahmet diliyorum sevgili öğretmenime...
Kuru fasulyeyi sevmeyen var mıdır ????
Parça etli, pastırmalı, içi çöyle bol yeşil biberli...
Biraz acılı...
Yanında tereyağlı pilav.
Önce ayrı ayrı, sonra bir miktar da pilav üstü ???
Gece yarısı nerden geldiyse aklıma...
Şimdi gidip ıslatayım, yarın pişireyim bari.
Keyifli pazarlar efendim...
Sene 1965-66 civarı...
İki gitarı vardı ağabeyimin. O sıralar The Ventures' in Pipeline' ı sallıyordu dünyayı ve Türkiye' yi. Radyoda sık sık çalıyor, evlerde plakları dönüyordu durmadan.
Sanki o dönemde gitar çalmayan genç yok gibiydi. Genç odalarının bir duvarında asılı bir gitar, odanın mobilyasının bir parçası gibi, olmazsa olmaz eşyalardan biriydi.
Gitar çalıp da o günlerde Pipeline' ı çalmamak... Olacak iş değil. Müthiş havalı bir gitar parçası. Enstrümantal. Benim yaşımda olup da listelerle ilgilenenler ( izlemeyen yoktu sanki o zaman) mutlaka hatırlayacaklardır...
Ağabeyim kimi boş bulursa, ki buna annem de dahil, gitarın birini tutuşturuverir eline karşısına oturttururdu. Önce üç parmağımızı perdelere yerleştirir çok kolay olan ve melodi boyunca hiç değişmeyen iki akora nasıl basacağımızı anlatır sonra kendisi diğer gitarı alırdı.
İlkin biz başlardık akor tutmaya. Tüm dikkat o üç parmağa verilirdi. İşaret, orta ve yüzük parmağı...Pam pa-pampa pampa-pampa pampa- pampa...Sonra tüm ihtişamıyla o girerdi melodiye. Önce parmağını sapın üzerinde havalı bir şekilde kaydırır, sonra son derece coşkulu tremorelerle girerdi melodiye.
Ben kendi adıma müthiş zevk alırdım ona akor tutmaktan. Bozmamak için elimden geleni yapardım. Müthiş güzel olurdu. Nasıl da kaptırır giderdik kendimizi o üç-beş dakikaya. Sanki hiç dert tasa yok gibiydi o geçici büyülü anlarda. Herşeyi unuttururdu müzik.
Son günlerde sıkça çalmaya başladı bir yerlerde yakın versiyonları. Hastalıkta ve nekahatta duygusallaşıyor insan. Ben bu saatler sık sık TV.da 60-70's hits dnliyorum. Birden duyuverdim önce , pampa-pampa pampa-pampa pampa- pampa.... Sonra o coşkulu ezgi....
Bu satırları yazarken buruk bir kaç tesadüf, onun en sevdiği şarkılardan biri, Malagenia, sonra en sevdiği şarkıcılardan biri, Connie Francis adeta eşlik ettiler duygularıma.
10 kasımda 13 sene oluyor kaybedeli.
Bu dünyada pek de bulamadığı huzuru umarım bulmuştur oralarda...
Nurlar içinde yatsın.....
Hafif üşüme titremelerle başladı. Sonra hapşuruklar, öksürükler, sonra göğüs ve sırt ağrıları.
Halsizlik, yorgunluk, eklem ağrıları. Boğazda berbat bir yanma.
Ben ne yaptım? Önce yok saymaya çalıştım. Anlamamış gibi yaptım. Yüz vermezsem gider
dedim ama arsızmış gitmedi. Yattım sonunda.
Sırtıma-göğsüme yün. Buğu septil. Kalsiyum Sandoz. Bir de Bepanthen Pastil.
Sabahları bir kaşık pekmez. Bol portakal ve greypfurt suyu. Ballı süt. Tavuk suyuna şehriye
çorbası. Limonlu.
Doktor? Mecbur kalmadıkça (dayanılmaz ağrılar filan) gitmem.
Tanıyanlar bilir. Bucak bucak kaçarım. Loş muayenehanelerden, kliniklerden, tahlil ve
rontgenlerden, reçetelerden, eczanelerden, ilaçlardan.
Tabii kaçabildiğim kadar.
Neyse şimdi daha iyiyim dostlar. Ağrılarım azaldı. Ha bu arada ateşim hiç çıkmadı allahtan. Biraz
halsiz biraz da yorgunum o kadar.
Sağlıcakla kalın...
Bu Blogda Ara
Contributors
Blog Listem
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Merhaba,6 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum9 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
Merhaba demeye geldim...10 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
TAŞINDIM...13 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
İzleyiciler
Yazı Arşivi
-
►
20
(5)
- ► Eylül 2020 (1)
- ► Ağustos 2020 (3)
- ► Temmuz 2020 (1)
-
►
17
(4)
- ► Nisan 2017 (1)
- ► Şubat 2017 (1)
-
►
16
(1)
- ► Şubat 2016 (1)
-
►
15
(1)
- ► Ağustos 2015 (1)
-
►
14
(16)
- ► Aralık 2014 (1)
- ► Eylül 2014 (2)
- ► Ağustos 2014 (1)
- ► Haziran 2014 (1)
- ► Mayıs 2014 (2)
- ► Nisan 2014 (4)
- ► Şubat 2014 (1)
-
►
13
(44)
- ► Aralık 2013 (3)
- ► Kasım 2013 (3)
- ► Eylül 2013 (6)
- ► Ağustos 2013 (3)
- ► Temmuz 2013 (1)
- ► Haziran 2013 (1)
- ► Mayıs 2013 (3)
- ► Nisan 2013 (7)
- ► Şubat 2013 (3)
-
►
12
(96)
- ► Aralık 2012 (2)
- ► Kasım 2012 (4)
- ► Eylül 2012 (16)
- ► Ağustos 2012 (7)
- ► Temmuz 2012 (5)
- ► Haziran 2012 (8)
- ► Mayıs 2012 (10)
- ► Nisan 2012 (14)
- ► Şubat 2012 (8)
-
►
11
(179)
- ► Aralık 2011 (19)
- ► Kasım 2011 (38)
- ► Eylül 2011 (14)
- ► Ağustos 2011 (17)
- ► Temmuz 2011 (8)
- ► Haziran 2011 (14)
- ► Mayıs 2011 (11)
- ► Nisan 2011 (9)
- ► Şubat 2011 (10)
-
▼
10
(152)
- ► Aralık 2010 (12)
- ▼ Kasım 2010 (12)
- ► Eylül 2010 (9)
- ► Ağustos 2010 (12)
- ► Temmuz 2010 (7)
- ► Haziran 2010 (12)
- ► Mayıs 2010 (11)
- ► Nisan 2010 (17)
- ► Şubat 2010 (11)
-
►
09
(186)
- ► Aralık 2009 (22)
- ► Kasım 2009 (22)
- ► Eylül 2009 (17)
- ► Ağustos 2009 (24)
- ► Temmuz 2009 (19)
- ► Haziran 2009 (20)
- ► Mayıs 2009 (20)
- ► Nisan 2009 (8)
- ► Şubat 2009 (5)
Müzik
Popüler Yazılar
-
KADİM DOSTLAR Önce beni sık sık evinde ağırlayan 35 yıllık dostumla keyifli bir fotoğrafla başlayalım. Blogger dostlarım onu daha önce bahse...
-
bilmem hatırlar mısın bir liseli kız vardı bir liseli esmer kız gözleri yıldız yıldız saçları gece gibi simsiyah dökül...
-
Sayın Haykırış, Yok etmeye çalışmak yerine varlığımızı işaret ettiğiniz, düşmanlık yerine dostluk gösterdiğiniz, kara çalmak yerine üzerimiz...
-
Akşam masamı toparlarken gözüme kutunun içinde birikmiş not kağıtlarım ilişti. Duyduğum, gördüğüm ilginç şeylere dair ipucu cümlecikler. Ç...
-
Yeni yılda Tüm zorlıklar karşısında çetin ceviz olacağıma.... Fındık kabuğunu doldurmayacak sebeplerle kendimi üzmey...
-
Onlar bağırışıyor. Döğüşüyorlar, şüphe ediyor ve yeise düşüyorlar; boğuşma ve çekişmelerinin sonunu bulacağa benzemezler. Senin hayatın, saf...
-
Ey dünya! Ebedi olarak yaşıyorsun Mevsimlerin tepsilerinden Çiçekler ve yapraklar Yolunun üzerine Dökülüyorlar. ...
Etiketler
- 2010
- 2011
- 27 mayıs İhtilali
- 7 numara
- ABD
- abla
- acemilik
- açlik
- Adıyaman
- afet
- ağabey
- ağaç
- Ağustosta Rapsodi
- aile
- akraba
- akrostiş
- akşam
- Albatros
- alış-veriş
- alışkanlık
- alışveriş
- alışveriş tutkusu
- Ali Muhittin Hacı Bekir
- Alphonse de Lamartine
- amatörlük
- anı
- anılar
- anılar...
- anlaşma
- anlayış
- anma
- anne
- anneanne
- anneler günü
- Antalya
- apartman hayatı
- arayış
- arıza
- Arka Pencere
- arkadaş
- armağan
- aşı
- aşk
- aşure
- Atatürk
- ateş böceği
- atom bombası
- Attila İlhan
- ATV
- ATV şarkı
- Avustralya Açık Tenis
- ayaz
- ayrılık
- aziz nesin
- B.Necatigil
- baba
- Babalar Günü
- bahar
- bahçe
- balkon
- banka
- Barbra streısand
- barış
- başarı
- başlangıç
- Baudelaire
- Bauelaire
- Bayrak
- bayram
- Beatles
- bebek
- bekir sıtkı erdoğan
- beklentiler
- BEN
- beste
- beşiktaş
- Betty Smith
- beyaz dizi
- beyaz diziler
- beyaz roman
- Bhagavatgita
- bilgisayar
- Bir genç kız Yetişiyor
- Bir sarkısın sen
- Bir Şarkısın Sen
- birlik ve beraberlik
- birliktelik
- bitki
- biyografi
- blog
- blogger
- börek
- Buddha
- bugün
- bulmaca
- buluşma
- buzdolabı
- Bülent Ecevit
- Cahit Sıtkı Tarancı
- can yücel
- Capra
- cehalet
- centilmen
- cesaret
- cevaplar
- cezerye
- cinayet
- cocuk
- cocuk.
- cocukluk
- Cronin
- Cumhuriyet
- Cüneyt Gökçer
- çalışma hayatı
- çaresizlik
- çay
- Çığlık
- çınar
- çiçek
- çiçekler
- çiğ
- çocuk
- çocuklar
- çocukluk
- çöp
- dalgınlık
- Daltonlar
- damat
- Damdaki Kemancı
- dans
- davetiye
- dayak
- dedikodu
- Defne Joy Foster
- demirhindi
- deneyimler
- deniz
- deprem
- dergi
- destan
- dilek
- dilekler
- dinlenme
- disko kralı
- diyet
- dizi
- doğa
- doğallık
- doğum günü
- dolap
- Doris Day
- dost
- dostluk
- dostluk.
- dostlulk
- duygular
- düğün
- dül dül
- dünya
- dünya kadınlar günü
- Dünya Prematüre Günü
- düşmanlık
- düşünceler
- düşünceler.
- Ecevit
- edebiyat
- Edgar Allan Poe
- Ekim
- Ekrem Bora
- Elazığ depremi
- emek
- emekli
- eminönü
- Emirgân
- Engelliler
- ephraim kishon
- erişkin
- erişlilmezlik
- erkek
- eski yıl
- eşek
- eşyalar
- etiket metiket yok
- Etkinlik
- eve dönüş
- evlat
- Ey Aşk Nerdesin
- eylül
- ezan
- Ezel
- Fakir Baykurt
- fal
- fanatizm
- Farrah Fawcett
- fasulye
- felaket
- felsefe
- fenerbahçe
- fırtına
- Fikret Otyam
- film
- filozof
- final
- Firari
- firuze
- fono
- formüller
- fotoğraf
- Frank Sinatra
- Futbol
- gazanfer özcan
- gece
- geçim
- Geçmiş
- geçmişten şarkılar
- gelecek
- gelin
- genç kız
- gençlik
- gerçek
- geyik
- gezi
- gezinti
- giden sene
- Gitanjali
- giysiler
- Govinda
- gökkuşağı
- göl
- gönülçelen
- gösteri
- göze çarpmayan debdebe
- gözyaşı
- Grace Kelly
- grizu
- gül
- Gülümse
- gün batımı
- güncel
- güneş
- Güneydoğudan öyküler-Önce vatan
- Günlük yaşam
- güven
- güz
- güzellik
- güzellikler
- haber
- haberler
- Hacer Buluş
- Hacivat
- hafta sonu
- hak
- hala
- harika çocuklar
- hasta
- hastalık
- hayal kırıklığı
- Hayali Küçük Ali
- hayaller
- hayat
- hayvan
- hayvanlar
- hayvanlar alemi
- hazan
- hediye
- Herman Hesse
- hiciv
- Hindistan
- Hiroşima
- Hitchcock
- hobby
- Hollywood
- hoptirinam
- hoşgörü
- hoşluklar
- http://www.blogger.com/img/blank.gif
- huzur
- hüsran
- hüzün
- ıhlamur ağacı
- ışık
- ibadet sohbet
- içimizdeki çocuk
- içtenlik
- iftar
- ihmal
- İhsan Varol
- ikiyüzlülük
- ikram
- ilaç
- ilginç şeyler
- ilişki
- ilkbahar
- ilkokul
- İlkokul şiiri
- İnci Ertuğrul
- İngilizce
- insafsızlkık
- insan
- insan halleri
- insan olmak
- insanlık
- intikam
- İslamiyet
- istanbul
- isyan
- İş Bankası
- işçi
- iyilik
- Jacques Brel
- James Stewart
- Japonya
- Jean Moreas
- Jim Reeves
- kabuk
- kadın
- kadınlar
- kahvaltı
- kahve
- kalıplar
- kalite
- Kamer Genç
- kan verme
- Kandil
- kaplumbağa
- kar
- Karagöz
- karanfil
- karanlık
- kardeş
- karışık duygu ve düşünceler
- karmaşa
- katiam
- kavafis
- kayıp
- Kayserispor
- keder
- kedi
- kediler
- Kelime oyunu
- Kemal Burkay
- kerpiç
- keşke
- keyif
- kıskançlık
- kış
- kız kardeş
- kızkardeş
- Kim Novak
- kiracı
- kishon
- kişisel
- kitap
- koka kola
- kolbastı
- komedi
- komik
- komşu
- komşuluk
- konser
- konut
- korku
- Korolar çarpışoyor
- koşullu refleks
- köpek
- kuaför
- kupa
- Kurban Bayramı
- kuyruk-bilim
- kültürel mozaik
- Lale
- latife hanım
- lezzet
- lisan
- lise
- Liz Taylor
- maneviyat
- manzara
- Marsel İlhan
- masal
- masumiyet
- maymun
- mazi
- meclis
- medya
- Mehmet Topuz
- mektup
- merasim
- Mevlana
- mevsimler
- Meyva Zamanı
- Michael Jackson
- mim
- misafir
- misafirlik
- Misak- ı milli
- mizah
- Montaigne deneme
- moral
- Mr. Smith
- muhabbet
- Muhabbet Kralı
- Muhammed
- muhasebe
- Murathan Mungan
- mutfak
- Mutfak şarkıları
- mutluluk
- Müge Anlı
- müzik
- müzik nostalji
- Nagazaki
- Nazım Hikmet
- nefret
- nekahat
- Nirvana
- Nisan
- Nişan töreni
- Noktürn.
- nostalji
- okan bayülgen
- olay
- olgunluk
- on line alışveriş
- ordan burdan
- Orhan Kemal
- Orhan Veli
- orman
- oruç
- otobüs
- otokontrol
- oyun
- ozan
- ödül
- öfke
- öğrenci
- öğretmen
- Öğretmenler günü
- ölüm
- ölüm yıldönümü
- ömür
- öykü
- Öykü Atölyesi
- özgüven
- özlem
- Paçoz
- Paçoz..
- Paris
- pasta
- paylaşım
- paylaşmak
- pazar
- pazar alışverişi
- pazar günü
- Pazar sohbeti
- pembe dizi
- pencere
- Piknik
- pişmanlık
- plan ve programlar
- planlar
- plasebo
- Platters
- polis
- popülizm
- program
- programlar
- radyasyon
- radyo
- Ramazan
- Ramazan davulu
- Red kit
- reklamlar
- resim
- resmi bayramlar
- Reşid Behbudov
- Rilke
- rin tin tin
- Roland Garros
- roman
- romantik
- romantizm
- röportaj
- ruh yorgunluğu
- ruhat mengi
- rüya
- saat
- sabah
- sadakat
- Sadettin Kaynak
- safiyet
- Sağanak
- sağlık
- sahur
- Samana
- samimiyet
- sanal
- sanat
- sanatçı
- sanatkar
- Saroyan
- Satürn
- schumann
- sebze
- seçkin
- seçme saçma sohbetler
- sel
- Selimpaşa
- Selmi Andak
- sergi
- sevdiğim şeyler
- sevgi
- sevgi soysal
- sevgili
- sevgililer günü
- sevinç
- seyahat
- seyirlik
- Seyyare
- Shakespeare
- Show TV
- sıcak
- sıkma
- sıradanlık
- Sidarta
- Sigara
- simit
- sinema
- sipariş
- sis
- soğuk
- sohbet
- sonbahar
- soru
- sorular
- spiker
- star
- still life
- su yücel
- suikast
- şablonlar
- şafak
- şans
- şarap
- şarkı
- şaşkınlık
- şeker
- Şeker Bayramı
- şerbet
- şermin
- şiddet
- şiir
- şikayet
- tabak
- tabletler
- tagore
- tanışma
- tansiyon
- tantuni
- tarif
- tartışma
- taşınma
- tatil
- tedavi
- teknoloji
- telaş
- telefon
- televizyon
- temizlik
- tenis
- tenis turnuvası
- terlik
- tevfik fikret
- Tırpan
- tiyatro sahne
- tokat
- toplantı
- Tövbeler Tövbesi.
- Transfer
- tren
- TRT
- TSM
- Ttv
- Tuna Huş
- tutsak
- tuvalet
- tüketim
- Tülin Oral
- Türkan Saylan
- türkü
- TV
- Uğur Mumcu
- umut
- unutma
- uyku
- Üç Hür El
- ülke meseleleri
- ümit
- üretmek
- ütü
- vahşet
- vakit
- Vasuveda
- vatan
- William Holden
- William Wordsworth
- Wimbledon
- yağlıboya resim
- yağmur
- yalnızlık
- yaprak
- yarışma
- yaşam
- yaşlılık
- yatak
- yaz
- yeğen
- yeğenlerim
- yeme-içme
- yemek
- yemekteyiz
- yeni yıl
- yeni yıl kartları
- yesterday
- yıl dönümü
- yılbaşı
- yıldız
- yıldönümü
- yoksulluk
- yol
- yolculuk
- yolculuk.
- yorgünluk
- Young at Heart
- yönetici
- yün
- yürüyüş
- zaman
- Zeki Müren