Kar- 27 Ocak 2012  

Posted by Asuman Yelen in ,

Sürekli havlayan bir köpek eşliğinde... Bulunsun kardır. Olmazsa olmaz....





Orman

(Hayli puslu)

Mutfak balkonundan.



















Ön balkondan















Yan cadde

















Balkondan bahçe














Balkondan


















Balkondan















İsyanlarda Paçoz.

Sabah çıkarmadım. Şimdi cesaretimi

toplayabilirsem belki çıkarırım...





Günaydın Türkiye  

Posted by Asuman Yelen in , ,

















Reklam, dünya ve ülke ekonomisinin olmazsa olmazıdır.

Ürünleri ya da hizmetleri tanıtarak satışını sağlamaya, kitleleri etkilemeye

çalışmak adına ufak çapta ya da büyük masraflarla hazırlanan tanıtımlar

medyada sergilenir. İnsanlar etkilenir, ürün- hizmet satılır, piyasa canlanır.

Bu konuda olumlu ya da olumsuz çok şey söylenebilir.

Ama ben bu sabah olumsuz şeylerden bahsetmek istemiyorum.



Benim bankam, doğduğumdan beri ailemin ve benim geçimimizi sağlıyor.

Yurt ekonomisindeki yeri, onu kuran Atatürk' ün tam da öngördüğü gibi kaya gibi

sapasağlam ve güvenilir aynen devam ediyor.

Amacım burada bankamın reklamını yapmak değil. O görüldüğü gibi kendi reklamını

fevkalade güzel yapıyor.

O kadar güzel yapıyor ki, izleyene mutluluk ve yaşama sevinci veriyor.


Bu hafta, bu bankada çalışmaya başladığım 1975 yılında birlikte olduğum

arkadaşlarımla vakit geçirdim. Çok ama gerçekten çok güzeldi. Ayrılmak istemedik

birbirimizden. Pasylaştığımız o kadar çok şey vardı ki, acısıyla tatlısıyla...

Sevgi ve dostluğun yumuşak elleri kaskatı ruhumu gevşetti, yumuşattı.

Tüm bunları organize eden can dostum Nural' a geceler boyu sabahlara kadar

yaptığımız dantel muhabbetler için, her zor zamanımda yanımda olduğu için

ve tabii hazırladığı enfes yemekler için sonsuz teşekkürler.


Hiçbir zaman "kara bahtım kem talihim" demedim. Öyle bir kişiliğe sahip değilim.

Ama yaşamımda herşeyin pek yolunda gittiğini söylemek de fazlaca iyimserlik

olurdu. Emin olduğum tek şey var. Yaşamımdaki sağlam, uzun soluklu, güvene ve

sevgiye dayalı dostluklar.

Dostlarım hep olsun yaşamımda, ben herşeyin üstesinden gelirim...

Gelişine Pazar Sohbeti  

Posted by Asuman Yelen in


Ohh bee...Canım börek istiyormuş meğer...

Kendime bir tava böreği yaptım. Büyükçe bir tavaya yufkaları yağsız harçla (yoğurt, yumurta

ve su) ıslatarak arasına da çiğden ıspanak ve bolca peynir döşeyerek ocağın en harlı gözüne

koyup, gözümü üzerinden ayırmadan sabırsızlıkla pişmesini bekledim. Elim kolum

yanarak servis tabağına aldım, ağzım dilim yana yana tamamına yakınını bitirmem

beş dakika bile sürmedi.

Bir kısmını karşımda yalanıp duran paçoza verdim.

Beynimde salgılanan endorfinin müzikal şırıltısını adeta kulaklarımda hissettim.


Biliyorum zamanlamam yanlıştı. Çok keyifsiz bir dönemimde çok da fazla düşünmeden

apar topar giriştim bu işe. Ben sıkıntılı dönemlerinde yiyenlerdenim. Yiyince de kilo alıyor,

korkuyla hemen diyete başlıyorum ama bu da daha fazla strese sokuyor.

Metabolizmamdaki aksaklığın temelinde de (şiddetli spazmlar şeklinde geliştiği için)

bu yatıyor sanırım.

Benim rejime motive olabilmem için şöyle adamakıllı huzurlu, keyifli bir sürece girmem

gerekiyor ki, sanırım bu da bu gidişle hiç rejim yapamıyacağım anlamına geliyor :)


Bu günlerde yaşam beni kandıramıyor, ben kendimi yatıştıramıyorum.

Algılarım çok açık. Ayaklarım yerden kesilemiyor.

Kimbilir belki de şuuraltımda, fazla kilolarımı atarsam hafiflerim, böylece ayaklarım yerden

kesilir, yeniden uçmaya başlayabilirim hayal alemine doğru diye düşünüyorum.

Tıpkı sevgi kelebekleri gibi. Hani şu kısacık ömürleri olan hoş yaratıklar.

Kabullenme yeteneğimi kaybettim. "Sahip olduklarımla yetinme " hünerimi de.

Etrafımdaki tüm olumsuzlukları ayıklayıp sadaca güzelliklere (!) odaklanarak

yaşamımı sürdürebilme melekelerimi de.

Ve hepsine yeniden sahip olabilmeyi diliyorum bu kör döğüşünü sürdürebilmek için...

Hoşafın Yağı  

Posted by Asuman Yelen in ,



Çok iyi hatırlıyorum. Babam bir sahur sofrasında anlatmıştı.

Yeniçeri ocağının mutfağına bir görevli teftişe gitmiş. Akşam özenle pişirilen yemekler

gıcır gıcır yıkanıp temizlenmiş kap kacaklarla askerlere sunulmuş. Sıra hoşafa gelince

masalarda bir hareketlenme başlamış. Kâsesinden bir kaşık alan kaşığı fırlatmış. Öfke

dalga dalga yayılmış. Hepsi kaşıklarını masaya vurmaya başlamış. Bir yandan da

bağırıyorlarmış. "HOŞAFIN YAAĞI KESİLDÜÜ...HOŞAFIN YAAĞI KEESİLDÜÜÜ..."

Daha önce çorba içtikleri belki yahni yedikleri taslar yıkanmadan hoşaf konulup

getirildiği için hoşafın yüzeyinde biriken artık yağlara alışan civanlar temiz

taslardaki duru hoşafları yavan bulmuşlar. Yağın hoşaflarından esirgendiğini düşünüp

kazan kaldırmışlar.


Benim bünye de her diyet girişimimde olduğu gibi yine isyanlarda.

Gastrointestinal sistemim ayaklanmış vaziyette. Bazan "yağsız yemek istemezüük" diye

bağırıyorlar. Bazan "piilav böörek isterüük" şeklinde slogan atıyorlar. En yaygın olanı da

"elma ayva sizin olsun-helva baklava beru gelsuun" şeklinde.


İşin aslı, benim bünyeye diyet yaramıyor. Doktora gitmediğimden olacak, hassasiyetlerimin

farkında olmadığından, her diyet yapışımda aynı büyük sıkıntıları, ağrıları sancıları

çekiyorum. Ayrıntılara girmek istemiyorum ama metabolizmam allak bullak oluyor.

Beraberinde de sinirlerim altüst vaziyette tabii. Asabiyet, sürekli ağlama isteği,

motivasyon eksikliği. Ben bu durımu blogumda da birkaç kere anlatmışım. Dönüp

bakınca hep altından bir diyet çıkıyor.

Zor günler geçirmekteyim vesselâm...
.

Ruhumun gıdası  

Posted by Asuman Yelen in

Sadece Bir Şiir  

Posted by Asuman Yelen in , ,



KENT


Başka diyarlara, başka denizlere giderim dedin.

Bundan daha iyi bir kent vardır nasıl olsa.

Sanki bir hükümle yazgılanmış gibi bir çabam;

ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.

Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?

Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada

gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca

yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın.




Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.

Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın

aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın

ve burada, bu aynı evde ağaracak, aklaşacak saçların.

Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,

ne bir gemi var, ne de bir yol sana.

Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,

yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde


Constantino KAVAFİS




Dün ve Bugün Balkonumdan  

Posted by Asuman Yelen

Dün şahane bir gün batımı vakti çiçekleri sularken yansıyan ışığa bayılmıştım.


Bu gün kar ve pus var. Yine güzeller...

























































































































































Küçük Aksilikler  

Posted by Asuman Yelen


Ne gündü...

Sabah kapının önündeki paspasın kıvrılan kısmına basınca ayağım burkuldu.

Paçoz u gezdirirken epey canım yandı doğrusu. Kısa kestik yürüyüşü o yüzden.

Öyle böyle değil. Eni konu döndü. Aynı ayak, aynı bilek. Umarım sonradan acısı çıkmaz yine.

Sabah beklediğim gıda kargosu ikindin dörtte hala gelmeyince telefona sarıldım.

Kargo şirketi görevlisi ukala ve bıkkın bir tavırla sabırla beklememi önerdi.

Tüm işlerim, biraz süpürme, biraz toz alma, bulaşık makinesini boşaltıp yerleştirme

filan bitince, bilgisayarın başına oturdum bi de ne göriym. Bloguma bi haller

olmuş!!! Ne olmuş deseniz anlatamam. Ancak girenlerin şahit olduğu olabileceği

bi abukluk. Hadeee. Okuduğum kadarıyla temamla ilgili bi sorun deyip aynı temayı

kullanan izlediğim bloglardan birine girmeyi denedim. Ewweeet... O da aynı abuk

vaziyette. O sırada herkes işinde gücünde n'apsam derken aklıma Sis geldi.

Sağolsun gönüllü bir yeşil ışık yakmıştı teknik konularda tüm blogger dostlarına.

Hemen bir imdat mesajı. O gerekli incelemeyi yaparken Yeğenim Erdem' e de ulaştım.

Onlar düşüne dursunlar televizyonda haberler ilişti gözüme.

Benim Kargoom???

Hemen yeni bir telefon şirkete. Kargo dağıtımı bitti demezler mi...Zaten sinirim

tepemde, nasıl bir tonda konuşmuşsam koşarak odaya dalan Paçoz un kulakları

geriye yapıştı. Telefonu alan müdür öfkemin yatışmasını bekledikten sonra durumu

anlattı. Sabah benim koli yanlışlıkla başka bir dağıtım merkesine gönderilmiş.

İçindekilerin gıda olduğunu, bozulabileceğini bir daha hatırlatıp halletmesini istedim.

Beni telefonda özellikle bekleterek diğer telefondaki canhıraş uğraşmalarını ve

yalvarmalarını dinlememi sağladı. Zavallım Pazartesi günü atanmış. Hafta olmadan

böyle bir aksilik...

Sonuç, yarın sabah 7.30 da en geç. Bozulan yiyecekler telafi edilecek.

Yapacak bir şey olmayınca karşılıklı özür teatileri... Öfkemden utandım doğrusu.

Neyse bilgisayarıma döndüm ve Sis' in açıklayıcı yorumunu gördüm. Tabii sadece

okumakla yetinebildim. İş anlamaya gelince umutsuz vaka. Erdem' e okutayım bakalım

ne diyecek diye bi telaş aşağıya inip hışımla odasına dalmamla karyolanın ucundaki

çıkıntıya takılıp boylu boyunca yere yapışmam bir oldu. Allahtan yumuşak halının üzerine

yüzükoyun kapaklandım ve başımı hemen burnumun ucundaki sivri köşelerden birine

çarpmadım. Onun telefonda bana anlattığı ile Sis' in yazdıkları çözüm önerileri ile birlikte

örtüşmüş. Erdem yarına kadar kendiliğinden düzelmesini beklemeyi akşam gerekeni

yapmayı önerdi. Bir miktar Rayuş' la sohbet edip (bugün koro günüydü) olanı biteni

anlattım. Kapıyı arkamdan kapatırken ağzı hâlâ bir karış açıktı. Ben gittiğimde

mutfaktaydı, düştüğümü duymamış.

Neyse eve gelince yüzüm güldü. Bilgisayarım düzelmişti.

Can Sis' e teşekkürler. Anında el koydu duruma. Uzun uzun açklamalar yaptı. Hem Mail

yolladı hem bloga anlattı durumu her kes yararlanabilsin diye.

Blogumu en çok da bu yüzden kaybetmek istemiyorum. Böyle can dostları kaybetmemek

için.

Hayvan Muhabbeti  

Posted by Asuman Yelen in






Sabah, Paçoz la her zamanki gibi gezintideydik. Çocukların okula gitme saatini geçirdiğimizden

park neredeyse bomboştu. Hava biraz puslu hayli soğuktu. Ben ağrılarım hafiflediği için, Paçoz

da yeniden yol arkadaşına kavuştuğu için, ikimiz de pek keyifliydik. Her zamanki gibi, plansız,

rotasız, onun keyfine ve ihtiyaçlarına tabi yerdeki kokuları takip ederek yürüyorduk.


Bundan on-on bir sene önce parktaki ilk gezmelerimizden birinde, ben daha köpekler hakkında

pek birşey bilmezken, sevdiğim herkes, her şey gibi ona anlamlar yüklemeye çalışıyorken,

bir duvar kenarına oturmuş, yavrular için olan, boyuna geçirilip uzayıp kısalabilen sevk ipinin

bir ucu elimde, minicik yavrumun oradan oraya koşuşturmasını sürekli yerleri koklamasını

izliyordum. Yanımda oturan genç bir adamla sohbete başladık. Onun da bir köpeği varmış. Yeni

kaybetmiş. Ben deneyimli birini bulduğum için sevinmiş sürekli sorular soruyordum. Ne

yapmam, ne yapmamam gerektiği konusunda yığınla pratik tüyolar alıyordum. Bir ara

gururla, " benim kızım da benim gibi doğayı çok seviyor. Sürekli çimenleri kokluyor, bundan

keyif alıyor. Bakın nasil da sevinçle kuyruğunu sallıyor" deyince, delikanlı sırıtmış, "bütün

köpekler yerleri koklar, diğer köpeklerin izlerini sürmek için bunun doğa sevgisiyle alakası

yok " demişti. Hem hayal kırıklığına uğramış, hem de mahçup olmuştum.

Ben bir yandan bunları hatırlayıp için için güler, bir yandan da Paçoz un yanında yürürken

bir ağacın altında duran bir kedi dikkatimi çekti. Gözü dallardaydı ve atlamaya hazır gibiydi.

Hemen yakınındaydık. Paçozdan ürktüğünü düşündüğümden "korkacak bir şey yok kedicik,

benim yavrum kedilere zarar vermez" dedim. Sürekli Paçoz la da konuştuğum için doğal

bir şeydi bir kaç kelime de kediciğe sarfetmem. Ben lafımı bitirmeden hoop diye atladı ağaca.

Keyfin bilir diyerek uzaklaşırken büyük bir patırtıyla onlarca kuş havalanıverdi. Hemen başımı

kaldırıp baktığımda dallardan birindeki kedinin ağzında bir an gördüğüm kuş aniden yokoldu.

Kedicik gözümde canavara dönüştü.

Sonra, yine Paçoz un altı aylık bile değilken yerdeki küçük siyah bir kuşu bir anda

gözümün önünde yutuverdiğini hatırladım. İtiraf edeyim ki, kuş için bir an bile üzülmek

aklımdan bile geçmemişti. Paçozu ben o aralar öyle özenerek besliyordum ki, zarar göreceğini

düşünüp panikle veteriner Orhan beyi aradım. Her zamanki umursamaz tavrıyla " bir şeycik

olmaz" deyip kapattı. Adamcağız bıkmıştı o günlerde benden. Görmemişin bir köpeği olmuş

hesabı her gün arıyordum. Gece gündüz. Evden, cepten, klinikten. "Orhan bey bu hayvan ağzı

açık dili dışarda çok hızlı soluyor normal mi?" "Butün köpekler öyle nefes alır" "Orhan bey bu

gece rahatsız uyuyor. Kalbi de çok hızlı atıyor gözümle takip edebiliyorum göğsünden.

Köpeklerin nabzı da insanlar gibi midir?" "Bir şey olmaz. Normaldir." Bir gün ortalıkta

bıraktığım bir plaka aspirini yutmuştu. Panikle aradığımda resman gırgırını geçti. "Ne güzel, bir

hafta hiç başı ağrımayacak."


Harkes gibi televizyonda hayvanlarla ilgili belgeselleri ben de çok seviyorum. Ama bir yerden

sonra işin tadı kaçıyor. Tam bir aslan ailesini izlemeye başlıyorum. Anne, baba, yavru aslan

doğayla içiçe keyifle koşuşturuyorlar (hele bir de yeni televizyonumda bedava HD yayınla)

zevkle izlerken bir sırtlan geliyor geçiriveriyor dişini yavru arslana. Kan revan. Ya da sevip

benimsediğim aslan yavrusu büyüyor gidip bir güzelim ceylanın üzerine atlıyıveriyor. Kan revan.

Ben bilgisayar oyunundakki sanal hayvanları bile doğar doğmaz analarından ayıramadığım için

zamanında satamıyor bu yüzden game over oluyorken gözümün önünde canlı canlı doğup

büyüdüğünü takip edip sevdiğim canım hayvanların kurban ya da canavara dönüşmesini

izlemeye gönlüm el vermiyor.


Tabii ki doğanın kuralı böyle. Denge böyle sağlanıyor. Güçlü zayıfı yokediyor. Ormanda da böyle,

bizim minik parkımızda da. Kediler kuşları, köpekler kedileri telef ediyor.

Biz insanlar da hepsini birden yok etmek için elimizden geleni yapıyoruz.

Bizim Eller Ne Güzel Eller  

Posted by Asuman Yelen in


Hafif bir baş, orta şiddette boğaz ve çok şiddetli sırt ağrıları içinde kanepede uzandığım

yerden arada uyukluyarak TV izliyorum. Üçüncü filmden sonra baş ağrımın artmasından

korktuğum için Hollywood a istemeyerek veda ettim. Sese gürültüye pek tahammülüm yok,

şöyle kulağa hoş gelen, yormayan bir müzik olsun diye oradan oraya atlarken temiz beyaz

yüzlü efendiden bildik bir yüz çıkıyor karşıma. Ses de yumuşacık. Acılı bir tebessümle giden

sevgiliyi geri çağırıyor.

Omzumda başın eksik, yatağımda kokun

Tenimde tenin eksik, gel de bir dokun

Gecelerden uykum eksik, yüzde tebessüm

Elimde elin eksik, yaşlı hep gözüm


Çok hüzünlü geliyor. Ne yaşıma başıma ne de şu anki ruhiyatıma uyan bir yanı yok.

Tam kumandayı elime almışken devamı geliyor kulağıma


Ne oluuuur dön geriiii sevindirmeee elleriiii ...


Hoppalaaa diyesi geliyor insanın. Kuuzum, evlaadım. Biricik sevdiğini kaybetmişsin. Zaten

derdin boyunu aşmış. Gözyaşların sel olup taşmış. Uykuların kaçmış. Hasretinden yanıp

tutuşurken eller nereden düşer ki aklına. Aşkınızı nasıl yaşadınız ki ayrılıkta elleri düşünürsün.

Sevda dediğin iki kişiyle yaşanmaz mı. Başkaları birden yok olmaz mı. Ben öyle bilirim.

Böyle bir sevgi yaşanırken öyle mutludur ki insan, kimseleri gözü görmez. Herkesi

herşeyi sever. Etrafında düşman kalmaz. Belki daha çok artar ama sen görmezsin.

Sevgiye yoğunlaşmışsındır . Tüm kötülükleri, kıskançlıkları yok sayarsın.

Böyle bir sevginin ayrılığı da iki kişiliktir. Tüm acı, tüm hasret o yeri doldurulamıyacakmış

gibi görünen kapkara yokluğa yoğunlaşır. Aranan, özlenen sadece gidendir.

Tabii ki yaşanan arı-duru gerçek bir sevgiyse.

Sevindirme elleriiii.... derkeen?

"Ah Ayşe, nasıl da bırakıp gidersin beni. Hani o taç yaptığımız çiçekler. Hani kuşlar ağaçlar.

Hande şimdi uçuyodur sevincinden. 'Beni almaz mı, oh oldu Ayşe de terketti gitti, kaldı

bi başına' diyodur eminim. Ya annen, bir türlü içine sindirememişti beni. Ne olur dön

geri, omuzumda başın eksik. Gözlerim hep yaşlı. Sensiz uykularım yok. Bir de o sinsi

ablanın pis pis sırıtması geliyo gözümün önüne, hepten uykularım kaçıyo."


Biraz abarttım galiba. Ama düşünmeden edemiyorum. İnsanın aşkını, acısını adam

gibi yaşamasına engel olan bu "eller" nasıl bir güç böyle.

Çok ama çok büyük bir güç olduğu kesin. Özellikle bizim gibi gelişmekte olan, içe dönük,

gelenekçi ve okumamış oranı yüksek ülkelerde.

Dünyanın hiç bir ülkesinde, bu kadar geniş kapsamlı, her konuya el atan, kitleleri

ve doğrudan bireyleri (olumlu ya da olumsuz) etkileyen, görünür ve görünmez bir sivil

toplum örgütü bulunduğunu sanmıyorum. Belli bir merkezden yönetilmezler. Her bir

bireyi kendi başına buyruk çalışır. Okul dönüşü gözü saatinde, 'onbeş dakika geciktin',

market dönüşü gözü poşette, ' yine tükkanı yüklenmişsin ' diyen camdaki komşu teyze

benim örneklerimden biri olabilir. Bazan da gruplar halinde çalışırlar. Bazan bir kahveyi

kullanırlar, bazan da nöbetleşe takiptedirler. Tıpkı askerden döndüğünde ağabeyimi

yakalayıp, ' kızkardeşlerin temiz, tebrikler, görevimiz sona erdi ' babında bir rapor vererek

zavallıyı afallatan bıçkın Fatih delikanlıları gibi.

İlerleyen yıllarda "başta bi büyük yok ne giren belli ne çıkan, hadi hafta içi gündüz

çalışıyolar hafta sonu nerdeler" diyen apartman sakinleri, "bekâra ev mev vermeyiz"

diyen ev sahipleri.

"Şu ikisini bi karşılaştıralım" diyen işgüzar tanımadığımız çöpçatan tipler. (Dostlarım böyle bir

şeyi denemeye bile kalkışmazlar hışmımdan korkarlar.)

Ve daha kimler, neler...


Bu örgütten ne ölçüde korunabileceğiniz, sizin yetiştirilişiniz, karakteriniz, görgünüz,

tahsiliniz, yaşam biçiminizle bağlantılı olarak değişebilir. Hiç zarar görmemek, en azından

rahatsız olmamak mümkün değildir.

Çok uzun zamanlardan beri bu örgütün işgüzar kişilerinin ataklarından bol bol nasibini almış biri

olarak, aynı oranda büyük dersler aldığımı da söylemeliyim.


Bu güne gelecek olursak, tonton emekli teyze tadında yaşamımı sürdürürken ve herkes

gibi görünür görünmez dost ve düşmanlara sahip olduğumun bilincinde, bir de ek bir

karanlık örgütü, muhayyel düşmanı da düşünerek yaşamımı düzenlemeye asla niyetim yok.

Yaşadığım güzel bir şeyi "düşmanlar çatlasın" düşüncesiyle abartmadan "dostlar sevinsin"

diyerek anlatırım. Üzüntümü sıkıntımı da asla "düşmanlarım sevinecek" korkusuyla

dostlarımla paylaşmaktan kaçınamam. Ya da başka bir nedenle.

Tabii ki "yen içinde kalması gereken kırık bir kol" değilse.

Nazar değme ihtimalini yok saymam ama dua ile savuşturulacağına inananlardanım.

Dostluklar kurar, yeni dost seçerken ve o dostluğu yaşarken, başkaları ne der, birileri

gücenir mi diye asla düşünmem. Kimseyi kimseden saklamam.

Benim üzüntümle sevinecek, sevincimle üzülecek kişilerin, benim yapmak istediğim

herhangi bir şeyi varlıklarıyla engellemesine asla izin vermem.

"Ah guzzum şu başımdaki akılla, şu öğrendiklerimle senin yaşında

olabilseydim keşke
"

diyen anneannemi nasıl da güzel anlıyorum :) Nurlar içinde yatsın...


Sevgiyle kalın...

Sinir bozucu grip ve iki Hollywood filmi.  

Posted by Asuman Yelen in

Perişanım dostlar. İki gecedir sabahlara kadar öksürüyorum. Her tarafım kırılıyor

dökülüyor. Boynumda sırtımda yünler. Hep yatıyorum.

Sabah Rayuş Paçozu gezdirirken kendime bir atom yaptım. Büyük bir cezveye her zaman

hazırladığım şekilde ıhlamur, kuşburnu, bir avuç elma kurusu (hepsi de İpekhanım çiftliğinden)

koyup kaynattım. Altını kapattıktan sonra, bir miktar adaçayı kök zencefil, havlican, kabuk

tarçın, birkaç karanfil ilave edip beklettim. Bu arada salondaki kanepeye (televizyonun karşısına)

note bookumu, suyumu kolonyamı, boğaz pastilimi filan hazırladım. Rayuş gelince de iki

büyük fincana doldurduğumuz çayları içtik. Ben biraz televizyon izlerken o bana kemik

suyuna pirinç çorbası (benim canım onu istedi) pişirdi. Dağıttığım mutfağı toparladı, sonra

eşine öğlen yemeği hazırlamak üzere gitti.

Arşivimden seçtiğim ilk film Eddie Duçhin dı. Tyrone Power-Kim Novak. Uzun zamandır

Hollywood filmi izlememiştim. Kurup hazırlarken epey ter döktüm çünkü yeni televizyonu

pek tanımadığım, giriş çıkışları çok iyi bilmediğim gibi teknik konulardan da hiç anlamam.

Kanepeye uzanıp play tuşuna nihayet bastığımda film gözümün önünde dansetmeye

başladı. Bir de bulanık ki sormayın. Pek de kullanmadığım ufak numaralı uzak

gözlüğümü odamdan almak üzere ayağa kalktım, her yer bulanık görünüyor. Birkaç

adımdan sonra gözlerim karardı. Koridora yaslandım önce bir soğuk ter boşandı ardından

bir şiddetli çarpıntı tabii bir de yengeç paniği. Telefonu nasıl bulup Rayuşu nasıl çağırdım

bilmiyorum. Ve kendimi kanepeye nasıl attım. Tamam dedim. Galiba gidiyorum.

Rayuş hemen geldi. O geldiğinde biraz kendime gelmiştim zaten. Hemen beni rahatlatacak

açıklamaları da yaptı sakin haliyle. Çok vitamin yüklenmişim meğer. Ben iki fincan içmiştim.

Malzemeleri fazla koymuşum. Cezveyi yikamak üzere kalan posaları atarken farketmiş.

Anlayacağınız tam bir atom etkisi:))


Seyrettiğim ilk film, "The Story of Eddie Duchin" 40 larda yaşamış çok meşhur bir

piyanist ve orkestra şefinin hayat hikayesi. 1956 yapımı.

Çok sevdiği eşini (Kim Novak) oğlunun doğumu esnasında kaybedince

hayata küsen piyanist, (Tyrone Power) çocuğunu akrabalara

ve dadısına bırakıp evi terkeder. Orada burada zaman geçirir turnelere çıkar.

Orduya katılır. Bu arada savaş patlar. Savaşın yıkıntıları arasında rastladığı bir çocuk

ona kendi oğlunu hatırlatır. Eve döndüğünde kendisine uzaktan hayran olan ama

bir o kadar da nefret eden oğlu ile arayı düzeltmek artık çok zordur onun için.

Güzel müzikleri ve duygusal sahneleriyle seyredilesi bir Hollywood filmi.





Havaya girmişken hemeen arkasından seyrettiğim ikinci film de Rhapsody.

Bir Elizabeth Taylor- Vittorio Gassman filmi. 1956 Charles Vidor yapımı.

Holywood' un Selvi Boylum Al Yazmalım' ı dersem ne derece doğru olur bilemiyorum

ama gerçekten naif bir "aşk mı emek mi" sorgulaması. Mükemmel bir finalle taçlanıyor.

Liz' in doyumsuz güzelliği, bol bol müzik (Lizt, Rachmaninov, Tchaikovsky, Debussy)

bana göre çok güzel bir Hollywood klasiği.





Her iki film de bana çok iyi geldi. Ruhum dinlendi. Müziğe doydum.

Şunu da eklemeden geçemeyeceğim.

Bu iki filmde Vittorio Gasman (keman) Jon Ericson ve Tyrone Power (piano)

sürekli çaldılar. Bunun için nasıl hazırlandıklarını You Tube dan araştırdım. Zaten

sonuç ortadaydı. Tabii mizikler orijinaldi ama o eller, o tavırlar. Müthiştiler.

Yaptığı her işte büyük aşamalar kaydederek hepimizin hayranlığını kazanan, Kuzey

rolüyle oyunculuk budur dedirten Kıvanç Tatlıtuğ' un bir kuple saz çalmasının

bizleri nasıl mutlu ettiğini, hayranlık uyandırdığını düşününce l954- 56 yapımı bu iki film

ve birçok benzeri için Hollywood yapımcılarını ayakta alkışlamamız gerekiyor bence.

Ya da hiç de finans gerektirmeyen bu çok önemli detayların hâlâ bizim sinemamızda niçin

halledilemediğini sorgulamamız.


Herkese güzel bir hafta sonu diliyorum.

Küçük Yeşil Tabağım  

Posted by Asuman Yelen in


Küçük yeşil seramik tabak yine çıktı ortaya.

Nasıl görünüyor bilmiyorum ama bu tabakcığın çapı sadece 13 santim.

Çay tabağından biraz hallice.

Küçük yeşil seramik tabağım o kadar çok rejime tanık oldu ki.

Şu an grisini ve yağsız kaşar olan o gözlere neler konmadı.

1 dilim kepek ekmeği-3 ekmeksiz köfte.

1 dilim çavdar ekmeği- bir miktar haşlanmış tavuk göğsü.

1 haşlanmış yumurta- kibrit kutusu büyüklüğünde peynir.

br dilim ince ızgara biftek- 1 haşlanmış dilimlenmiş kabak.

İki-3 çiçek haşlanmış brokoli - 1 dilim tam buğday ekmeği

Söğüş domates, salatalık- dil peyniri

3-4 tane güneşte kurutulmuş kayısı-3 er badem, fındık.

Ana öğün, baba öğün, ara öğün diye diye, çok kilo verdiğim, az kilo

verdiğim, hiç kilo veremediğim çok zamanlar geçirdim bu tabakcıkla.

Özellikle buraya yazıyorum diyete başladığımı, yarım bırakıp pişman

olmamak için.

Haydi rastgele...

Aynen devam...  

Posted by Asuman Yelen in ,




2012 ye girdik.

Artan kilolar ve ağrılar, okun (a) mamış kitaplar, başlan (a) mamış örgüler, güldür (e) memiş

biletler ve biraz daha yıpranmış kalplerle.

Kilolar verilecek. Koray' ın düğününe kadar mutlaka .

Giden kilolarla birlikte ağrılar azalacak. Bünye rahatlayacak.

İki yarımdan başlanarak kitaplar de yavaş yavaş okunmaya çalışılacak. Olmazsa şiirle

idare edilecek. Dünyanın sonu değil.

Rayuş' u memnun etmek için, en azından, o kaşkol örülecek.

Biletler iki amorti ile birkaç hafta daha oyalayıp unutulacak. Aslında erken alınmış

olup, yaklaşık bir aydır Rayuş la kurduğumuz büyük bahçeli (kediler ve köpekler için) ev,

dağıtacağımız yerler ve kuracağımız dev hayvan barınağı ile ilgili hayallerin verdiği

keyfi düşünecek olursak yapabileceklerinin en iyisini yaptılar.

İnsanlarla ilişkilere gelince...İşte o biraz karışık.

Eski dostluklar kaya gibi sağlam kanıtlanmış sevgilerle sürüp gidecek.

Yeni dostluklar da tenhalarda menhalarda, kaçak göçek, keyfe keder, anlık coşkularla,

aklımıza estiği, işimize geldiği, başlarımızı bağalarımızdan çıkarabildiğimiz kadar

sürüp gidecek.

Tıpkı bugün dolmuşta düşüncelere dalmış giderken, yanımda oturan annesinin

kucağından uzanıp yanağımı okşayan, ben keyfimden mest olup dönünce de

kaçarak yüzünü annesinin kucağına gömüp gizli kaçamak bakıp sırıtan, hatta göz kırpan

dünyalar tatlısı velet gibi...

Henüz güven duygusu gelişmemiş 2- 3 yaşlarındaki oğlan çocuğu kadar korkarak,

saklanarak sevgimizi göster(e)meden, ya da hiç sev (e) meden ...

Korkarım ben buna asla aldırmazlık edemeyeceğim.

Ya da...

Buna aldırmayacağım zamanların gelmesinden korkarım.









Blog Widget by LinkWithin