Ekim bitmeden  

Posted by Asuman Yelen in ,

2010 Ekim ayının muhtelif günlerinde parkımız ve bahçemizden Sonbahar görüntüleri.






Sevdiğim ikili. Can' ım ve Paçoz' um









































































































































































































































































































Gün batımına doğru yürüyüş

Hoş bir ödül  

Posted by Asuman Yelen



Sevgili Arkadaşım Emine ALBAYRAK nezaket göstermiş Blogspot Bloglar arası bu güzel ödülü taa İzmir' den bana yollamış.

Fincanın içindeki çiçeklerin arasında sevgisini de beraber.

Hediyeler, herkes gibi beni de çok mutlu eder, hele beklemediğim bir anda gelince. Bu çok yağmurlu, soğuk ve biraz sıkıntılı sonbahar gününde yaşamıma kattığı bu güzellik ve sıcaklık için güzel yürekli kardeşime çok teşekkür ederim...

Gereğini zevkle yapıyor, ben de 5 genç blogger dostuma (o kadar hoş ki herkese göndermek istiyor insan) bu güzel gülleri yolluyorum.

1-Sevgili İlknur-Balküpüyle hayat.


2- Sevgili Esti Nesim- i Newbahar

3-Sevgili Güngör Ekinci


4-Sevgili Ebruli Günce


5-Sevgili Buğday Tanesi


Herkese mutluluk diliyorum.


Sevgiyle kalın....

Aşk  

Posted by Asuman Yelen in , , , , , ,

Bugün sanal alemde aylak aylak dolaşırken yüreğim bir Azeri türküye tutsak

oluverdi.


Yanık sesli bir tenor çekti beni önce ve sonra o sözler...

Bir sevda türküsüydü. Üç beş basit kelimeyle çarpıldım. Kalakaldım.

Aşk hakkında, bildiğim, sevdiğim ne varsa, şiir, şarkı, hepsini aklımdan

geçirdim ardından. Hatırladıkça yoğunlaştım. Duygusallaştım.

Sonra elim şiir defterime uzandı. Şiir kitapları yığıldı önüme. Aşka dair ne varsa

tekrar okudum tek tek. Beni en çok etkileyenleri buldum çıkardım.

İşte en eskilerden bir tane... Tevfik Fikret' ten.



"Gökyüzü güneşsiz ve kapkaranlık kalsa da bedenim bir yolunu bulur, yaşamını

sürdürür, ama ruhum, sensizliğin yarattığı incinmişlikle asla" derken
aşık, nasıl

da anlam yüklüyor sevdiğine,




"Sen olmasan...

Seni bir lâhza görmesem yâhut,

Bilir misin ne olur?

Semâ, güneş ebediyyen kapansa, belki vücud

Bu leyl-i serd ile bir çâre-i teennüs arar,

Ve bulur;

Fakat o zulmete mümkün müdür alıştırmak

Bütün güneşle, semâlarla beslenen rûhu,

Bu rûh-ı mecrûhu? .. "

.....

İşte bir muhteşem aşk da Tagore' dan. Naif ama asla ezik değil. Maskesiz,

iddiasız. Gurur perdesine gizlenmeden. Cesaret isteyen bir tevazuyla...




"Beni bağışla Aşkım,

aşkımı hoşgör artık

Beni hoşgör, beni bağışla,

Seni seviyorum.



Yolsuz yordamsız bir kuş gibi öksendeyim

Yüreğim tir tir, örtüsünden kurtulmuş

Şimdi yoksul, şimdi çırılçıplak, şimdi soyunuk

Acını esirgeme benden,

ko sarınsın yüreğim

Ko giyinsin, ko kuşansın,

ko örtünsün.

Sonra

beni bağışla Aşkım,

beni hoş gör,

Seni Seviyorum."

......



Nazım Hikmet' ten, hüzünlü, özlem dolu üç beş mısra...



"Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,

Dünyanın en güzel sesinden

En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey...

Fakat artık ümit yetmiyor bana,

Ben artık şarkı dinlemek değil,

Şarkı söylemek istiyorum."



Ve Attila İlhan' ın umutsuz, buruk aşkı...



"Sen benim hiçbir şeyimsin

Yabancı bir şarkı gibi yarım

Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak

Hiç kimse misin bilmem ki nesin

Uykumun arasında çağırdığım

Çocukluk sesimle ağlayarak



Sen benim hiçbir şeyimsin "




Ve işte beni en çok etkileyen veda parçası. Yine Tagore' dan. (Firari' den)

Romantik...Hüzünlü...Samimi...Kararlı...


"Merhamet dolu bakışınız benim üzerimde durmadığı için Mes' udum sevgilim...

Gecenin büyüleyiciliği ve veda kelimelerim, teessür sözleriyle birlikte, yalnız

göz kapaklarıma yaşlar biriktirdi...


Lâkin nerede ise gün doğacak ve göz yaşları için vakit kalmayacak.



Kim unutmanın imkansız olduğunu inkâr ediyor...


Ormanın alevleri külden döşeklerinde uyuyorlar; sizinle ben de birbirimizi

terkediyoruz ve bizi ayıran mesafe nerede ise vahşi otların ve açılmış çiçeklerin

arasında kaybolacak...
"



Ve bana tüm bunları hatırlatan o güzelim şarkının sözleri. Kimin yazdığı belli

değil. Anonim.


Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir evde, herhangi biri tarafından,

herhangi bir zamanda yazılmış.



Tüm diğerleri kadar seven biri tarafından... Yalın...İddiasız...Yürekten...



"Küçelere su sepmişem

Yar gelende toz olmasın

Eyle gelsin eyle gitsin

Aramızda söz olmasın"



Aşık, sokaklara sular serpmiş, sevdiği geldiğinde toz olmasın diye (eğer gelirse

belli değil)



Sonra da semavere çay, bardaklara şeker koyup beklemeğe devam etmiş

sevdiğini.



"Samavara od salmışam

İstekana gend salmışam

Bir haftadır tek galmışam

Yarim gidip tek galmışam



Ne ezizdir yarim canım

Ne şirindir yarim canım"



Çay ve muhabbet. Yine bir arada...Ne hoş değil mi...




Muhabbetle kalın...

Öfke  

Posted by Asuman Yelen in , ,


"Sus... Konuşma.... Karşında anneannen yaşında bir kadın konuşuyor. Hadsizliğin lüzumu yok. Sen sadece dinleyeceksin!..."

Cam kenarında oturan otuzlu yaşlardaki genç kadın, çay, su servisi yapan, en fazla 18 gösteren sıska delikanlının şirketini aslanlar gibi savunmaya çalışırken acemi bir şekilde kullandığı kollarından birini bileğinden sımsıkı kavramıştı anlamsızca, bu sözleri öfkeyle söylerken..

Annesi tiz sesiyle bağırmaya devam etti. "Böyle rezalet olmaz. Zaten yarım saat geç kaldırdınız otobüsü. Yarım saat de feribot bekledik. Koskoca otobüs şirketi, arada yolcu da aldınız. Şimdi de herkesi istediği yerde bırakıyorsunuz. Bu ne keyfilik böyle. Görürsünüz siz. Benim eşim avukat. Sürüm sürüm süründüreceğim hepinizi.

Çocuğun ısrarla "ama yolcu gecikti... yağmur...feribotta bizim suçumuz..." gibi başlayıp da bitiremediği savunmaları, anne kızın kulakları tırmalayan sesleriyle hiç kesmeden ettikleri bitmeyen şikayetler arasında kaynadı gitti.

Akçay' a varmak üzereydik. Arkamdaki hanım yaptığı telefon konuşmasından sonra yardımcı çocuğu çağırıp çantasının yanında olduğunu, garda değil de biraz ileride yol üzerinde ismini söylediği sitede çabucak inivermesinin mümkün olup olmadığını şöföre sormasını istemişti.
Güler yüzlü delikanlının gelip de "tamam abla" demesi önümdeki anne- kızın bu şekilde çılgınlar gibi bağırmasına neden olan son damlaydı.

Keşke bu kadarla kalsaydı. Bir ön sıradaki yaşlı çiftin hanımı da ince ve tiz bir sesle bağırmaya başlayınca arkamdaki kadın devreye girdi. "Tamam hanımlar bağırmayın anlaşılan ben sebep oldum. Tamam garda inerim, vazgeçtim" dediyse de ok yaydan çıkmıştı artık. Bu sefer kocasının tüm uyarılarına iteklemelerine rağmen susmak bilmeyen öndeki kadın bir de "niçin kimseden ses çıkmıyor, koyun sürüsü bunlar" şeklindeki klişeyi de haykırınca yan tarafımdaki tekli koltukta oturan adam gür sesiyle bağırdı.

"Yeter be!...Ne bu gürültü. Seyir halinde bir otobüsteyiz hanımlar. Sizi dinlemeye mecbur muyuz. O çocuk sizin muhatabınız mı. Bir dövmediğiniz kaldı. Gidin gideceğiniz yere. Bunun interneti var, telefonu var. Edersiniz şikayetinizi. Başımız şişti yahu. Ayıptır."

Bir anda bütün sesler kesildi. Ortalık süt liman oldu.

Yine bir şeyleri yanlış anlıyor, bu yüzden de yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz. Evet ülkemizde de kadınların sesleri çıkmalı çıkmasına ama bunun anlamı aklımıza estiği yerde öfkelendiğimiz anda volümü arttırmalı değil herhalde.

Bize bir şeyler oldu. Kızmaya, öfkelenmeye, bağırıp çağırmaya ezmeye gelince sınır tanımaz olduk. Ne sözümüzü, ne sesimizi sakınıyoruz.

İş sevgiye gelince...

Biri bize sevgiden söz etse, ilgi gösterse, biraz ısınsa ortalık sevginin sıcağıyla, hele bir de yeni tanımaya başladıysak bize sevgisinden, sevgiden söz edeni, ilk rehavetten sonra hemen antenler çıkıyor. Hemen iki duyguyu devreye sokuveriyoruzz. İlki: Şaşkınlık. "Bu da nerden çıktı şimdi." Sonra şüphe. "Vardır arkasında bir şey. " Sonra hemen ihtiyat devreye giriyor. " Neme lazım, bu saatten sonra " sonra ufaktan ufağa kaçış, çaktırmadan. Kim uğraşacak sevgiyle. Hepimizin derdi başından aşmış. Biz bizi kıranların yaralarını sarmaya çalışırken...

Sevgi zor. Özen istiyor. Zaman istiyor. Biraz çaba istiyor. Tıpkı su bekleyen naif çiçekler gibi.

Yük gibi geliyor tüm bunlar.

Çok yanmış canımız. Korkuyoruz sevgiden.

Her yıl biraz daha kalınlaşıyor içinde saklandığımız kabuk. Yürekler soğuyor.

Oysa bir kırabilsek kabuklarımızı. Korkmasak.

Tagore' un dediği gibi.

"Yeniden açsak kendimizi,

atabilsek o kabuğu.

Denesek

Risk alsak

Yanılsak

Farketmez

Tekrar tekrar bıkmadan denesek"

....

Olmaz mı...

Mutlu ve hüzünlü  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Altınoluk Temmuz 2009

Sevgili dostlarım döndüm.

Bu yaz ve öncesinde de genellikle evinde kaldığım Güre' deki arkadaşımın aniden ve ısrarla çağırması üzerine apar topar gittiğim seyahatimden çok mutlu ama çok da buruk döndüm.
Beni mutlu eden, çok sevdiğim ve bir tanesi en son 1985 yılında görüp izini kaybettiğim, diğeri İstanbulda seyrek de olsa görüştüğüm iki arkadaşımın da Altınoluk' ta beni bekliyor olmalarıydı.

Bundan bahsetmeyen arkadaşım, çoktan işleri bitip gitmiş olan ustaların (evdeki tadilatla ilgili) varlığını ve yalnızlığını bahane edip beni çağırmıştı. Başka türlü gidemezdim doğrusu.

Her neyse. Çok hoş bir sürprizdi. Ekim' de Akçay ve Altınoluk bir başka güzeldi. Dostlarla birlikte
olmak çok güzeldi. Yağmur güzeldi. Sabahları kahvaltı sırasında terasta bize şemsiye açtıran güneş güzeldi. Yaz ve kış bir arada dostlarla çok güzeldi.


Sonra hazır gelmişken Altınoluk' a da uğramışken, yazımı orada geçirdiğim her tatilimde her sabah ve akşam etrafında yürüyüş yaptığım muhteşem derenin bu mevsimdeki ihtişamını cep telefonumla bari resmedeyim dedim. Bir yandan da fotoğraf makinemi son anda unuttuğuma yanarak. Gitmeseymişim keşke. Gördüğüm manzara karşısında o kadar çok üzüldüm ki. Ağaçların çoğu kesilmiş, çöpler atılmış. Benim mutlu ördeklerim şaşkın ördeklere dönüşmüş.Tam bir rezalet. Ötesini resimler anlatsın. Benim dilim varmıyor, kelimelerim yetersiz kalıyor.























































2009



















2010



















2009




















2010















Altınoluk Ekim 2o10










O kadar mutsuzdum ki... Fotoğrafa girmek istemedim.




Sevgiyle kalın...

Karikatür 1  

Posted by Asuman Yelen




Sevgili dostlar,

Yarın sabahtan itibaren 1 haftaya yakın bir süre İstanbul dışındayım.

Beni unutmamanız için size ev ödevi veriyorum.

Babamdan kalan bu karikatürlerin yazılarını bulamadık.

Bu örnekte mesela, kadın yahut erkek belki ardarda her ikisi de bir şeyler söylemiş. Ama ne?

Ben de düşüneceğim. Lütfen bunu düşünün. Gerçi yine kırklı yıllara ait çizgiler ama belki bizi

güldürebilecek bir şeyler bulabiliriz diye düşünüyor ve umuyorum

Peşin teşekkürler. ( Ben teşekkürü peşin edeyim ki yazmamazlık etmeyin. Yoksa üstünüzde

kalır.)

Herkese iyi hafta sonları ve sevgiler...

İğnedenlik  

Posted by Asuman Yelen in ,


Çocukluğumuzda, çoğunlukla bayram önceleri bayramlık elbise için kumaşlar alınır, çok iyi dikiş bilen bir dosta ya da etrafta varsa bir terziye elbiseler diktirilirdi. Kumaşı uzun uzun koklar, bu kokuyu hep sever ve elbiseyi de üzerime dikilmeden önce benimseyiverirdim böylece. Ama iş prova faslına gelince bütün keyfim kaçardı. Kaldır kolunu, indir kolunu, dön arkanı, kambur durma, dizini kırma ooofff... O beş- on dakika saatler gibi gelir, çoğunlukla nedense midem bulanırdı. Hele bir de o batan iğneler yok mu...Zaten prova başladı mı gözüm hemen terzinin kemerine tutturduğu iğnedenliğe takılır keyfim kaçardı.

Ogünlerden bu günlere ne zaman bir yerde, bir terzinin dükkanında, bir komşunun duvarında asılı bir iğnedenlik görsem, belimdeki, karnımdaki, kolumdaki o incecik sızılar, midemdeki bulantı gelir aklıma.

Sonra büyüdüm. Yıllar yılları yüzler yüzleri kovaladı. Güleç yüzler, asık yüzler, konuşkan, suskun, çekingen, girgin, sakin ve huzurlu, hırslı ve mücadeleci yığınla insan. İyi dediklerim, kötü dediklerim, beni mutlu edenler, huzurumu bozanlar, sevdiklerim, sevemediklerim, geldiler, geçtiler, gittiler, kaldılar. Eğlendim, oyalandım, kırıldım, gücendim ama yaşamın telaşesi içinde çok da düşünmedim "insan" üzerine doğrusu.

Sonra bir gün, yeni tanıştığım, yere göğe sığdıramadığım, anlata anlata bitiremediğim bir arkadaşımla sohbet ederken, birden o mide bulantısını hissettim önce hafiften. Karşımda kesik şirin kahkahalar atarak sürekli birilerini alaya alıyordu. Önemsemez ve neşeli görünmeye çalışıyordu ama içi hırs ve nefretle doluydu sanki. Sonra o küçük iğne darbelerini yüreğimde hissettim. Kullandığı insanlar, bahsettiği örnekler, saklamaya çalıştığı düşmanlık bana yönelikti.
Bu deneyimi yaşayan herkes bunu anlar.

Hepimizin yaşamına böyle insanlar zaman zaman girmiştir. Ben onların dillerinde tıpkı terzinin iğnedenliği gibi her gittiği yerde birilerine batırmak üzere görünmez yüzlerce iğne saklayıp yaşamlarını öyle sürdürdüklerine inanıyorum.

Zaman zaman hepimiz karşımızdakine anlatmak istediklerimizi doğrudan değil de dolaylı yoldan anlatmak yoluna gitmişizdir. Bu anlamda hepimizin sakladığımız iğnelerimiz mevcuttur. Ama kimi can yakar, kimi sadece uyarır, kimi de kendine getirir.

Bir örnek. Bir programda Gazanfer Özcan' dan bahsediliyor. Genç bir oyuncu onun nezaketini, insanlığını heyecanla anlatıyor. Rahmetli, öyle nazik bir insanmış ki, biri yanlış bir şey yaptığında, kendinden çok genç de olsa, rencide etmemek için hatasını doğrudan söylemek yerine, onu uzun uzun över bu arada bir şekilde araya sıkıştırırmış. "Bir gün yine beni iltifatlara boğdu, mutlu bir şekilde setten ayrıldım, arabamla gidiyorum tam boğaz köprüsüne girerken birden dank etti. Yahu Gazanfer baba aslında bana bunu-bunu söylemek istedi. Vay canına nasıl anlamadım" diyor genç oyuncu.

Bir örnek de Nef' i 'den gelsin. Bunu çok kişi bilir. Ben ilk defa çocukken babamdan duymuştum.

Tahir isminde biri bir mecliste Nef' i için kelp sıfatını kullanmış. Türkçesi köpek.

Nef' i bunu duyunca sarılmış kağıda kaleme, şu dizeleri yazmış.

Tahir Efendi bana kelp demiş.
İltifatı bu sözde zahirdir.
Maliki mezhebim benim zira,
itikatımca kelp tahirdir.

Tahir Efendi bana köpek diyerek resmen iltifat etmiş, çünkü benim Maliki Mezhebi inanışıma göre köpek tahirdir.(yani temizdir)

Kavgada seviyeyi düşürmeden cevap vermenin en güzel yolu. Bence altın vuruş bu olmalı.


Sevgiyle kalın...

Ah çocuk...  

Posted by Asuman Yelen


Puslu bir hava vardı bu gün İstanbul' da. Beni uykudan uyandıran başağrısı ara ara artarak, bazan hafifleyerek ama hiç geçmeden, bu saati buldu. Bu durumda beni dışarı çıkarabilecek tek güç vardı ve kesik kesik uyarı hav larıyla kendini hatırlatarak bunu başardı.

Karşımızdaki okul dağılalı epey olmuştu. Park bomboştu. Kız, erkek tek tük çocuk yalnız ya da küçük gruplar halinde konuşa konuşa yanımızdan geçip gittiler.

Paçozun sevk ipini gevşek bıraktım. İstediği yöne, istediği hızla yürüsün diye...Genellikle yapmam bunu, korkan olur, hoşlanmayan olur, tedirgin etmeyelim düşüncesiyle.

Paçoz keyifle ordan oraya, ileri geri, yerleri koklayarak, etrafı yoklayarak koşuşturur, ben de geniş adımlarla ona ayak uydurmaya çalışırken, bir kız çocuğu, annesinin elini bırakıp koşarak yanımıza geldi ve dizlerinin üzerine çöküp Paçozun boynuna sımsıkı sarıldı.

Bu Paçozun ve benim alışık olduğumuz bir şeydi. Ben fırsattan istifade durup dinlenirken ve onları seyrederken, anne de elinde kızının çantasıyla yanımıza geldi. Genç zarif bir kadındı. Köpeği rahatsız etmemesi konusunda kızını uyardı. Sonra bildik çocuk, köpek sohbeti başladı. Kadın, kızının hayvanlara olan düşkünlüğünden şikayetçi gibiydi. Ben, dilim döndüğünce bunda korkulacak, üzülecek bir şey olmadığını anlatmaya çalışırken bezgin bir tavırla sözümü keserek lafa girdi.

"Söylediklerinizi biliyor ve size katılıyorum ama benim kızım sandığınız, düşündüğünüz gibi bir çocuk değil. O kadar hasssas, o kadar merhametli ki. Bunda ne kötülük var demeyin. Hem kendini çok yıpratıyor hem bizi. Kışın, bu soğukta o kediler köpekler nasıl üşüyorlar kim bilir diye, yaz gelince, bu sıcakta o köpekler o mantolarla ölür diye sürekli üzülüyor. Böyle de yetiştirmedik ama hep böyle şeyleri düşünüp gözleri dolu dolu geziyor. "

Annesi anlatırken Paçoz' un çenesinin altını becerikli ellerle okşayan küçük kızı inceledim. Sıskacıktı. Sarı beyaz renkli incecik yüzü Paçoza eğik, iri tatlı bakışlı gözleriyle sürekli köpeği inceliyordu.

"Ah hanımefendi o kadar hassas öyle merhametli ki..." diye devam etti genç kadın. "Ne yapacağız bilemiyoruz. " Ben abarttığını düşünmeye başlamıştım artık.

"Geçen gün sırf bu merhameti yüzünden okula geç kaldık inanır mısınız." Ben karşısına gelen her köpeği böyle severse...diye düşünürken duyduklarımla kalakaldım.

"Geçen sabah okula giderken önümüzde çok ilerde yürüyen yaşlı bir çiftin tam arkasında adımlarını yavaşlattı, elimden çekerek benim de hızımı kesti. Ne dediysem yürüyüp gitmeye ikna edemedim."

Boğazım sıkıştı aniden, yüreğim üzüntüyle doldu.

"Ama anne, biz onların yanından hızla geçip gidersek zavallı yaşlılar üzülmez mi herkes bizi geçiyor biz arkada kalıyoruz diye..." demiş.

Ah çocuk...

Tırpan  

Posted by Asuman Yelen in , , ,


Sabah kahvede Rayegân' a Tırpan' ı hatırlıyor musun diye sordum. Hiç tereddüt etmeden "tabii, Dürü'yü nasıl unuturum" deyince, hele bir de anneannemden alışık olduğu Orta Anadolu şivesiyle " Amanıng da benim çileli başıma ne işler geldi böyle... Vay ben ne talihsiz bir gızım ...Oy öleydim de bunları görmeyeydim..." ve benzeri bir sürü lafı ardarda tiz bir sesle sıralayınca ağzım açık kaldı. Doğrusu ben Dürü' yü unutmuştum. O romandan bir tek Uluguş Nine' yi, o da adını muhtelif nedenlerle sık sık tekrarladığımız için hatırlıyordum. "Ne konuşuyorsun öyle bilmiş bilmiş Uluguş Nine gibi" şeklinde.

Yetmişli yılların başında biz üç kızkardeşin, çok hoş bir alışkanlığımız vardı. Birimizin başlayıp çok beğendiği bir romanı hep birlikte aynı anda okumak. Beğenilerimiz hemen hemen aynı olduğu için dikkatler dağılmaz, sırayla birimiz yüksek sesle okur, diğerlerimiz de dinlerdik. Okuyan, diyaloglara sıra gelince, tipleri seslendirirken kadın- erkek ya da yaşlı- genç oluşuna göre sesinin tonunu, yöreye göre aksanını ayarlar, bu işi olabildiğince eğlenceli hale getirirdik.

Bu okuma işlemi zaman zaman kahkahalar yüzünden, Love Story örneğinde olduğu gibi bazan da boğaz tıkanıp ses çıkmaz olduğu için kesilirdi. Sonra bu alışkanlığımızdan vazgeçtik.
İş, güç ve kimbilir başka hangi nedenlerle. Unutuldu gitti zaman içinde.

Dün bloglarda Fakir Baykurt' un ölüm yıldönümü vesilesiyle adını birkaç yerde görünce aklıma hemen Tırpan geldi. Onu hep birlikte önce gülerek sonra heyecanlanarak okuyuşumuz canlandı gözümün önüne. Ataköy' deydik. Birimiz sesi kısılana kadar okur, sonra diğerimiz alırdı. Yemek yemeyi unuturduk okurken.

Yukarı çıkınca, hemen kitabı alıp biraz karıştırdım. Ezbere bildiğimiz bir konu. Hikâye, Ankara yakınlarında bir köyde geçer. Yazar,taze güzel Dürünün, (14-15 yaşlarında) kendisini isteyen köyün en zenginlerinden yaşlı, göbekli Kabak Musdu' ya direnişini, ailesine karşı verdiği mücadeleyi alışılmışın aksine fazla ajitasyon yapmadan hatta eğlenceli bir dille (olabildiğince) anlatır. Sanırım böyle bir öyküde ilk defa bu tarz bir mücadele biraz dramatik bir biçimde de olsa kazanılır.

Uluguş Nine, köyün yarı meczup bilge yaşlısıdır ve konuştuğu her şey adeta yazarın iç sesidir. Hikayenin güzel bitmesi onun çabaları ve öğütleri sonucudur. Yeni bir başka şey de köyün bütün genç kadın ve kızlarının bu direnişe katılması, topluca seslerini duyurması olmuştur.

Tüm bu ilerici feminist tarz, Fakir Baykurt' a Avni Dilligil En İyi Yazar Ödülünü getirmiştir.

Bu güzel eseriyle ve böyle hoş bir anıyla yaşamımıza renk katan yazarı saygıyla anıyorum.

Nurlar içinde yatsın...

Eşyalar ve anılar  

Posted by Asuman Yelen in , ,




Evde kalmış olmak keyfiyeti, iki anlamıyla da, yaşamımı olumsuz ya da olumlu anlamda çeşitli şekillerde etkilemiştir.

Bilindik birinci anlamıyla özellikle bizim toplumumuzda, nahoş bir durum olduğu su götürmese de, hayattaki en büyük sıkıntımın bu olduğunu söylemek, bunu hiç kafaya takmadım demek kadar gerçek dışı bir söylem olmaktan öte gitmez. Benim hassas dostlarım, zaman zaman nezaketten, zaman zaman da samimi olarak benim rahat, özgür yaşamımı kıskandıklarını söylerler. Ben de onlara zaman zaman imrenir, zaman zaman da Allah beni korumuş derim, yaşam sürer gider...

Çook eskilerde, çok sevdiğim benden çok büyük bir ablamız, ileri bir yaşta, kendisinden çok küçük biriyle çok kısa süren bir evlilik ve boşanma ertesi üzüntüsünden yataklara düşmüştü. Kendisini toparladıktan sonra, aslında pek de neşeli bir mizaca sahip olan bu şirin abla, " iyi ki de evlendim, böylece nüfus cüzdanımdaki 'bekâr' ibaresinden böylece kurtulmuş oldum" demişti.

Aslında bugün bahsetmek istediğim bambaşka bir şeyken bu konuda bu kadar uzun bir girizgah yapmış olmam bile benim bu konudaki şuuraltı ve şuurüstü durumumu güzelce ortaya koymakta.

Neyse ben ikinci evde "kalmak" halinin bendeki olumlu ve olumsuz etkilerine geçivereyim heman.

Evet sırayla, teker teker herkes, evlenip giderken, özel ufak tefek şeyler dışında hiç bir şey almayıp, pırıl pırıl yeni eşyalarla donattıkları yeni yuvalarına yerleştikten sonra gördüm ki bir dolu ve hep aynı eşyalarla yaşayıp gitmekteyim.

Kader belki de çok güzel bir aile içinde büyüyen ve aynı güzellikte bir aileye ve sekiz çocuğa sahip olmak isteyen (gerçekten) beni, geçmişin bir ev dolusu anısına bekçilik edebilmem için evlenmekten alıkoymuştur.

Örneğin kutular dolusu resim. Albümler. Kutular dolusu mektup. Babamın anneme birinci ve ikinci askerlik döneminde yazdığı "Benim sevgili refikam..."diye başlayan mektuplar, babamın evrakları, ingilizce, fransızca kitapları, dosyalar dolusu müsveddeleri, ağabeyime asker iken yazdığımız, ondan bize gelen "Not:Havagazını kapamayı, kapıyı zincirlemeyi unutmayın" diye bitirdiği mektuplar. Ablamın mektupları, günlükleri, benim mektuplarım. Hepimizin karneleri.
Ve tabii kitaplar...dergiler. 1950 lere ait İng. National Geographic' ler, Fr. Selection' lar , içinde babamın tefrika hikayeleriyle dolu sağını solunu farelerin kemirdiği ( bir zamanlar) sararmış yığınla gazete.

Zamanın etkisiyle safran sarısı rengine bürünmüş dallı güllü yıpranmış yüzüyle incecik yün çocukluk yorganımız. Muhtemelen annemin çeyizinden. Bir de sarı-kahverengi arası (beyaz olması gereken mitilden bahsediyorum) bir yün yastık. Kullanılmıyor ama kesinlikle atılamıyor.

Babamın fotoğraf makinesi ve ufak bir dokunmayla ufalanacak kadar eski F klavye daktilosu. Ağabeyimim çocukluktan kalma akordeonu.

Yine kaybettiğimiz bir büyüğümüze ait agrandizör.

On yıl önce kaybettiğimiz en küçük teyzemin atılmak üzereyken kurtarılan resimleri, içinde beni elimden tutup sinemaya götürdüğünden bahsettiği, içinde isimlerimizin tekrar tekrar geçtiği, doğduğumuz günleri, saatleri ile not aldığı sırası ile 3 adet ajanda günlüğü. Kestiği Grace Kelly, Süreyya, Farah Diba resimleri, bir deste mektup.

Örneğin oturma odamdaki iki ikili kanepe bir koltuk ve bir puftan ibaret oturma grubu. 1970 yılında Fatih' teki işinin ustası bir mobilyacıya yaptırılmış olan ve en az beş kere yüzü ve süngerleri değişen süper rahat, sağlam mobilyalar. Dört kardeşin sesi, kokusu üzerlerinde. Ölene kadar benimle kalacaklar. Yani bi kırk yıl daha...

Örneğin bir dolap dolusu mutfak eşyası. Çocukluktan kalma kaşık, çatal ve bıçaklar. Annemin pasta takımından tek bir tabak. Ablamın kahve takımından bir fincan ve tabağı. Farklı tek tek tabaklar. Asla atmayı düşünmediğim.

Bir de emaneten, geri alınmak üzere bırakılıp, asla geri alınmayacağına kani olduğum eşyalar var. Büyük yeğenimin arkadaşlarının yanına taşınırken bana bıraktığı battal kanepesi ve koltuğu, yemek takımının dört adet sandalyesi gibi. Ya da sık sık ve uzun süreli bende kalan ortanca yeğenimin bilgisayar masası ve bilgisayarı, portatif gardrobu, yatağı ve komodini hem de içinin eşyalarıyla. Buna içi onun kitaplarıyla dolu bir kitaplığı da ekleyelim.

Yine eskilerden kalma, (en yenisi bu eve taşınırken aldığım 15 senelik) 3 adet televizyon. Salondaki çalışmıyor. Bir de küçük, mutfakta (20 yıllık) seyredilemiyor. Oturduğum odada seyrettiğimin tüpü bitti, rengi sarardı soldu, seyredilemez oldu. Elim varıp atamıyorum hiçbirini.
Atmak, geçmişe, gidenlere ihanet gibi geliyor. Birlikte karşısına oturup seyrettiklerime...

Geçmişe, anılarına önem veren biriyim ve eşyaların da yaşadıkça anlamlandığına değer kazandığına inanırım. Benimle yaşayan tüm bu eşyalar ben ölene kadar bulundukları yerde kalacaklar. Bu kesin.

Ama bu, benim de ara sıra şöyle tek tek kendi elimle seçtiğim yepyeni eşyalarla döşeli, pırıl bir evde yaşama hayalleri kurmama engel değil. Gerçekleşmesi mümkün olmayacak tüm diğer hayallerim gibi...

Güzel  

Posted by Asuman Yelen in , , ,


Bu gün;

bu güzel Sonbahar havasında,

bu güzel mekanda,

güzel dostlarla birlikte,

Münir Nurettin' in güzel şarkıları eşliğinde

güzel sohbetlerlerle dolu,

güzel bir gün geçirdik.



Not:Yağacak yağmur ihtimaline karşı şemsiye, ihtiyati tedbir olarak bir kenarda bulunsun diye baston alınca, bir de otobüs, dolmuş kullanmak zorunda kalınca fotoğraf makinemi yanıma almadığımdan bu güzel mekanı cep telefonuyla alelalece çekilen bu çirkin fotoğrafla
sergilemek zorunda kaldım.




Sonbahar evimde  

Posted by Asuman Yelen in ,

Bu gün uzun zamandır yapmayı özlediğim bir şeyi yaptım.

Amatörce bir Still Life fotoğraf çalışması.

Cebimde günlerdir taşıdığım yaprak, kozalak, çer çöp gibi malzemeler ve evden bulup

buluşturduklarımla.

Çok zevkliydi.

Daha önceki birkaç denememde beni rahat bırakmayan Paçoz bu sefer ben balkon masasında

çalışırken uslu uslu odanın camından beni izledi.

Böylece onun (da) artık yaşlanmaya başladığını anlamış oldum.

Resmine dikkatle bakıp da bezgin bakışlarını görünce iyice emin oldum.


















































































































































































































Bizim kelimelerimiz  

Posted by Asuman Yelen in


Öğlen Rayuş fincanıma baktı baktı, tek kaşı havada bana çevirdi bakışlarını:

"Sen bir şeyleri kuruntu etmişsin yine . Nedir??"

"Yooo, nerden çıkardın. Gaayet iyiyim."

"Hadi hadi, burada öbük öbük sıkıntılar çıkmış."

"Öbük öbük de ne??"

Ay ne bilym, hem köpük köpük, hem de öbek öbek. Birleştirivermişim kafamda.

Hiç şaşırmadım. Biz bunu hep yapıyoruz.


Çoğu ailede olduğu gibi bizim de kendimize göre bir jargonumuz, sadece birbirimizin anladığı

eskilerden gelen ve bu gün olduğu gibi aniden ağızdan çıkıverip ilave edilen kelimelerimiz

mevcut. Eminim bu abuk öbük lafı da yerleşecek literatürümüze.

İşte size anneannemden kalma bir kelime. Feniks. Sanıyorum bizden başka kullanan yoktur.

Zaten bir Rayegân kullanır, bir de ben. Bazan delikanlılar da. Ama sıkı sıkı tembihlidirler. Sadece

evde. Sabah Rayuş telefon açar :

"Ninom günaydın nasılsın?" "İyiyim sen nasılsın?" "Yaa bu sabah biraz başım feniks kalktım."

Allah rahmet eylesin anneannem biz gençler biraz fazla gürültü yapınca (yaşı seksenin

üzerindeydi) bağırırdı: "Yavaşın kızlar, bu ne gürültü, başım feniksidi."


Çocukkan ablamla evcilik, daha doğrusu senaryolar üretip üslendiğimiz rolleri, oynarken

kelime konusunda tıkanırdık. Çerden çöpten bir aparat uydurur, bir isim

koyamadığınız zaman uydurduğumuz hep aynı kelime yetişirdi imdadımıza. Triko. Örneğin

"masuscuktan" ekmekleri ıslatır, bölüp şekillendirir, bulduğumuz bir tahta parçasına yerleştirir

ateşe koyup "masuscuktan" kızartırdık. (Sonra o ekmekleri henüz bir bebek olan zavallı Rayuşa

"sahicikten" yedirirdik.) İşte o tahta parçasının adı "börek kızartma trikosu"

olurdu. Bunun gibi "....karıştırma trikosu" "...ezme trikosu" uzar giderdi. O tarihlerde triko

kelimesi gerçek anlamıyla geçmemişti hayata. Ya da biz duymamıştık.

O günlerden bu günlere, kah bilgisizlik ve çaresizlikten, daha sonra büyüklerden duyduğumuz

komiklik olsun diye kullanmaya başlayıp yaşamımıza soktuğumuz kelimeler var var olmasına da

esas en kötüsünü şimdi anlatacağım.

Gençlik yıllarımda bir şarküterinin ışıklı tabelasına kocaman "...... Şarküteli" yazdığını görmüş

gülerek bizimkilere anlatmıştım. Şaklabanlık olacak ya başladım o şekilde kullanmaya. Tabii

kendi aramızda. Sonunda olan oldu. Yaş ilerledi, kafa karıştı. Şimdi zaman zaman karıştırıyorum.

Emin olun bu gün bu satırları yazarken bile emin olmak için Can' a odasına seslendim hangisi

doğru diye. Şimdi hatırlamadığım, şaklabanlık yapayım derken üzerime yapışan ve zaman zaman

beni orda burda rezil eden birkaç kelimem daha var.

Yaşlılık rezillik diye boşuna dememişler :)))


Herkese iyi haftalar diliyorum...

Blog Widget by LinkWithin