Biz insanlar  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,


İnanılır gibi değil

Bugün korkunç bir hayal kırıklığı yaşadım.

Benim çok sevgili, eşsiz, bir tanecik kız kardeşim Rayuş' um bana, hiç itiraz etmeden, karşı sav ileri sürmeden, suratını dahi asmadan gözümün içine bakarak, hatta gülümseyerek , “haklısın” dedi. Kalakaldım, derin bir nefes alıp ağzımı açacakken, kurduğum uzun cümleleri art arda kullanmaya hazırlanmışken ağzım açık öylece kalakaldım. Keyfim kaçtı, kollarım iki yana düştü. Kahvemi nasıl içtiğimi bilemedim. Akşama kadar bunu nasıl sindirebileceğimi, bundan sonraki kahve fasıllarını bu şartlarda nasıl sürdürebileceğimi bilmiyorum.

O eski günler

Onunla atışmalarımız ne güzeldi yıllardır halbuki. Ben ukala yengeç, sürekli akıl verir, tenkit eder, önerilerde bulunurdum. O da sürekli itiraz eder, bir adım bile geri gitmezdi. Ne önerdiğim pilav tenceresini kullandı, ne kahvenin suyunu kahve ve şekerden önce koymaktan vazgeçti, Yıllardır bir kerecik de hatırım için olsun pırasa ve ıspanağa salça koymamazlık etmedi. Vaktinde doktora gitmedi. Fincanla çay içmedi, etek giymedi, fular kullanmadı. O benim mutfağımda çok yemek yaptığı halde, bana soğan bile doğratmadı.

Ve bu sabah

Aslında her şey yıllardır yaşandığı gibi başlamıştı. Sabah paçozun “hav” ıyla uyanmış, kahvaltımı yapmış, bilgisayarıma bir göz atmış, ortalığı toparlamış, tam vaktinde kahve içmek üzere kapısını çalmıştım. Kapıyı her zamanki tebessümüyle açtı, öpüştük, mutfağa geçtik, ben koltuğuma yerleşirken o çoktan hazırlayıp karıştırdığı cezvenin altını yakmıştı. Ben hep yaptığım gibi eleştirel bakışlarla onun her hareketini inceliyordum. Beline sardığı yün şalının püskülleri hırkasının altından görünüyordu. Ayağının hafif aksadığını fark ettim. “Ağrın mı var “ diye sordum. “Hiç sorma” dedi, “Sağ dizim kötü, dün gece ağrıdan uyuyamadım.” Hemen atladım. “ Seni bu incecik kilim mahvetti. Yıllardır söylüyorum. Burası ormanın kıyısı. Rutubet diz boyu. Seremedin şöyle kalın korunaklı bir halı. Mutfakta çok vakit geçiriyorsun. Bu soğuk taşlara bel, diz dayanır mı.” Nefes almak için durdum. Yeniden başlamak üzere ağzımı açıyordum ki o talihsiz kelimeyi işitti kulaklarım. “Haklısın.” Yanlış duydum herhalde diye düşünerek aynı hızla lafa başlayacakken devamı geldi. “Çok haklısın Asu' cum. Buraya yeni bir halı şart.” Gülerek bir şeyler daha söyledi ama ben bu yeni durumu hazmetmeye çalışırken hiç birini duymadım. Düşünüyordum: Tanıdığım benimsediğim Rayuş, şöyle demeliydi. “ Yok canım, senelerdir aynı kilimi kullanıyorum. Ne alakası var?” Ben heyecanlanacak, “ alakası nasıl olmaz, taş bu çeker...”şeklinde devam edip bir dolu şey anlatacak, filanca hanımı örnek gösterecektim. O çenesini havaya dikecek, sürekli başını iki yana sallayacak, benim sesim giderek tizleşecek sonunda “bir kere de sözümü dinle” ya da “senden büyüğüm herhalde vardır bir bildiğim”sitemini yapacak, o ise kurnazca susacak, sonunda ben “aman nasıl bilirsen öyle yap” dedikten sonra “ver şu fincanını da falına bakiiym pis oğlak” deyüp fal faslına geçecektim. Sessizce uzanıp aldığım fincanını uzun uzun inceledim. Bir şey gördüğümden değil, bu duruma niçin sevinmeyip aksine mutsuz olduğumu anlamaya çalışıyordum balık, kuş, yol hikayeleri uydururken. Birden aklıma bir olay geldi.

Talihsiz şoför

Birkaç sene önceydi sanırım. Bir minibüste, şoförün yanındaki ön koltukta oturuyordum. Kırmızı ışıkta beklediğimiz sırada birden arkadan aldığımız hayli sert bir darbeyle sarsıldık. Her zaman olduğu gibi göz ucuyla bindiğimden beri şoförü incelediğim için, o ana kadar sapsarı bedbin suratlı, mutsuz ,bıkkın bir halde direksiyonun arkasında oturan adamcağızın birden kulaklarının oynadığını, gözlerinin parladığını, yüzüne renk geldiğini, adeta canlandığını ve, evet yanılmıyorum,mutlu olduğunu şaşkınlıkla ve dehşetle fark ettim. El frenini çekti, atletik bir şekilde dışarı zıpladı ahanda yedim seni dercesine kendinden emin, mağrur, çarpan kamyona seğirtti. Kamyon şoförü bizimkinden çok daha iri canavar suratlı biriydi. Ne gam, bizimki haklıydı ya.

Birbirlerine doğru yürüdüler. Bizimki mağrur karşı tarafın çemkirmesini bekledi. Hiç beklenmedik bir şey oldu. Canavar yüzlü adam masum, mahsun bir tavırla “kusura bakma abi” dedi, cüzdanını çıkardı. “Söyle, neyse ödiym.” Bizimki allak bullak olmuştu. Yüzü yeniden sarardı, bakışları acılaştı. Omuzlar düştü. Sıktığı yumruklar çözüldü. Acıdım haline.

Sonrasında, o, aynı sarı yüz ve bedbin hareketlerle direksiyon sallarken onun ne düşündüğünü canlandırmaya çalıştım belleğimde. Her halde “Kör talih” diyordu. “Kırk yılda bir haklı olduğum bir durum çıktı, kavga bile edemedim. Sümsük herif, kalıbından da mı utanmadın. İnsan iki kelime söyler, sesini yükseltir, pis korkak. Kazara ben ona dokunmuş olsam dayağı yiycektim şimdi. Şansa bak. Ne güzel kafa atacaktım burnuna. Adam iki kelime etme fırsatı bile vermedi. Zaten şanslı olsam anam beni kız doğururdu”

Dingin bir tavırla fincanıyla ilgili söylediklerimi dinleyen bir tanecik kız kardeşime baktım ve düşündüm. Biz insanlar ne karmaşık yaratıklarız!...

Umarım yarın aramızdaki bu garip durum düzelir ve biz atışmalarımıza kaldığımız yerden devam ederiz...


Hep sevgiyle kalalım...

Baki kalan bu kubbede  

Posted by Asuman Yelen in

Bilin bakalım Alaaddin Yavaşça'ya eşlik eden bu sivrisinek soprano kimmiş?

Dede Efendi'nin Şevk-efza makamındaki bu şarkısını ilk defa Selma Sağbaş'tan dinlemiştim. Sene 1990'ların başı. Uzun aramalardan sonra nihayet bulabildim.

Aslında bu kadar ince tonda zorlanırım ama böyle söylemek zorunda kaldım.

Bâki kalan bu kubbede tiz bir sedayım işte.

Hep müzikle kalalım...


Şarkıyı indirmek için tıklayın

Onyedi sene önce...  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Onyedi sene önce bu gün İzmir' de hava günlük güneşlikti. Çok samimi bir arkadaşımın kızkardeşini arkadaşımla birlikte ziyarete gitmiştik. Üniversiteyi bitirip birkaç yıl da İngiltere' de kalan bu kardeşimiz istediği gibi bir işi bu kentte bulmuş, bir yıla yakın bir süre çalıştıktan sonra bir ev alıp çok sevdiği bu kente yerleşmeye karar vermişti.

Ablasıyla beraber ziyaretine gittiğimiz o tarihlerde evinde birkaç çok lüzumlu mutfak gereci ve buzdolabı, çamaşır makinesi, bir de salona ve odalara serdiği birkaç halıdan başka eşyası yoktu. Ve maalesef bir de televizyonundan başka. Maalesef diyorum çünkü çok ağladık 17 sene önce bu gece o aracın karşısında.

Halbuki çok şirin bir tatil geçiriyorduk. Hafta ortasında gitmiştik. O çalıştığı için biz arkadaşımla gündüz İzmir'i dolaşıyor, akşam yere atılmış minderlerin üzerinde cin-toniklerimizi ya da şaraplarımızı yudumlarken geçmişten, gelecekten, o günden sabahlara kadar sohbetler ediyorduk.İki-üç yaşlarındayken bana kahvaltıya gelirdi. Fatih' te karşı apartmanda oturuyordu. Benden bazen tulumlu bazen tulumsuz peynir isterdi. Ya da saçlarına çatalsız toka takmamı. İlkokuldayken matematik dersine, Lisedeyken İngilizcesine yardım ederdim. Ablasına kızar bana şikayete gelirdi. Tüm bunlardan konuşuyorduk. Sonra o İngiltere' den, biz burada olan bitenden bahsediyorduk. Bazı geceler akşam dışarda yiyorduk. Çok iyi hatırlıyorum açık havada yiyorduk akşam yemeğimizi. O günlerde İzmir' de bahar havası vardı adeta. Çok soğuk bir İstanbul' dan gittiğim için yanıma aldığım kalın mantomu hep kolumda taşıyor, gündüz güneş gözlüğü takıyordum.

O pazar da ılık ve güneşliydi. Birlikte gittiğimiz yerin adını hatırlamıyorum ama teleferik ya da benzeri bir şeye binmiştik. Çok güzel bir pazar geçirdiğimizi hatırlıyorum.

Eve gelip televizyonu açtığımızda (ki sadece haberleri izlemek için açıyorduk) aldık kötü haberi. Donduk kaldık önce. Cumhuriyet Gazetesindeki köşesini hiç aksatmadan okurdum. Başka köşe yazarları da vardı zevkle okuduğum ama sanki o hepsinden farklı gelirdi. Daha cesur, gözü kara, hiç korkmadan, çekinmeden yazan, olduğu gibi ve sanki hiç gölgesi, defosu, sapması, geri adımı olmayan tek kalemşörümüzdü.

O ılık İzmir gecesinde, üzüntü ve daha çok öfkeyle akıttığımız gözyaşlarıyla, büzüştüğümüz minderlerimizde karlı, bol insanlı, mumlu, çiçekli Ankara manzaralarını ürpererek izlerken, temiz bir elin tuttuğu, sadece doğruyu yazan bir kalemin, lekeli ellerin iğrenç silahlarının kalleş kurşunlarına bir kez daha mağlup oluşuna sessizce isyan ettik.

Mim kardeşliği  

Posted by Asuman Yelen in , ,


-->

Sevgili Arkadaşım Leylak beni mimlemiş. Şu meşhuur 7 ilginç yan meselesi...
Blog işine yeni girdiğim zaman her gördüğümde düşünmüştüm bu “mim” n’ola ki diye. Mimlenmek ilk görüşte kötü çağrışımlar oluştursa da aslında, bu alemde bir sevgi ,dostluk değer verme göstergesi olarak artık zihinlerimizde cevabını bulmuş durumda .
Ağustos ayında bu mim bana gelmiş ve ben de yedi ilginç yanımı sıralamışım. Şimdi kendimi tekrarlamamak için başka yedi antikalığımı düşünüp duruyorum da o kadar çok ki hangi birini yazsam diyorum. Başlayalım bakalım…
1-Zihnim ve etrafım iyice dağılmadan asla bir şey üretemiyorum. Fotoğraf çekerken, objeleri yan yana getirip dakikalarca milim milim düzenlerken ya da doğada ilginç bir şey yakalayana hatta deklanşöre basana kadar yüzüme ateşler çıkar, beynim uğuldar zihnimden olmadık şeyler geçer, evdeysem her yer darmadağınık olur. Bittiğinde uzanıp dinlenme ihtiyacı içindeyimdir. Resim yaparken, yazarken hatta bir ölçüde yemek yaparken bile durum böyledir.
2-Alışveriş beni rahatlatır. Satın aldığım şeyin ne olduğu önemli değildir. Tercih yapmak gerekirse mutfak eşyaları diyebiliriz. Bir de yağlı boyalar, rengarenk fon kartonları. Onları seçip, rulo yapar, koltuğumun altına sıkıştırır, evime dertlerimi unutmuş olarak dönerim.
3-Tagore’ un (dostlarım bıktı benim Tagorumdan) “Büyüyen Ay “ ını her elime alışımda lk parçadan itibaren ağlamaya başlarım. Bu ferahlık veren bir ağlamadır. (Eser acıklı değildir.)
4-Sinirlenince aklım daha çok çalışır. Daha çok çözüm üretirim. Keyfim yerindeyse beynim tembelleşir.
5-Yolda sokakta Paçoz’ u seven herkese çok güler yüzlü davranırım. Bu yüzden başım zaman zaman derde girer. Bazen tinerci ergenlerle, bazen yaşlı çapkınlarla.
6-İnsanlara değer verme, onları sevme konusunda (bu söylediğimin romantik konularla uzaktan yakından ilgisi yok, yanlış anlaşılmaya), çok gayretkeşim. Hiç gereği yokken kendim çalar kendim oynarım. Yorulunca da otururum popomun üstüne. Neden böyleyim bilmiyorum. Sanırım kalbim çok ritmik çarpıyor.
7-Kendimden bahsetmekten hiç hoşlanmadığımı zannederken, eşle dostla beraberliğimde hep bundan kaçınırken hatta ilk yazmaya başladığımda bunu hiç yapmayacağımı kesin bir dille belirtmişken, (sonra o bölümü ters düştüğüm için silip attım) uzun zamandır bundan zevk aldığımı görüyorum ve bu benim için de yeni bir ilginç yanım olarak su yüzüne çıkmış bulunuyor.

Pas atmaya gelince...
Sanıyorum kimse kalmadı cevaplamayan. Kalan varsa izin veriyorum cevaplayabilir :)))
Herkese mutluluk diliyorum...


Olur şey değil  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,


Türkler tenis maçına giderse..

Tarih21 Ocak 2010 , 13:07


1985 yılından beri tenis sporuyla her şekilde ilgilenirim. O yıllarda tesadüfen hayatıma giren bu sporla ilgili olarak maçları önce evden eve dolaşan video kasetlerden (Mc.Enroe, Boris Becker, Ivan Lendl) izlerken, sanırım doksanlardan itibaren TRT. 2 de yayınlanan tüm Grand Slam' leri Ocak Avustralya açıktan İlkbahar Roland Garros' a Temmuz Wimbledon' dan Amerika Açık tenise kadar hele de emekli olduktan sonra ikibine kadar hemen hemen hiç kaçırmamaya çalışarak izledim. Hala da artık tenisçileri eskisi gibi tanımamakla birlikte bir tenis maçına denk gelince herşeyi bırakır izlerim.

Tenis maçı izlemek, bu sporun tutkunları bilir, o kadar çok yönlü zevk verir ki insana. Oyuncuların ne yapacağını, hangi tarafa yöneleceğini tahmin etmek, puanı spikerden hatta hakemden önce söylemek, sık sık alınan molalarda, sporcuların skoru bilmeseniz o an için kimin ilerde olduğunu anlayamayacağınız kadar serinkanlı tavır ve yüz ifadelerini izlemek, maç esnasında seyircilerin kim olursa olsun her güzel vuruşu alkışlamaları, çok şık hareketlerde çıkan uğultunun hakemin "please" demesiyle bıçak gibi kesilmesi, tüm bunları izlemek çok hoştur. Hele bir de final oynanıyorsa ve maç beş sete uzadıysa...

Tüm bunları seyrederken hep iki şeyi çok istemişimdir. Birincisi o seyircilerin arasında, onlarla aynı havayı soluyarak izleyebilmek, ikincisi de Türk tenisçileri bir gün oralarda görebilmek...

Birinci dileğim imkansızdı da ikincisi neden olmasın diye düşünürken oluverdi. Buna ne kadar sevindiğimi anlatamam. Ama bir başka şeye daha sevindim doğrusu. Bu sevincim son derece ironik. Diyorum ki iyi ki birinci dileğim gerçekleşmemiş. Doğrusu bir Türk olarak, orada diğer seyircilerin arasında olup şu an duyduğum utancı yaşamak istemezdim.

Görülen o ki, yine yapmışız yapacağımızı...


22 Ocak notu: Öğlen kahve içerken kızkardeşim Rayegân' ın bu konuyla ilgili olarak söylediği bir şeye çok güldük.

"İyi ki bizimkiler aynı şeyi buz pateni şampiyonalarında yapmaya kalkmadılar. Anında buzlar erir, durum anlaşılana kadar yarışmacılar teker teker yerlere dökülürdü. Daha da sonra bir de bakıyoruz 200 m. olimpik yüzme yarışı başlamış hemen oracıkta. "


İkinci bir kar denemesi  

Posted by Asuman Yelen in , ,

Elimde eldivenlerle, çekiştiren Paçoz' un sevk ipine hakim olmaya, bastonumla etrafımıza üşüşen azgın köpekleri kovalamaya çalışırken, bir yandan da cep telefonumla çektiğim bu berbat resimleri, sırf bunu da göremeyen özellikle İstanbul' da oturduğu halde göremeyen blogger dostlarıma nispet olsun diye basıyorum. Ne kötüyüm ama....






Paçoz' un etrafında gördüğünüz o beyaz şeylerin adı kar. Unutanlara hatırlatılır.


















Aaaa gülün etrafı karla dolu...
















Burada da var, hayret...













Zeynep de muhtemelen ilk defa görüyor karı. İki yaşında bile değil çünkü...







Hadi kıskanmayın. Önümüzdeki hafta bol bol sizlerin de olacak. Hep birlikte bıkacağız kar görmekten.

Yollar ve yolculuklar...  

Posted by Asuman Yelen in , , , , ,


Duyduğum yoktu ne vakittir
güvercin sesi, kumru sesi pencerede.
İçime gene
yolculuk mu düştü nedir?
Nedir bu yosun kokusu,
martıların gürültüsü havalarda;
nedir?
Yolculuk olmalı, yolculuk.

O.V.Kanık (Kumrulu Şiir)


Her yıl, aynı tarihlerde, önce yollar düşer aklıma.

Yollar beni çeker. Varacağım yerden önce yollar beni çağırır. Yollara aşina, yolculuklara alışık olmamdandır bu güzel bağımlılık hali.

Garlardaki canlı kalabalık aslında güzeldir, başımı cama yaslayıp seyretmek hoşuma gider. Ah bir de ruhumu saran o berbat yalnızlık duygusu, (yanımda kim ya da kimler olursa olsun) beynime üşüşen anılar olmasa...
Çocukluğum, tüm memur ailelerinde olduğu gibi yolculuklarla geçti. En sevdiğim, kara trendi. Altı kişilik ailem, altı kişilik kompartımana yerleşirdik. Ağabeyim akordeon çalardı. Hep birlikte türküler söylerdik.

"Kal dım du man i çi dağ lar da
Sev gi li ya rim ne re ler de."

Camdan, önümüzden kayıp giden ağaçları direkleri sayar, Afyon'a gelince mevsim yaz da olsa üşürdük. Annemin hazırladıklarını yer, uzun tünellerden geçerken ürperirdik.

Uykumuz gelince başlarımız, annemizin ya da babamızın kucağına düşerdi.


Otobüsle gece yolculuğunu severim. Yolculukta, ellerim, gözlerim, kulaklarım ve hatta ruhum serbest olmalı. Bu sebepten, araba kullanmayı sevmiyorum. (Bütün arkadaşlarım araba kullanmanın özgürlük olduğunu söyler. Bana ise, sıkıntı, stres ve yorgunluktan başka bir şey vermedi. Bir yıl zor dayandım.)
Koridora oturur, kulaklığımı takar, en sevdiğim müzikleri dinlerim. Gözüm hep yoldadır. Akıp giden yola bakmak hoşuma gider.


Frank Sinatra'dan bir melodi süzülür kulaklarıma hafiften..

"I'm a fool to want you ...

...I know its wrong, it must be wrong
but right or wrong, I can't get along without you."


Bu şarkı ile, garda kapıldığım yalnızlık duygusu, yerini farklı bir hüzne bırakır. Sonra sıra Nat King Cole' dadır.

"There was a boy, a very strange enchanted boy...

...The greatest thing you'll ever learn
is just to love and be loved in return..."

Sonra Brenda Lee

"All alone am I..."

ve tabii Elvis

"Are you lonsome tonight..."



Gözüm akıp giden yolda, kulağım müzikte, aklım, ruhum kim bilir nerelerde...

Yavaş yavaş gün ışımaya başlar. Yol, siyahtan beyaza dönüşür, bütün karaltılar yerini, ağaçların ve çimenlerin yeşiline bırakır. Güneş önce nazlı nazlı ışılar, sonra giderek aydınlatır etrafı. Hafiften denizin kokusunu almaya başlarsınız.

Gecenin tatlı hüznü, yürekte coşkulu, heyecanlı bir mutluluğa dönüşür. Kan damarda hızlanır.
Eller çantalara uzanır. Bagaj fişleri hazırlanır.

Yolculuk tamamlanmıştır...

Herkese güzel yolculuklar...


Hep sevgiyle kalın...


09.07.2009 tarihli bu yazımı, Öykü Atölyesi' nin, Fotoğrafın dili (21. Çalışma) konulu programı ile ilgili olarak yeniden yayınlıyorum.

Önemli sorunlar ve sorular  

Posted by Asuman Yelen in

Sevgili Arkadaşım Nur, sağolsun, beni mimlemiş. Çok da iyi etmiş.
Kuralları şöyle:
*Mimi gönderen bloga link veriyorsunuz. (Ben de bu iş için şimdi yeğenimi bekliyorum)
*Üç kişiyi mimliyor, bloguna not bırakıyorsunuz.
*Mimlediğiniz blogların linkini veriyorsunuz.
Sorular:
1-Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda ne düşünüyorsunuz?
2-Seçim barajı kaldırılsın mı? Neden?
3-Adayların belirlenmesinde nasıl bir yöntem uygulansın?
4-Yargı bağımsızlığı sizin için ne anlam taşıyor?
5-Beşinci soruyu siz belirlemek durumunda olsaydınız neyi öğrenmek isterdiniz?


1-Hiç düşünüp tereddüt etmeden cevaplandırabileceğim soruların ilki bu. Derhal, hemen kaldırılmalı. Hırsız,uğursuz, katil ve vatan haini o çatıda beni temsil etmemeli. Ama nedense muhalefette iken yeminler edenler, iktidara gelince unutuyorlar (!) Bu yüzden olmayacak dua diyebiliriz.


2-Akıl ve gönül, her seçmenin oyunun tek tek mecliste bir karşılık bulmasını istiyor. Her partinin de bir tabanı mutlaka vardır. Bunların sayısı ne kadar çok olursa o kadar çok talep karşılığını bulacaktır. Bunda çekinilecek hiçbir şey yok. Bağnaz dinciden ateiste, aşırı milliyetçiden etnik guruplara , sermayeciden işçiye, sanatçıdan esnafa, memurdan eşcinsele her kesim verdiği oyun karşılığını almalı. Baraja gerek yok gibi görünüyor. Ama bizim gibi fakir ve üzülerek kabul etmek gerekir cahili bol bir ülkede durum aleyhimize dönebiliyor. Cem Uzan örneğine bakınca. Bu zat-ı muhterem ile partisinin temsil ettiği kesimi bana kimse tam olarak söyleyemez. Bu gün bir de mecliste dokunulmazlık zırhıyla oturabilse idi, parasına para, gücüne güç katardı ve bir sonraki seçimde başbakan bile olurdu bu günün kaçağı. Kimin temsilcisi olarak? Bizi ondan% 5 bile kurtaramazdı…(%8 lere yaklaşan oy oranı düşünülürse)

3-Bu sorunun cevabı da konjonktürel olarak değişebilir. Ön seçim sistemi, en demokratik olanı gibi görünüyor. Hakkaniyetli, gerçek bir demokratik katılımın belirleyeceği, öz güvenli , kütürlü, kendini kanıtlamış adaylarla seçime gidilebilirse en ideali ama, böyle tipler de günümüz belli başlı partilerinin başkanları ve yandaşları için tehlike oluşturduğundan rağbet görmüyor maalesef. Onun yerine kendi adamlarından delegeler oluşturuluyor. Merkezde ve seçim çevrelerindeki bu delegeler “kul” aday adaylarını belirliyor. Diğer taraftan ön seçim sisteminde de para babaları, veya popüler sanatçılar (İbrahim Tatlıses gibi) aday olabilirken, o partiye yıllarını emeğini ve en önemlisi sevgisini vermiş filanca bey ya da hanım kaale alınmıyor. Bu durumu önlemek için % 10 luk merkez yoklamasının gerekli olduğunu düşünüyorum.

Yani hakkaniyetli bir ön seçim sistemi ve % 10 merkez kontenjanı. (Tabii o da hakkaniyetli olacak.)

4-“Kuvvetlerin Ayrılığı İlkesi” kavramının tamamıyla işlerliğini yitirdiği şu son dönemde, (yasamanın ve yürütmenin durumu ortada) hele Adalet Bakanı’ nın Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’ na başkanlık ettiği de göz önüne alınacak olursa yargı bağımsızlığından bahsetmek tabii ki mümkün değil. İşimiz yine bireysel olarak yeminine vatanına bağlı, cesur, sağduyulu hakim ve savcılara kalıyor. Tabii ki yargı herşeyden ve herkesten bağımsız olmalıdır.

5- Benim soruma gelirsek, Türkiye’ de Sivil Toplum Kuruluşları gelişmiş ülkelerde olduğu kadar işlevsel ve Türk Kadınları STK konusunda yeterince bilgili ve sosyal sorunlara çözüm, yönetimdeki aksaklıkları dile getirme ve düzeltilmesini isteme konusunda söz sahibi ve katılımcı mı ?

Son zamanlarda nicel ve nitel anlamda STK. nın büyük gelişim gösterdiğini düşünüyorum. Çeşitlilik ve katılım açısından hiç de çok gerilerde olduğumuzu sanmıyorum. Kadınlarımız da, hem de her kesimden, okumuş, okumamış, ev kadını, emekli, yaşlı genç , gerek derneklerde, gerek protesto yürüyüşlerinde, toplantılarında bazı toplumsal sorunları aktarmak ve daha iyi yönetim istemek üzere büyük kalabalıklar oluşturuyorlar. Ancak, bazı aşırı siyasi gurupların zaman zaman da provakatörlerin, bu yasal ve belli amaçlı toplantıları kendi çıkarları için kullanma çabaları bu toplulukların esas anlam ve işlevlerinin suistimale dönüşmesine neden olmakta. Yine de artık evlerinden dışarıya çıkmaya başlayan aydın, bilinçli ve mücadeleci kadınların tekrar evlerine, televizyonlarının başına döneceğini sanmıyorum.

Ben kimleri mimleyeceğim? Bakalım...

1-Sünter

2-Şeniz

3-Aslan Bey

Bir alışveriş sonrası beynime üşüşenler  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,

Senin şemsiyenden bana ne...

Bir alışveriş merkezindeyim. Az önce bir şeyler baktığım mağazada şemsiyemi unuttuğumu fark edip koşarak geri dönüyor, hızla içeri dalıyorum. Aradığım hâlâ orada, bıraktığım deri kanepede duruyor. Aynı kanepede bir de şık bir bayan oturuyor. Benim yaşlarda. (Ola ki yeni bir okur denk gelir diye açıklamak gerekirse, ellili yaşlarda.) Bulmanın sevinciyle pek de farkında olmadan o sırada beni boş gözlerle izlemekte olan hanımefendiye hitap ederek “oh çok şükür buradaymış” ya da “kanepede unutmuşum” gibi bir şeyler mırıldanıyorum sevinçle. “Bana ne” dercesine suratıma bakıyor şaşkın, sıkıntılı. Ardından hiç duymamış gibi başını çeviriyor.

Bu ve benzeri şeyler çok uzun zamandır gittikçe artarak hepimizin başına gelmekte. Toplu taşıma araçları, konserler, kermesler, düğünler, nişanlar, hatta evlerde yapılan gün ya da diğer
toplantılarında hanımlar, ilk karşılaşmalarda, göz göze gelmelerde nedense sürekli yoklama, süzme ve tartma durumunda, gard pozisyonunda, şüphe ve tedirginlikle ya da kendini beğenmişlikle, ilk selamı, ilk tebessümü karşılarındakinden bekliyorlar. Alınca da tatminle derin bir nefes alıp, bu 1-0 lık ilk galibiyeti (!) zevkle içlerine sindiriyorlar. İlk paragrafta anlattığım olaydaki durumda, yani eğer sosyal bir zorunluluk yoksa, karşıdakini abandone edebilmenin haklı (!) gururunu yaşıyorlar.

Galiba bana asılıyor

Kendimden örnek verecek olursam, işe ilk başladığım dönemlerde, bindiğim her vasıtanın sürücüsüne (tabii büyük otobüslerin kaptanına ya da trenlerin makinistine değil) “günaydın”, “iyi akşamlar” derken ve muhtemelen karşılık alırken, zamanla “ne diyor bu” bakışları ya da yanlış anlama sululukları yüzünden bu güzel alışkanlığımı üzülerek bıraktığımı söylemek zorundayım.

İlişkilerdeki bu güvensizliğin temelinde ne çeşit travmalar, hayal kırıklıkları, aldatılmışlıklar yatmaktadır kim bilebilir ama çözümün şişkin egolarla, birikmiş öfkelerle sağlanamayacağı, bunun insanlar arasındaki uçurumu iyice genişleteceği de bir gerçek.

Kişiler arasındaki bu tarz kimi zaman çocukça bazen de acımasızca gelişen irade çatışmaları geçmişten bu güne süregelmiştir ve korkarım sonsuza dek devam edecektir.

Ah biz kadınlar...

Beni en çok şaşırtıp güldüren, hanımlar arasındaki çocuksu inatlaşmalar olmuştur. Ya da kıskançlıklar.
Yeni evli bir arkadaşa tebrike gidilir. Kızcağız hevesle hazırlanmış, hepsi de yeni olan bardak ve tabaklarını özenle kullanarak ikramını yaparken, "yeni eşyalarını gösteriyoo, onun için çok çeşit yapmış” diyen çatlak iç sesler mutlaka vardır. Özene bezene giyinir evine gidersiniz, yine değişik giyinmiş görgüsüz” derken, kotla gittiğinizde, “adam yerine koyup da doğru dürüst bir şey giyinmemiş, görgüsüz” diyen aynı kişidir.

Ne kaa ekmek, o kaa küüftee...

Bir de misillemeci takımı vardır. Çok eskilerden annemden bir örnek bunu çok iyi anlatacaktır sanırım. Doğduğu bölge itibariyle, ikramı, ısrarı çok seven annem, misafir lafını duyar duymaz su böreğinin hamurunu yoğurmaya başlardı. Çok sevdiğimiz sözü sohbeti çok tatlı bir teyzemiz de yine doğduğu yer itibariyle biraz eli sıkı, biraz da üşengeç olduğundan en iyi ikramı kuru pasta olurdu. Onu çoğu kimse gününe çağırmazdı. Anneme de kızarlardı ona ısrarla aynı ikramı yaptığı, çok samimi ilişkisini aksatmadan sürdürdüğü için.

“O benim kızıma bir küçük altın getirdi. Ben de onun toruna küçük takarım.” “O geçen gün iki bardaktan sonra çayın altını söndürdü. Ben de ona iki bardaktan fazla katiyen vermem. BEN ENAYİ MİYİM?”

Bu genellikle çok da önemli olmayan, belki zaman zaman can sıkıcı boyutlara taşınabilecek olan, şirin, çocuksu atışmaların didişmelerin yanı sıra, kontrol edilemeyen şüphe ve öfkeler, marazi kıskançlıklar kin ve nefret duyguları, karşıdakini "ti" ye almak, alay etmek, gırgır geçmek ve bundan tatmin olmak gibi hastalıklı zevkler, yaşamımızı çekilmez hale getirmekte, dostluk ilişkilerini zedelemekte hatta bitmesine neden olmaktadır çok yazık.

Gerçek yaşam manzaraları...

On sene kadar önce, art arda hatta iç içe, tüm bu ayak oyunlarının, küçük büyük hesapların, kinin öfkenin, kıskançlığın, atışma ve itişmenin barınamayacağı iki yerde yaşam dersimi fazlasıyla almış biri olarak, çoğu zaman gülüp geçmekte, bazen de çok üzülmekteyim bu tür olaylara.

Bu yerlerden biri, bir hastanenin Onkoloji Servisi. Diğeri de deprem sonrası dolu dolu iki gün geçirdiğimiz Bağlarbaşı Öğretmen Evi’ nin bahçesi.

Acılarıyla, korkularıyla, sorunlarıyla, ihtiyaçlarıyla hatta sararmış yüzleri, korkulu bakışlarıyla bireylerin eşit olduğu, birbirini anladığı ve yardım etmek, acısını paylaşmak, ümit vermek için yarıştığı hayli uzun hastane süreci ve kısa ama çarpıcı deprem sürecinde şahit olduğum insan manzaralarından sonra bu tür şeyler son derece anlamsız geliyor bana.

Belki biraz da düşündürücü...

Belki de sırf bu yüzden, Tagorun; güneşin, küçük ve yararsız olduğu için üzülen çiğ damlasına, "seni parlayan bir küreye dönüştürüp mutlu etmek için ben seve seve küçücük bir kıvılcıma dönüşebilirim, yeter ki sen üzülme" dediği dizelerini okuduğum zaman göz yaşlarına boğuluyorum. Kim bilir...



Hep sevgiyle kalalım...

Blog Widget by LinkWithin