Üç paradoks  

Posted by Asuman Yelen in , , , , , ,

Son günlerde televizyonda izlediğim üç olay hem kızdırdı, hem şaşırttı beni. Üzerinde uzun uzun düşünerek içinden çıkamayacak hale gelince buraya taşımaya karar verdim. Aslında üçü de hergün karşılaştığımız sıradan şeyler ama özellikle ilk ikisi üzerinde düşünmeğe değer doğrusu.

İlki, bir söyleşi programında misafir sanatçının sunucuya gülerek anlattığı, bir miktar da birlikte güldükten sonra üzerinde durmadan geçtikleri bir diyalogla ilgili.

Arkadaşı Selçuk Yöntem' e "yahu ne zaman anlayacaksın olanı biteni, el insaf, bu kadarı da olmaz, baba istihbaratçı Aslan Bey' den aptal koca Adnan Bey' e düştüğün yetmiyormuş gibi bir sen kaldın aldatıldığını öğrenmeyen koca evde. Sana da saçma gelmiyor mu bu durum? Ne zaman öğreneceksin? " mealinde bir soru yöneltmiş. O da " aman ne diyorsun dostum, ben öğrenirsem dizi biter, varsın ben aldatılan aptal koca olayım, ekmek yiyoruz şurda bir yıl daha uzasa fena mı olur" gibi bir cevap vermiş.

Bu bana hiç komik gelmedi. İlk bir kaç bölümünden sonra izlemekten vazgeçtiğim bu diziyi merakla bekleyen, yolda Selçuk Yöntem' in cebine 'karın seni gerçekten aldatıyor' diye pusulalar atacak kadar kendini kaptıran, inanan insanların olduğunu düşününce insan kızmaktan kendini alamıyor. Diğer taraftan gerçek tiyatro sanatçılarının, böyle saçma sapan dizilerde bu şartlarda yaşamlarını sürdürmeye çalışmaları da içler acısı bir durum.


İkinci olay haberlerden. Tümüyle engellilerin oynadığı bir maçta kızan sporcu, tekerlekli sandalyesiyle yanına gittiği hakeme çatıyor. Ortalık karışıyor. Kavga kıyamet. Takımlardan birinin antrenörü devreye giriyor. Sporculardan biri biraz taşkın davranıyor. Beyaz saçlı antrenör öfkeden kıpkırmızı kesilmiş, kendini kontrol edemiyor ekranda "şlaap" diye bir tokat sesi. Kameralar görüntüyü alamıyor ama ortalık bir anda karışıyor. Her kafadan bir ses. Birileri ısrarla " görüyorsunuz değil mi sakata vurdu. Çekin bunu, yazın bunu. Sakata el kalkar mı" diye bağırıyor. Haber spikeri bir yandan "inanılır gibi değil, sakata el kalkar mı" kabilinden 8-10 kez en dramatik sesiyle tekrar yaparken görüntü, tokat sesi art arda ekranda çınlıyor. Geride de kışkırtıcı bir müzik. Dan dan. Bakın görün. İbret-i alem için.

Tabii ki önce antrenöre duyduğum öfkeyla sarsıldım tepeden tırnağa. Bir antrenörün sporculardan birini tokatlaması. Hocadan sporcuya şiddet. İnsandan insana şiddet. Hem de sporun içinde. Bunun özrü, savulunacak yanı yok. Zerrece yok. Tabii ki şiddet görenin engelli olması içini daha da acıtıyor insanın.

Sonra bütün dikkatim ve nefretim artık kanıksadığım medya terörüne yoğunlaştı. Onlarca kere dramatik tonlamalar ve çarpıcı müziklerle ısrarla yapılan "zavallı" sakat" "engelli" vurgulamalarıyla reyting kepazeliğininin, değil takım kurup turnuvaya katılmak, ağzıyla kuş tutsa, son zamanların sıkça kullanılan deyimiyle, panda muamelesi görmekten, "zavallı" olarak lanse edilmekten kurtulamayan engelli gençlere o bir tokattan daha çok zarar verdiğini düşündüm.

Galiba öfkeden kontrolünü kaybetmiş olan antrenör, o tokatı karşısındakini kendisini çok kızdıran bir sporcu olarak görmüş, kim olduğuna bakmadan basmıştı tokatı. Yani engelsiz, engelli olduğuna bakmadan. Zaten onu engelli olarak görseydi ne yapar eder kendisini denetlerdi. Bunu, en azından dışarıdan nasıl görüleceğini bildiği için yapardı.

Bu durumda ayırımcılığı en az yapan, hatta hiç yapmayan bu antrenör olmuyor muydu?



Üçüncü olayım kadın programlarından birinden.

Altmışların üzerinde bir adam, yanında aynı yaşlarda kendi halinde bir kadın yanyana asık suratla ayakta duruyorlar. Sunucu kıkırdayarak soruyor:

"Yahu siz buradan birbirinizi beğenerek evlenmeye karar vererek çıkıp gitmiştiniz. Ne oldu ne değişti de da vaz geçtiniz?

Adam, sıkkın bir ses tonuyla biraz da utanarak cevaplıyor: " Ben onun da bir mayişi var zannetdiydim. Benim azıcık mayişimle gendim ancak geçiniyom. Birlikte nasıl geçiniriz."

Sunucu kadına dönüyor. Kadın öfkeyle adeta kükrüyor. "Benim mayişim olsa burlarda ne işim var. Hemi para virip hemi de ağız kokusunu mu çekicem. Get annem..."

Buna hiç yorum yapmayalım isterseniz...


Hep sevgiyle kalalım...

Geçmişe takılıp kalmak  

Posted by Asuman Yelen in , , ,


"Kurşun sesi kadar hızlı geçer yaşamak. Öyle zordur ki, kurşunu havada, sevgiyi de yürekte tutmak!

Geçtiğimiz yollarda kaybettiklerimizin bize en büyük kötülüğü kendilerini tekrar tekrar hatırlatmalarıdır.

Onlar, bir kere kaybetmekle kurtulamadıklarımızdır. Yoklukları hayatımızdaki varlıkları haline gelir. Hep ama hep hatırlarız.


Ne biçim kaybetmektir bu? Kim gölgesinden kaçabilir ki?

Bazen duygularımız bizden erken yaşlanır ve bizden hayatın geri kalanını alır.

Hayatın, kendini anlayanları cezalandırmasıdır bu."

...

Murathan Mungan' ın hemen hepimizin bir şekilde karşısına çıkan bu enfes yazısının özellikle yukarıda alıntı yaptığım ilk bir kaç cümlesi beynimde çakılmış kalmıştır.

İlk defa bir kaç (birbirini tanımayan) dostumun aynı zamanlarda E. Postayla yolladığı bu parçayı, son günlerde blogger dostum Halimce Günce' nin çok hoşuma giden "Seviyorum" isimli paylaşımını okuduktan sonra blogunun yan duvarında asılı olduğu yerde gördüm.

Her cümlesini bir kez daha yüreğim, ruhum ve aklımla, içim titreyerek, umutsuzca onayladım.

Hele yazdığım son cümlesinin bir de altını çizerek, tüm varlığımla onayladım.

Hayat, kendini anlayanları cezalandırıyor.

Tıpkı insanlar gibi...






Hep sevgiyle kalalım...

İlkbahar  

Posted by Asuman Yelen in , ,




İlkbahara kızıyorsam eğer, nedeni, sabah horozlar ötmeden, daha gün ağarmadan kalleşçe odamıza sızıp seni benden çaldığı içindir.


Babamızı da aynı şekilde güzel yuvamızdan koparıp götüren yine oydu.


Şimdi düşünüyorum da...


Eğer güneş, yaşamın karıyla, kışıyla ve olanca sevgisizliğiyle kaskatı kesilen bedenlerimizi ılgıt ılgıt ısıtıyorsa, o sıcaklıkta senin yüreğininki de bulunmakta...


Eğer çiçekler, açtıkları topraklardan tatlı ve masum gülümsüyorlarsa o tebessümlerde senin güzel ruhunun yansımaları da dansetmekte...


Kuşlar, oradan oraya neşeyle coşkuyla şarkılar söyleyerek uçarken belki de senin aralarındaki varlığını kutsuyorlar...


Ve sen, İlkbaharın tam ortasından tatlı tatlı bize gülümsüyorsun belki.


Ve ben, belki de tüm mevsimlerden daha da fazla sevmeliyim İlkbaharı....





Nurlar içinde yat uzun yol arkadaşım benim.....





Not:Çok sevdiğim ilk resmi, sevgili arkadaşım Leylak Dalı' nın blogundan çaldığımı utançla bildiririm. Daha güzelini bulamadım çünkü.

İki dost  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Şiirin ilkesi insanüstü bir güzelliği özlemesidir. Bu ilke bir coşkunlukta, bir ruh taşkınlığında kendini gösterir. Bu coşkunluk, aklın yoğurduğu hakikatın dışındadır.

Charles BAUDELAİRE





İlk şiir defterimin baş sayfasına yazdığım bu tanım o yaşta bana çok şey ifade etmemişti muhtemelen. Çok dertli bir çocuktum ve "İçe kapanış" la geceleri döktüğüm gözyaşlarının karşılığını bulmuştum. Baudelaire, görüverip de bakışlarında yakaladığım hüznü tanıdık bulduğum ilk anlamlı dostlarımdan biriydi. Sonraları elime geçirdiğim defterlerinden, bu şairin babamın da kadim dostlarından biri olduğunu öğrenince, bu bunalımlı dostu yaşamımdan hiç çıkarmadım. Ergen iken sadece sevmişken, yaşlandıkça anlamaya başladım. Çok hüzünlüydü. Nefret, isyan doluydu. Sert dönemlerimin halden anlayan dostuydu. Mutsuz, kaynağı hiç azalmayan sıkıntılarla dolu bir ozandı. Şiirle ve şarapla yeryüzüne katlanmaya çalışan, teselliyi bulutlarda arayan, mavi göklerin özgür Albatros' uydu o. İnançsız, bağımsız, acılı.



Bir güz göğüsünüz siz, güzel, aydınlık, pembe!
Ama bende bir deniz gibi yü
kselir de bun,
geri çekilirken, üzgün dudaklarımda hep
yakan tadını bırakır acı çamurunun.

Kötülük Çiçekleri Çeviri:Sait MADEN


Sonra Tagore...

Çok dertli ileri yaşlarımda, onun sevgi dolu dost bakışlarıyla karşılaştım. İsyanımı bastırdı. Beni yatıştırdı. Bu günümden aldı, sevgi dolu çocukluğuma, sevdiklerimin yanına götürdü. O da babamın eski dostlarındandı. Hep bahsettiği, dilinden hiç düşürmediği "Büyüyen Ay" ı ilk bir kaç kez okuduğumda bana hiç bir şey ifade etmemiş, hatta sıkmıştı.
Unutulup bırakıldığı yerden bir gün alıp yeniden göz attığımda, şaşkın gözyaşlarımın arasından sevgiyi gördüm satırlarının içinde. Sevgiyle saklamaya çalıştığı gizli hüznü yakaladım. Sanki karların buzların arasında üşümüşken sıcacık bir odaya girmiş gibi, ya da çöl ortasında sıcaktan bayılmak üzereyken geniş gölgeli bir çınar ağacıyla karşılaşmış gibiydim. Babamı yeniden bulmuş gibiydim.
Aşk ve sevgi adamıydı Tagore. Sevgi onun bünyesinde ete cana bürünmüştü adeta. Kadınları sevdi, karısını sevdi, tüm insanları, çocukları özellikle sevdi. Ülkesini sevdi. Uğruna kitaplar dolusu şiirler yazdığı karısını ve hemen ardından, çok sevdiği evlatlarını kaybetti. Yine sevdi. Tanrıya yöneltti tüm sevgisini. Tüm insanlığa, insana yöneltti.
Şimdi biliyorum ki gerçek sevgiyi anlamak için yaşamak, yaş almak gerekirmiş. Ve yine biliyorum ki derdi anlamak ve paylaşmak, "gerçek anlamda" sevgiyi anlamak ve paylaşmaktan çok daha kolaymış. İnanmak inkar etmekten, bağışlamak silip atmaktan çok daha fazla zormuş. Zor olan severek tahammül etmekmiş bu dünyaya, nefret edip herşeyden vazgeçmek yerine.

Bu iki sevgili ozan benim etrafımdan hiç ayırmadığım iki dostum olmuştur. Çok kızgın olduğum , ihanete uğrayıp içim nefretle dolduğu zaman ta tepelere, bulutların arasına çıkar, başımı Baudelaire' in omuzuna yaslarım. Her zaman bana söyleyecek bir sözü bulunur. Beni dinler, teselli eder ama yanında uzun boylu kalmama izin vermez. O zaten yalnızlığı sever.
Sonra, önce yeryüzüne iner, ardından eğer hala yalnız hissediyorsam, bu kez daha da derinlere, sevgisi ile bilgeliğinin yüküyle indiği, tevazuyla saklandığı, engin denizlerin derinliklerine Tagore'ın yanına iner önce anlatmak, sonra usulca sazını dinlemek üzere dizlerinin dibine otururum.
Bana der ki:


Dostum;
kalbinin sırrını kendine saklama.

Anlat bana!...
Usulca
ve bana yalnızca.

Nazlı nazlı gülümserken
fısıldayıver kulağıma usulca.
İnan ki
kulaklarım değil;
yüreğim duyacaktır bu sesi,

Bak gece ıssız,
evse sessiz.
Ve kuş yuvalarında

yalnızca uykular kanat çırpıyor.

Anlat!...
Kararsız gözyaşlarınla;
ürkek gülümsemelerinle.
Anlat!...

Tatlı utancınla;
pas tutan acılarınla.
Anlat bana!...
Kalbinin sırrını
bana anlat.
Anlat

R.TAGORE

Çeviri:Fahri ÖZDEMİR



21 Mart Dünya Şiir Günü nedeniyle...

Hep sevgiyle kalalım...

Bir güzellik  

Posted by Asuman Yelen in , , ,



Sayın Haykırış,


Yok etmeye çalışmak yerine varlığımızı işaret ettiğiniz, düşmanlık yerine dostluk gösterdiğiniz, kara çalmak yerine üzerimize ışık tuttuğunuz, içtenliğimizi şüpheyle gölgelemek yerine inanarak kabul ettiğiniz ve bunu da bu çok şık ve nazik jestinizle ve emeğinizle ilan ettiğiniz için size çok teşekkür ediyorum.

Hep sevgiyle kalın...

Tagore' dan  

Posted by Asuman Yelen in ,




Hayatım taze iken bir çiçek gibi idi. Öyle bir çiçek ki, katmerliliğinden, bir veya iki yaprak düşse de bahar rüzgarı kapısına gelip dilendiği zaman bu kaybı asla duymaz.












Şimdi, gençliğinin sonunda, hayatım, idare edecek hiç bir şeyi olm
ayan, ve bütün tatlılık yüküyle kendisini tamamiyle teslim etmeyi bekleyen bir meyva gibidir.










Gecem, keder yatağında geçti, ve gözlerim yorgundur. Sıkıntılı kalbim, kalabalık neşelerle dolu olan sabahla buluşmaya henüz hazırlanmış değildir.

Bu çıplak geceye bir örtü çek, ve bu göz kamaştıran parıltıyı ve hayat raksını bir tarafa işaret ederek yanımdan uzaklaştır.

Senin naz
ik karanlık manton beni katlarının içine alsın, ve bir müddet dünyanın baskısından acılarımı korusun.




R.TAGORE
Yazarın Meyva Zamanı isimli eserinden alınmıştır.
Çeviri : İbrahim HOYİ



Seyredilesi şeyler  

Posted by Asuman Yelen in , ,




EZEL


Büyük büyük saray yavrusu evler, o evlerde yaşayan şık, güzel genç yaşta başarının zirvesine ulaşmış kızlar ve delikanlılar, karşılıklı- karşılıksız, gerçek-yalan uzatmalı aşklar, ayrılıklar, barışmalar, cilveler, kaprisler, daha başladığı anda sonunun ne olacağı belli, oyuncu ağzını açmadan ne söyleyeğinden emin olduğumuz tren yolları gibi uzayıp giden dizilerden, töre dizisi gibi başlayıp aşk dizisi olarak devam eden dizilerden, her biri diğerinden şirin olmaya çalışan, baba sanatçıların abartılı "sempati dilencisi" tavırlarla reyting kaygılarıyla oradan oraya koşuşturdukları, yardımseverlik ve fedakarlıklarla bezeli, şirin aile dizilerinden, komedi bağırılarak yapılır, ne kadar yüksek ses o kadar kahkaha anlayışıyla yapılan gürültülü komedilerden gına gelmişken beni ekran karşısında sabitleyen gözümü ayırmadan izlediğim bir kaç diziden biri Ezel. (Amanın bu tek cümleymiş)

Ortalarında bir yerlerde yeğenimin tavsiyesiyle izlemeye başladığımda oyunculukları, replikleri, ayrıntıları, geri dönüşleriyle, dinamizmiyle dünya sinemasını aratmayacak güzellikteki anlatımı, ve tabii başta Kenan İmirzalıoğlu ile birlikte Tuncel Kurtiz ve diğerlerinin canlandırdığı karakterlerin güçlülüğü, oyuncuların oyunculuktaki ustalıkları fena halde etkiledi. Bir dikkatimi çeken yanı, baş rol karakterlerinin alışılmış, standart, mükemmel genç kız ve delikanlıdan hayli uzak tipler olmasıydı. Hemen her boş vaktimde kalan bölümlerini de izledim, izledikçe beğendim ve bu gece seyrettiğim bölümle mest oldum diyebilirim. (Bu post uzun cümleler postu oldu)

İmirzalıoğlu' nun daha önce bir başka dizisini de aynı zevkle izlemiştim. Uğur Yücel' le oynuyordu. Ezel' deki Ramiz bilgeliğinde bir kuşçu karakteri vardı. Tatlı Trakyalı ağzıyla hayat dersi tadında güzel felsefi cümleler kurar, akıl verirdi. Senaryo yazarının adeta sözcülüğünü yapan, saygı uyandıran bu karakterler benim hep hoşuma gitmiştir.

Sıra dışı senaryo, güzel oyunculuk ve ayrıntılarda gizli hoşluklarıyla farklı ve tüm bunların yanında hayli sürükleyici kaliteli , sinema filmi tadında bir dizi seyretmek isteyenler için tavsiye olunur...

Hep sevgiyle kalalım...

Çok güldüm  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Olmaz böyle şey!...

Çocuklar bilgisayarıma yeni format atınca çok uzun zaman önce çok severek oynadığım bir oyunu yeniden oynama imkanı buldum. Mutlaka çok kişi biliyordur. Hayvanat bahçesi. Bir arsa üzerinde bir bölüm, ki bu bölümler seçtiğiniz hayvana göre değişiyor, toprak parçasının etrafı yine her hayvanın cinsine göre seçeceğiniz demir, tahta, mermer vs.bir çit, kafes ya da duvarla çevriliyor, hayvanlar, erkek ve dişi, içeri alınıyor sonra burada seçtiğiniz hayvanın en sağlıklı ve mutlu bir şekilde yaşamını sürdürebileceği habitat hazırlanıyor. Üzerine basacağı toprağın cinsi, su miktarı, yerdeki taş adedine kadar, dikilecek ağacın sayısı ve cinsi yaptığınız her hareketle hayvanların başı üzerinde oluşan yeşil gülen ya da kırmızı kızan kalplerle en doğrusu araştırıp bulunarak hazırlanıyor. Oyunun seviyesine göre sayıları on ila onbeşle sınırlı habitat hazırlanıyor. Bu arada buraya gelen insanların para bırakması için büfeler, lunaparklar kanepe ve koltuklar yerleştiriliyor. Oyun böyle sürüp gidiyor...

Bu sabah başladım oynamaya. Bütçe 50.000 dolar. Bir habitata iki Bengal kaplanı koydum. Uygun şartları oluşturup hemen birden bahçeye dolmaya başlayan insanlar için bir lunapark, birkaç büfe, tuvalet, oturacakları yerleri yerleştirip ikinci habitatımı hazırlamaya koyuldum. Aslanlara uygun yarısı taş yarısı demir duvarı ölçüye uygun bir şekilde 10 a sekiz oranıyla çevreledim bu arada oraya birikmiş olan insancıklar süratle boşalttılar alanı, ben de kilitledim ve bir erkek bir dişi aslanı içine koydum. Bir de ne göreyim, birdenbire aslanlar bir köşedeki mavi kazaklı kaçamayan bir seyircinin üzerine atlamaz mı. Kükremeler çığlıklar, parçalayacaklar adamı. Paniği atlattıktan sonra oyunu dondurdum. Aslanları çıkardım, kafesi açtım ve oyunu tekrar başlattım.

Bundan sonra oyun bitene kadar emin olun hiç durmadan güldüm.Emin olun kahkahalarla güldüm. Şimdi de gülüyorum.

Oyunu yeniden başlatınca yerde kıvrılmış yatan cam göbeği mavi kazaklı adam ayağa kalktı şaşkın şaşkın sağına soluna baktı, kolunu bacağını oynattı, önce seviçle zıplamaya sonra taklalar atmaya başladı. Sersem sepet zıplaya hoplaya kapıyı buldu. Taklalar atarak kalabalıkların yanına değil taa uzaklara gitti ve yokoldu. Helal olsun her ayrıntıyı düşünmüşler dedim ve oynamaya devam ediyorum aradan bir-kaç dakika geçti, baktım uzaklardan cam göbeği bir görüntü giderek yaklaşıyor. Yakına gelince tanıdım. Aynı adam kollarını bacaklarını savurarak taklalar atarak geldi... geldi... yine aynı şekilde uzaklaştı. Ve gözlerime inanamadım, oyun bitene kadar en az yedi- sekiz kere turladı. Benim gülmaktan gözlerimden yaşlar boşandı.
Biri bunu bana izah etsin. Bu kadar ayrıntı nasıl düşünülür, benim kişisel hatamla bir tesadüf olarak saldırıya uğrayan bu adamcık nasıl bu çılgın turları atmaya programlanır aklım ermedi. Ama keşke birinizin daha başına gelse. Uzun zamandır böyle çılgınca gülmemiştim, böyle şaşırmamıştım.

Dün radyonun içine insanlar nasıl sığdı diye düşünen bir nesil için bu kadarı çok fazla doğrusu.

Ümit  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,

Geçen yıl yayınladığım Geçmişten Kırıntılar isimli yazımın bir yerinde 14-15 yaşlarımdayken hissettiğim platonik bir duygudan bahsetmiş o yaşlarda yazdığım, o tarihteki duygularımı anlatan (acıdan (!) altına tarih düşmeyi unutmuşum ama altmışların ikinci yarısı olduğu kesin) bir şiirimi sonuna ilâve etmiştim. Öykü Atölyesi' nin "karşılıksız sevdalar " kavramı ile ilgili beklentisini karşılar mı bu yeni yetme gencin kalp çarpıntıları bilemem...







“Sevmek istedi genç kız,

Çocuk ağlamak

Genç kız mutluluk aradı aşkta

Çocuk annede şefkat.




Ansızın gördü delikanlıyı genç kız

Çocuk düştü kanattı dizini

Çarpmaya başladı genç kızın kalbi,

Çocuğun gözyaşları akmaya


Heyhat, delikanlı anlamadı genç kızı,

Kendisi için çarpan kalbi bilmedi.

Tokatladı annesi düşen çocuğu,

Zavallının gözyaşını bile silmedi.

Hacer ve buzağılar  

Posted by Asuman Yelen in ,

Kanaltürk Haber


Haberi televizyondan izlerken boğazıma birşeyler tıkandı kaldı. Deprem sonrasında küçük bir kız çocuğu kendisi üşüyüp titrerken anneleri ölmüş olan iki buzağıyı bulduğu battaniyelerle sarmış sarmalamış yanına gelen haberci soruyor: "Sen üşürken niçin kendin sarınmıyorsun da bu yavruları sarıp sarmalıyorsun?" Çocuğun cevabı: "Çünkü onları çok seviyorum. Anneleri öldü onların da ölmesini istemiyorum. Hem sonra onlar da ölürse bize kim süt verecek, aç kalırız sonra."

13 yaşında bir kız çocuğu Hacer. Tüm diğerleri gibi korkunç bir depremin şokunu yaşıyor. Yetmemiş, öksüz kalan yavru inekleri için üzülüyor, onları teselli etmeye çalışıyor. Diğer yandan 13 yaşında bir kadın Hacer. Gelecekle ilgili kaygılar taşıyor. Buzağıların karnını doyururken, onları sarıp sarmalarken hatta kucağına alırken endişeli bir anne hüviyetine bürünüyor.

Çocuklar...Keşke her birinin onları tüm korku ve kaygılardan koruyacak birer sihirli değneği olsaydı. Kim dayanabilir ki onların üzülmesine. Hele bir de yetişkinlerin ihmali, cehaleti vurdumduymazlığı neden olunca ....

Artık haberleri izlemeyeceğim...


Kerpiç  

Posted by Asuman Yelen in , , ,

Hayatımın en güzel yılları

Sekiz dokuz ve on yaşlarımı dolu dolu, tastamam üç sene Adıyaman' da geçirdim. Çok güzel yıllardı, hatta rahatlıkla söyleyebilirim yaşamımın en güzel yıllarıydı. Bol bol emin sokaklarında daha doğrusu tarlalarında oynayabildiğim, bir meyva ağacına sırtımı dayayıp o ağacın meyvalarını yiyerek püfür püfür esen rüzgarla keyiflenerek bol bol kitap okuduğum, rehavet çökünce de kaykılıp uyuduğum, akşamında babamla iş dönüşü akşam şarkıları söyleyerek dere kenarında vali konağına ya da yatılı okul binasına kadar kurbağa sesleri arasında yürüyüşler yaptığım, hafta sonlarında mutlaka doğa harikası bağ ve bahçelerde düzenlenen pikniklerde çılgınlar gibi eğlendiğimiz harikulade üç yıldı.

Şu gün elime bir fırsat verilse, ne bileyim, örneğin bir peri sihirli değneği ile ya da Alaaddin sihirli lambasıyla yanıma gelse ve benden bir tek şey dile hemen yerine getireyim diyecek olsa (bu konu üzerine çok kafa yorduğum için emin olarak söylüyorum) uyuyakaldığım o ağacın altında uyanmak, çağrıldığım sofraya oturmak, "çok kötü, karmakarışık rüyalar gördüm..." diye söze başlayacakken unutuverip yaşamıma oradan devam etmek isterim.

Amacım, anılara dalmak, duygusallaşmak, özlem gözyaşları dökmek değil kesinlikle. Dün Elazığda olan ve elli küsur insanın pisi pisine yaşamını kaybettiği üzücü depremle ilgili olarak bahsi geçen, ev yapımında kullanılan "kerpiç" isimli malzeme ile ilgili bir şeyler söylemek aslında.
Adıyaman' ın dağları, tarlaları, dereleri, ağaçları ve yemyeşil bahçeleri gibi muhteşem doğa manzaralarının yanı sıra, hiç unutmadığım çok sıklıkla şahit olduğum insan manzaraları da zaman zaman bir koku, bir şarkı, ya da bir olayla (dünkü deprem gibi) aklıma geliverir.

İnsan manzaraları

Örneğin Adıyaman' da bazan çok yakından bazan uzaklardan gelen ama mutlaka gelen bir davul zurna sesi vardır. Bitmek bilmeyen düğün derneklerin göstergesidir bu. Eğer düğün yakınlardaysa, evin bahçesinde ağır ritmli, adeta ritmsiz ve kesintisiz bir zurna eşliğinde kadınlar çok ağır ve küçük adımlarla tek bir yana doğru ilerlerler. Çok uzun ve dikkatli bakmazsanız hiç yer değiştirmediklerini sanırsınız. Bu günlerce sürer. Bu arada çeyiz bakılır, hediyeler verilir, toplarla kaçak kumaşlar ortaya dökülür. O bir gurup kadın durmaksızın küçük küçük hep salınır durur.

Dere kenarlarında tokmaklarla vura vura çamaşır yıkayan bir gurup kadın hep vardır. O tokmağın sesi, suyun şırıltısı, kurbağaların viyaklaması kadar süreklidir. Hiç bitmez.

Sokaklarda bitmek bilmeyen bir eşek trafiği vardır. Her türlü ulaşım eşekle yapılır. O tarihlerde Adıyaman' da bir tek valinin makam arabası vardı. Daha önce de bahsetmiştim. Eğer kadınlı erkekli bir gurup söz konusuysa eşeğin üstünde oturanlar kesinlikle erkek, yuları çekenler ise sırtlarında ve yanlarında bebeleriyle kadınlardır.


Ve kerpiç evler

Camımıza oturduğumuzda ya da sokaklarında yürürken çok rastladığımız bir manzara da (hemen hemen her gün) kerpiç yapan insanlardır. Karşımızdaki tek katlı binanın önünde ilk defa rastladığımızda babamın " olmaz böyle şey" dediğini çok iyi hatırlıyorum.


O tarihlerde Adıyaman' da bütün evler kerpiçten yapılırdı. Sanıyorum malzemenin ucuzluğu, yapılmasının kolaylığı buna çok büyük etkendi. Ama benim de çok haklı bulduğum bir sebepleri de serin tutmasıydı sanırım. Adıyaman' ın yazı o kadar sıcaktı ki, İstanbul' dan iki gün üç gece yol katederek gelen akrabalarımız, bu yolu göze alamadıkları için kaçıp dönemez, söylenir dururlardı. Bizim evimiz iki katlı ahşap bir binaydı çünkü ve buram buram yanardı. Tek katlı kerpiç evlerin içi loş olmakla birlikte püfür püfür serin olurdu.

Çok iyi hatırlıyorum. Bir tarafta kovalarla su, bir yanda da bir kum veya toprak tepeciği olurdu. Bir teknenin içinde su ile toprak çamur haline getirilir kürekle tahta kalıplara dökülürdü. Onlar kuruyana kadar bekletilir, sertleşince kalıplardan çıkarılır bir tarafa yığılırdı. Sonra o gri renkli tuğlalar üstüste konur, aralarına konan balçık gibi bir şeyle yapıştırılarak duvar meydana getirilirdi .Ben dolgu maddesini de aynı çamurun biraz daha sıvı hali diye hatırlıyorum ama çocuktum ve üzerinden neredeyse yarım asır geçti. Yanılıyor olabilirim.

Deprem yaşamımıza daha henüz girmemişti. Ben camdan seyrederken tekneye önce toprağın kürekle atılışını üzerine su dökülüp uzun tahtalarla belirli kıvama getirilmesini izlemek çok hoşuma giderdi. Babam annem hayretle ve endişeyle izlerler "olacak şey değil" "bir rüzgarda ufalanır" "vah vah vah" şeklinde aralarında konuşurlardı. Allahtan bu evler hep tek katlıydı ve orada olduğumuz sürece bir evin yıkıldığını hatırlamıyorum. Yazın serin kışın da sıcak tuttuğu söylenirdi.

Üzerinden geçen bunca seneden sonra artık orada da kerpiç evlerin çoktan tarihe karıştığını sanıyordum ama Elazığ olayını duyunca sevdiğim bu şehir için endişelendim doğrusu. Uzun zamandır orada da özellikle Gölbaşı merkezli bir deprem olasılığından söz edildiği şu günlerde umarım çarçabuk gereken önlemler alınır.


Allah tüm insanları felaketlerden korusun.


Hep sevgiyle kalalım...

Dünya Kadınlar Günü  

Posted by Asuman Yelen in , , ,


Kadın emekçilerinin mücadelesi 1800 lü yıllarda ABD' de kadın tekstil işçileri tarafından başlatılmış. Çalışma şartlarını beğenmeyen ve hakettiklerini alamayan kadınlar sonuçta greve gitmişler. Patronlar yayılmayı önlemek için grevci işçilerin üzerine kapıyı kilitlemişler. Bu arada aniden başlayan yangın sonucu 129 kadın işçi yanarak ölmüş. Sonraki senelerde hareket yayılarak devam etse de somut bir sonuç alınamamış.

Dünya kadınlarına ait bir günün ilan edilme kararı 26-27 Ağustos Kopenhag Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında kabul edilmiş. 1912 yılından itibaren de kutlanmaya başlanmış. 8 Mart olarak kutlanmasına da 1921 yılında karar verilmiş. Dünya savaşlarında kesintiye uğramışsa da 60 lı yılların sonunda önce ABD olmak üzere birçok dünya ülkesinde yeniden kutlanmaya başlamış.

Dünya Emekçi kadınlar günü 1977 yılında da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu' nda resmen kabul edilmiş. Türkiyede 1975 yılından itibaren çeşitli etkinlik ve yürüyüşlerle kutlanmış, kongreler düzenlenmiş, 1980 askeri darbesiyle kutlamalar 1984 e kadar kesintiye uğramış, 1984 yılından sonra günümüze kadar sayıları gittikçe artan kadın kuruluşlarının katılımıyla kutlana gelmiştir.

Çeşitli kaynaklardan öğrendiğimize göre tüm dünyada kadınlar iş gücünün % 65 ini oluşturduğu halde gelirin sadece % 10 una sahip olabiliyorlar. Ülkemizde ise bu durum daha da içler acısı boyutlarda. Bu sömürüye ilave olarak, dayak yiyorlar, üstlerine kuma getiriliyor. Töre, ilkel kıskançlık cinayetlerine kurban ediliyorlar. Kızlar okutulmuyor. Küçük yaşlarda istekleri dışında evlenmeye zorlanıyorlar. Evlenir evlenmez çoğu şiddetle karşılaşıyor ve sosyal güvenceleri olmadığı için bu zulüm sürüp gidiyor.

Tüm bu gerçekler göz önüne alınınca 8 Mart Dünya Kadınlar Günü' nün "kutlanması" değil de "idrak edilmesi" gerekirken ve bu işlev kısmen yurdumuzda da birçok kurum ve kuruluşlarda çeşitli etkinliklerle yerine getirilirken, yığınlarla kadınımız da bir telaş kuaförlere, beyler zorunlu olarak kuyumculara koşturuyor. Çiçekçiler, bir çok mağaza ve eğlence yeri sahipleri Red Kit' in cenazecisi gibi zevkle ellerini ovuşturuyor. Keyifle ve hevesle "eller havaya" moduna giriliyor.

Artık biraz daha ciddileşmemizin zamanı gelmedi mi diyorum. Niçin hiç sahip olamadığımız haklarımızın, elde edemediğimiz özgürlüklerimizin, her alanda yok sayılan emeklerimizin, sırtımızdaki sopanın ve geçmişten geleceğe çok uzun bir hesabın üzerinde en azından düşünmek yerine "bir gün daha eğlenelim, ooh ooh eller havaya" diyoruz. Serdar Ortaç, Sibel Can ve diğerleri hiç bir yere kaçmıyor. Kutlanacak o kadar çok günümüz var ki.

Dünya Kadınlar Günü, tüm kadınlarımıza kutlu olsun...

Red Kit ve Daltonlar  

Posted by Asuman Yelen in , , ,

Red Kit ve Düldül




Red Kit ve atı nadir ele geçirdikleri bir dinlenme anındadırlar.

"Dostum Düldül haydutlar bizi biraz rahat bıraksa. Daltonlar hapisten kaçmasa. Seninle satranç oynamayı çok özledim.

"Tamam patron. Hemen getiriyorum."





"Hadi patron ne çok düşündün, ooohhooo..."

"Biraz bekle dostum, at elimde kaldı. Nasıl oynayacağıma karar veremiyorum. "

"İ- hhi hhi hhi.. Atlarla başın dertte. Sıra bende. Hala öğrenemedin şu oyunu. Şah mat."






Bu arada Red Kit' in sevgili köpeği Rin tin tin kulübesinin önünde
kahramanca etrafı kollamaktadır.

Zaten Rin tin tin o çevrenin en kahraman köpeğidir. Red kit' in de sağ kolu.







Dalton Biraderler

Her zamanki gibi hapistedirler..

Joe: "Hemen burdan kurtulup Red Kit' i gebertelim."

Jack: "Hemen Joe."

William: "Tabii Joe"

Avarel: "Ben acıktım, yemek ne zaman? "


On bin yüz elli beşinci kez kaçmaya karar verirler.

Tünel kazarlar. Kazma işi bitince karşılarına bir Çinli çıkar

Joe: "Çok kazmışız, Allah kahretsin. Çok uzağa gitmişiz çok uzağa!...

Jack: "Allah Kahretsin..."

William: "Allah kahretsin..."

Güleç yüzlü çinli atılır: "Korkmayın bayım. Çin' de değilsiniz. Burası hapishanenin mutfağı. Ben de Çinli Aşçınızım."

Avarel: " Çok Şükür. Ben acıktım yemek ne zaman ?"




Saloon

Daltonlar sonunda kaçar. Red Kit her zaman olduğu gibi enselerindedir. Sonunda salonda sıkıştırır. Silahlar patlar. Herkes bir yere siner. Sahnede Can Can kızlar daha bir coşkulu danslarına devam eder, şarkılarını söylerler.

"Par ma ğı nı gö zü ne sok de me dim mi...

Yum ru ğu nu bur nu na çak de me dim mi..."







Bu arada Daltonlar' ın en bıçkını Joe baş dansçı Bayan Karabina' yı uzun yalvarmalardan sonra evlenmeye ikna edebilmiştir. Sevinçle kardeşlerine haber verir.:
"Yaşasın... Madam Karabina ile evleneceğim. Joe Karabina olacağımmm..."

Joe: "Yaşasınn..."

Jack: "Yaşasınnn...
"
William: " Yaşasınn..."

Avarel:Düğün pastasını ne zaman yiyeceğiz?"




Daltonlar Meksikada

Bu arada bir şekilde Meksika' ya kaçan daltonlar kılık değiştirip bir festivale katılırlar. Tabii Red Kit de peşlerindedir. Ellerine birer gitar alıp sanatçıların arasına karışırlar.Şarkı söylemeye başlarlar.

Ay ay ayy ay- ay ayyay yayy...

Avarel elindeki telleri kopuk gitarı diğer kopuk telli gitar yığınının içine atar. Kardeşlerine seslenir:

" Bu gitarı da bitirdim. Bana yenisini verin."




Ve tanıdık final



Sonunda Red Kit onları on bin yüz ellialtıncı kez içeri tıkar.

Dalton Biraderler bu sefer psikolojik bunalıma girmişlerdir artık. Yerdeki bütün taşları Red Kit olarak görüp un ufak edince hapishane çöle döner. Müdür onları tedavi etmesi için koğuşa bir psikolog yollar.






Kahramanımız ise görevini yapmanın rahatlığı ile her zamanki şarkısını söyleyerek evine doğru yola koyulur.

"Ben kim se siz yal nız bir kov boo yuummm"






Hep sevgiyle kalalım...


Yağmurun hatırlattıkları 6  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,

Yağan yağmur bu kez bana bir demet gül, gözyaşları ve küçük kahkahalarla karışık, anı dolu, geçmiş dolu bir sohbetle içilen onlarca bardak çay, konuşarak ve susarak geçirilen, çıtırdayan soba kadar sıcak bir öğleden sonrası muhabbetini hatırlattı. Aynı sıcaklıkla devam edecek olanların ilkini.

Ve çok sonrasında ve sıklıkla ve derin bir hüzünle dinlenen bu çok güzel şarkıyı.

Aysel Gürel' i ben bu şarkısından sonra yürekten sevdim.

gözlerin su yeşili


Gözlerin Su Yeşili


Birdenbire çıkıverip gel,


Şaşırsın kalbim sesimden önce.

Ne güzel olur

Bilsen ne güzel

Çıldırırım ben seni görünce..




Önce yokluğunu anlatırım sana

Sonra geçer aynaya süslenirim

Sonra da mavi bir çaydanlıkla

Sana sıcak bir çay demlerim.


Küçük mumlar yakarım sehpada

Kokulu otlar tüter tablada

Anlat derim nasıldı uzaklar?

Beni unutmadın ya..


Saçlarımı alırsın avucuna

Gözlerin yine öyle su yeşili

Akar durur ruhuma..


Birdenbire çıkıverip gel,

Şaşırsın kalbim sesimden önce.

Ne güzel olur

Bilsen ne güzel

Çıldırırım ben seni görünce..

Aysel GÜREL


Yaratıcı Blog Ödülü  

Posted by Asuman Yelen in ,


Sevgili Aslan Bey' e bana yönlendirdiği bu güzel ödül için çok teşekkür ederim.

Çok yakınlarda hemen tüm arkadaşlarım benzeri soruları yanıtladıkları için ve blog aleminde çok da geniş bir çevrem olmaması nedeniyle, sadece kendi ilginçliklerimi (bitmek tükenmek bilmeyen) bir kez daha sıralamakla yetineceğim.

1-Her şey yolundayken ve keyfim yerindeyse az yerim. Hele çok mutlu olursam iyice iştahtan kesilirim. Gelen, beni çok mutlu eden bir telefon, o sırada yemekte olduğum bir şeyi yemekten vazgeçmem için yeterlidir. İğne ipliğe de dönsem canlılığımı yitirmem. Bunalımdaysam tam tersi, sürekli yer ve yedikçe kötülerim.

2-Sıkı bir Red Kit fanatiğiyim. Çok yavaş okur, her kareyi, tiplerin bıyıklarının kıvrımlarına kadar inceler, her baktığıma gülerim. Hala eskileri aynı zevkle okuyorum.

3-Son on yıldır Puzzle (son bir yıl hariç) hayatımın bir parçası oldu. Çok renkli komik olanlarını tercih ediyor, onları zamana bölerek bazen l5 günde bazen 1 ayda tamamlıyorum. Genelde sabırsızken puzzle da çok sabırlıyım. Bana huzur veriyor.

4-Annemden genlerimize geçtiğini düşündüğüm, hepimizde olan bir hafif şaklabanlık durumu var. Kendimden söz ettiğime göre, arkadaşlarımla bir araya geldiğimde genellikle GÜM (güldürü üretme makinesi) ben olurum. Havamda isem ortalığı kırar geçiririm.

5-Çok büyük bir çığlıkla hapşırırım. Sokakta herkes dönüp bakar. Yanımdakiler irkilir. Çalıştığım sırada bankada iki üst kat servisteki arkadaşımın telefon açıp "çok yaşa" dediğini hatırlıyorum.

6-Kağıt oyunlarından Kanastayı çok severim. Yazın balkonda sabahlara kadar (Yeğenlerimle) oynar çok zevk alırım. Bir de tatilde gittiğim yerlerde.

7-Zeytinyağlı yemekleri güzel yaparım.



Hep sevgiyle kalalım...

Blog Widget by LinkWithin