Paadişaanın üç kızı varmış. Bir gün onları yanına çağırmış. "Hadi
bakiim cevap
verin" demiş. "Hanginiz beni ne kadar seviyor." Büyük
kız kollarını iki yana açarak
"dünyalaar kadaaar" diye bağırmış. Ortanca atılmış,
heyecanla haykırmış. "Kaaainat kadaar." Paadişaa küçük kıza dönmüş. Kız
düşünmüüş, taşınmıış. Sakin bir sesle "Paadşaaım ben de sizi tuz kadar seviyorum" demiş. Paadşaanın gözleri öfkeden
yuvalarından fırlamış.
Adamlarını çağırıp "tiz bu hayırsızı ormana götürün, kesin, kanını da gömleğine
sürüp bana getirin.." diye gürlemiş.
Bu masalı biz ilk
defa ondan dinlemiştik. Ve daha pek çok başkalarını.
1958 yılında Adana' da. Ben yedi ablam dokuz yaşlarımızdaydık.
Tiz sesiyle,
kendine has kelimeleriyle, hoş mimikleriyle öyle güzel anlatırdı ki,
gözlerimizi gözlerinden
ayırmadan dinlerdik.
Dünyalar tatlısı babaannemden bahsediyorum. Hayatımdan geçen
insanlar içinde,
(ailem dışında) en çok sevdiğimden…
Biz o şehirden
öbür şehre dolaşırken o İstanbul, Kuzguncuk' ta amcamlarla yaşıyordu.
Her gittiğimiz yere (Adıyaman hariç) bizleri görmeye gelir, bir
miktar kalırdı. Bizim
Için öyle büyük bir heyecan ve mutluluk doluydu ki o gelişler.. Hep kalsın isterdik ama
hep dönerdi tadını damaklarımızda bırakarak.
En son Mersin' e
gelmişti. Gündüz okula gidiyor gece de derslerimizle ilgileniyorduk.
Gündüz annemin eşi-dostu, bazı akşamlar- ki bu çok sık
olurdu-karı-koca çoluk çocuk
bir araya gelinir, uzun sohbetler edilirdi.
Babaannem eğer
yürekten dinleyen birisi olmazsa laf olsun diye konuşmayı
pek sevmezdi. Öyle özel bir hayatı, anlatacak öyle ilginç hikayeleri
vardı ki oysa…
Ağır ağır, sindire sindire her anlattığının hakkını vererek
sıralardı sözcüklerini.
Gündüz "hoşgeldin teyze" ye gelen, ocağında yemeği, okulda
çocuğu olan komşuların
ne sabrı ne de vakti vardı doğrusu. Kibarca başlarını sallayarak
söylediklerini dinler
görünür, "bize müsaade" "bize de buyrun" diyerek
çekip giderlerdi. O da sıkılıp
köşesine çekilir, kitabını ya da kuranını okumaya koyulurdu.
O günlerden
birinde Muhteşem Hanım Teyze bizi ziyarete geldi.
Annemin
"paşanın hanımı" diye bahsettiği, çok saygı gösterdiği, babamın da
çok değer verdiği çok kibar bir hanımefendi idi. Önce at kuyruğu yapıp sonra
kıvırarak tokayla ensesine tutturduğu bembeyaz ipek gibi saçları, masmavi
gözleri vardı. Teni duru beyazdı. Pembe ruj sürerdi.
İlk
karşılaşmalarıydı. Saygıyla babaannemin elini öptü. Karşılıklı oturdular.
Babaannem koyu esmer teniyle, diğeri duru beyaz teniyle hoş bir tezat
oluşturmuşlardı. Bildik birkaç nezaket cümlesinden sonra Muhteşem Hanım Teyze
babaannemdeki cevheri keşfediverdi. Annem kahve tepsisiyle yanlarına
geldiğinde babaannem
İngiliz subaylarına elleriyle kollarıyla işaret ederek ve
ağlayarak, önce çocuklarını en son kendisini öldürmelerini
nasıl istediğini anlatıyordu.
(İngiliz-Yemen harbi esnasında esir düştükleri
dönemde.)
Muhteşem Hanım Teyze ise kâh hafif çığlıklar atarak kâh mendiliyle maviş
gözlerindeki yaşları silerek bırakın dinlemeyi adeta yaşıyordu anlatılanları.
O
günden sonra çok değerli "Möhteşem Hanım" (o öyle söyleyebiliyordu)
babaannemin gözdesi olmuştu.
Saygısıyla, güzelliğiyle ve asaletiyle…
Ve babaannem de, eskisinden daha sık bizi ziyaret etmeye başlayan
ve gelir gelmez uslu bir öğrenci gibi geçip karşısına oturarak saygıyla
dinlemeğe hazırlanan teyzemizin kahramanı oluvermişti.
Yaşamışlığıyla, görmüş geçirmişliği ve tatlı
diliyle…