Yağmurun hatırlattıkları 4  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Nostaljik damlalar

Yağmuru seviyorum. Evet. Çocukluğumdan beri, erkenden ışıkları yaktıran loşluğunu, cama vuran, caddelerden akan suların tıpırtı ve şırıltısını, sobanın bu seslere karışan çıtırtısını, ben rehavetle uyuklarken içerden gelen ev halkının mırıltısını hep keyifle hatırlarım yağmur yağdığında, içim sıcaklıkla dolar. Bu gün de sadece bana verdiği bu mutluluk için bile olsa, sevmekten hiç vazgeçmedim. Ayrıca elime sıcak çayımı alıp karşımızdaki çeşit çeşit ağaçlarla dolu yemyeşil parkı, telaşla koşuşturan şemsiyeli insanları, camdan süzülen suları seyretmeyi hala seviyorum. Ama bu gün yaşadığım küçük bir olay bana madalyonun öbür yüzünü, keyfe keder, sıkı giyimli, isteğe göre şemsiyeli ya da şemsiyesiz, süresi bize bağlı, romantik veya sportif yürüyüş dışındaki, hazırlıksız tedbirsiz yakalanılmış, kaçışı, geri dönüşü olmayan zorunlu sokakta kalma hallerimi hatırlattı. Uzun zamandır unuttuğum, işe gidiş ve işten dönüş hallerimi.

Kazın ayağı

Bu gün öğlen vakitlerinde, satın aldığım bir elektrikli mutfak aletini değiştirmek için, satın aldığım alışveriş merkezine gitmek üzere yola çıktım. Daha durağa giderken yeterli kalınlıkta giyinmediğimi fark ettim ama servisle kapıya kadar gideceğimi, dönüşte de servisle döneceğimi düşünerek durağa gittim. Keşke dönüp tedbir alsaymışım. Uzun zamandır bu kadar üşümemiştim. Soğuk ayazda yağan yağmurda üşüyerek vasıta beklemenin nasıl felaket bir şey olduğunu hatırladım.

İşe ilk başladığımda, Ataköy’ de oturuyordum ve o dönem girdiğim bankanın Unkapanı Şubesi’ nde çalışıyordum. Sabah hava aydınlanmadan yola çıkar, önce Bakırköy tren istasyonuna kadar yürürdüm. Bu, Gençler Caddesi boyunca süren on dakikalık bir mesafe idi. Bu caddenin sol yanında iki katlı, tek katlı evler bulunurdu. Bazen sabahlıklı hanımlar, şık perdelerini çekip süslü sabahlıklarıyla ellerinde çay fincanı sigaralarını tüttürürlerdi. Henüz uykum bile tam açılmamış trene yetişmek için koşarken bu hanımlara çok bozulduğumu bu gün gibi hatırlıyorum. Bakırköy’ den Yenikapı’ ya genellikle ayakta bir felaket yolculuk, Yenikapı’ dan şayet binebilirsem Unkapanı’ na dolmuşla, eğer binemezsem yarım saatte koşar adım 5. bloktaki şubeye varırdım. Dönüşte, Sirkeci İstasyonuna kadar yürür, mutlaka oturmak şartıyla trene biner, Bakırköy’ den eve kadar yine yürürdüm. Tastamam iki sene böyle sürdü. Zor bir tablo gibi görünse de, bu benim iş yaşantımın belki de en mutlu iki senesiydi. Herkesin üniversite öğrencisi olduğu genç 5-6 kişilik çalışan grubu ve yine genç müdürümüzle, çok güzel anılar oluşturduk. Tabii yollar hariç. Böyle havalarda, o dönemin modası mini eteklerle, (o zamanlar pantolon yasaktı) garın soğuğunda rötarlı treni, Yenikapı’ da dolmuşu beklerken çektiklerim aklıma geldi bu gün durakta.

Biraz da gülelim


Öyle ya da böyle geçip giden yirmi yıldan sora hayli uzun bir süredir sabahlıklı hatunlar takımında oynamakta, her şey gibi yağmurun da tadını çıkarmaya çalışmaktayken, çalıştığım yıllara ait yine çok zor bir akşamın komik sonundan bahsederek yazımı bitirmek istiyorum.

Sekiz aylık hızlandırılmış sabah 8- akşam 6 İngilizce kursuna gittiğim günlerden birinin akşamında, Taksim’ de Bakırköy dolmuş kuyruğunun hayli arkalarındayım. Hava hem ayaz hem de sıkı bir yağmur yağıyor. Böyle havalarda hep olduğu gibi seyrek dolmuş gelmekte. Şiddetli rüzgar yüzünden rahat durmayan şemsiyeler birer birer kapatılıyor. Bu durumdakiler beni çok iyi anlayacaktır. O soğuktan kurtulup arabaya kendini atabilen “sıradaki 5 kişi” ye geride kalanlar hasetle kıskançlıkla bakarlar. O kadar üşürsünüz ki, başka bir istikamete bile gidiyor olsa, her hangi bir arabaya, otobüse atlayıp oradan kurtulmak istersiniz. Zaman geçmek bilmez. Eviniz hayalinizde cennetinizdir. Tam ümidinizi kestiğiniz sırada sanki arka arkaya birkaç araba birden gelir, ya da siz öne yaklaştıkça size öyle gelir, bir de bakarsınız ki “sıradaki 5 kişi” oluvermişsiniz. Artık çile bitmiştir.

Geridekilerle göz göze gelmemeğe çalışarak, zafer duygusuyla karışık bir gururla gelen arabaya kendimi attım. Kahya, zayıf olan iki kişiyi yani benimle (o tarihlerde 48 kilo) birlikte bir beyefendiyi öne yönlendirmişti. Cam kenarındaki yerime oturdum. Arabanın sıcaklığı bir anda başımı döndürmüştü. Birkaç derin nefes alıp kedi gibi gerindikten sonra, koltuğun yan tarafına kayan siyah çantamı, karanlıkta el yordamıyla bulup dizlerimin üstüne çekmek istedim. Ama sıkışmıştı. Oradan kurtarmak için iki elimle can havliyle asıldım. Yan tarafta hafif bir “ahh” sesi. Olanı fark ettiğimde, o an, orada olmak yerine Taksim ayazında kuyruğun en arkasında saatlerce beklemeyi bin defa tercih edebilecek kadar kötü hissediyordum kendimi. Çantam yere düşmüştü ve ben de o karanlıkta, çantam diye yanımdaki beyefendinin dizine asılıp duruyordum.

Herkese huzurlu ve neşeli günler dilerim…

Sadakat  

Posted by Asuman Yelen in

Sadakat;



Evime kapıdan her girişimde sallanan

bu tüy yığınında...










Senelerdir, ben su vermesem de, ilgilenmesem de yaşamaktan hiç vazgeçmeyen Sardunyamın ışıldayan renklerinde...















Çok eski bir melodinin tınılarında...















Tazeliğini hiç yitirmeyen anılarım ve rüyalarımda....














Sonsuza kadar içimizde yeşerteceğimiz umutlarımızda...







Hep sevgiyle kalalım.....





Öykü atölyesi için hazırlanmıştır.

29 Ekim  

Posted by Asuman Yelen in , ,












Türkiye

Cumhuriyeti

ebediyyen

payidar

kalacaktır...




Tüm vatandaşlarımıza kutlu olsun...

Barış ve sevgiyle...

Bebeğin Usulü  

Posted by Asuman Yelen in , , ,





Eğer bebek sadece istemiş olsaydı, şu an göğe uçabilirdi. Onun bizi bırakıp gitmemesi boşuna değildir.













O, başını annesinin göğsünde dinlendirmeyi sever ve onun gözünün önünden kaybolmasına asla dayanamaz.









Bebek, derin hikmet dolu sözcüklerin, konuşmaların, her türlüsünü bilir. Halbuki dünyada pek az kimse onların manasını anlar.

Onun asla konuşmak istememesi boşuna değildir. Kılık değişikliği ile gelmesi boşuna değildir.

















Onun istediği biricik şey, annesinin sözlerini annesinin ağzından öğrenmektir. Onun için de bebek öyle saf görünür.











Bebeğin bir yığın altın ve incileri vardı.Buna rağmen bu dünyaya bir dilenci gibi geldi. Onun böyle bir kılık değişikliği ile gelmesi boşuna değildir.

Bu küçük sevgili dilenci annesinin sevgi zenginliğini dilensin diye, son derece zavallı görünmek ister.












Bebek mini mini hilalin ülkesinde tüm bağlardan uzak, öylesine özgürdü ki…Onun özgürlüğünden vazgeçmesi boşuna değildir.













O, annesinin küçücük kalp köşesinde sonsuz sevinç için yer olduğunu, onun kollarıyla sarılmasının, sıkılmasının hürriyetten çok daha tatlı olduğunu bilir.












Bebek, nasıl ağlanacağını asla bilmezdi. O tam bir saadet ülkesinde yaşardı.

Onungözyaşları dökmeyi istemesi boşuna değildir.







Her ne kadar sevgili yüzünün gülmemesi ile, annesinin özlem ve sevgidolu kalbini, kendine çekse de önemsiz üzüntüler için küçücük ağlayışları da iki katlı sevgi ve acıma bağını örerler.




Her yeni doğan çocuk, tanrının hala insanlardan umudunu kesmediğini gösterir.

Sir Rabindrananath TAGORE

Parça yazarın Büyüyen Ay isimli kitabından alınmıştır.



Sevgimle...






Seçkin Konut - Seçkin Komşu  

Posted by Asuman Yelen in , , ,


Birkaç gün önce, kırk yıllık dostlar grubumuz, aylık toplantımızda bir araya geldik. Genellikle dışarıda buluşmayı tercih ediyorken, bu kez yeni ev alan dostumuzun evini görmek üzere orada toplanmaya karar verdik. Kırk yıl derken abartmıyorum. Bu grup, ablamın bankada çalışmaya başladığı (1968) tarihlerde onunla birlikte çalışan, bu arada eve de geldikleri için benimle de sıkı fıkı olan beni hiç bırakmayan kimi benden büyük, kimi benimle yaşıt birkaçı da küçük (sonradan katılan) çok sevgili dostlardan oluşmakta.

Arkadaşımın evi, bu yeni konut projeleri kapsamında inşa edilmiş, emekli işi orta hallice, dış çevresiyle (kapalı-açık otoparkı, yeşil alanı, çocuk parkı, yüzme havuzu, kafeteryası vs.) ve kaliteli iç malzemeleriyle aydınlık pırıl pırıl bir konut. Çok uzun süre, İstanbul’ un eski ve güzel semtlerinden birinde oturan ve oradan gözyaşları dökerek ayrılan dostumuz, heyecanla hazırladığı, zevkle süslediği bu güzel evde bir aydır oturuyor ve henüz hiç kimseyle (Dost canlısı olduğunu söylemeliyim) bırakın dost olmayı, göz göze bile gelemediği için biraz tedirgin. Azıcık da korkuyor. Bu hep böyle mi sürecek diye.

Arkadaşımın bu ve benzeri duyguları, o günlük toplantımızın ağırlıklı sohbet konusunu belirlemiş oldu. Birazcık onu teselli etmek, biraz umutlandırmak, biraz da gerçekçi olmasını sağlamak adına örnekler havada uçuştu durdu. İki sene önce benzeri bir konuta Üsküdar’ dan taşınan bir dostumuz, bunu kafaya takmaması konusunda uyarırken, bir diğerinin anlattıkları hepimizin içini burktu.

Bu arkadaşım, çok fazla “mutena” olmadan önce benim de hayli süre yaşadığım, neredeyse her akşam bir komşumuzun kendi yöresel yemeğini bir tabakla bize sunduğu, televizyonumuz olmadığı için olimpiyatları izlemek üzere karşı komşumuzun kendisi yazlıktayken evinin anahtarını bize teslim edecek kadar düşünceli olabildiği, böylesine güzel komşulukların yaşandığı bir siteye, ilave edilen “çok mutena" kısımlardan birinde otuz seneye yakın oturdu. Birkaç ay önce, Bostancı’ da ölen çok yaşlı bir teyzeden miras kalan bir daireyi, restore edip taşındılar. Dostumuz meğer ne kadar doluymuş bu konuda. “İnanır mısınız” dedi gözyaşları içinde, “nakliye arabası yüklenip, eşimle ben de ayrılmak üzere arabamıza yöneldiğimizde, apartman görevlisinden ve köşedeki çiçekçiden başka uğurlayanımız olmadı. “

Aslında bundan yaklaşık 10-15 gün kadar önce TV. da dönen bir reklam nedeniyle ben de buna benzer bir konuda bir şeyler yazmaya karar vermiştim. Gecikme sebebi, reklamı bir kere daha dikkatle izleyip, sloganı doğru yazmayı istememdi. Ama galiba yayını bitti. Hatırladığım kadarıyla bol bol “seçkin” kelimesi geçip duruyordu görüntülerin geri planında. Önce sıraya koyalım. Çok karıştı. Bir konut reklamıydı “ ‘Seçkin’ bir hanım (doktordu galiba) buradan ev aldı, ‘seçkin’ komşularını bekliyor " mealinde bir sloganı vardı. Bu arada konutlarla birlikte, son model arabalarla site kapısında kuyruk oluşturan "seçkin komşular" ekranda görünmekteydi.

Zaten, bu gösterişli, bol neşeli, tuzu kuru insanlarla dolu, hatta “halkımız mutlu insanlardan ibaret” görüntüsünü kakalamaya çalışan, masaları yemeklerle dolu, aydınlık mutfaklı, neşeli analar-babalar, nineler-dedeler, çok katlı evler, renkli gözlü, midilli sahibi çocuklardan gına gelmişken, bu “seçkin” reklam çivi gibi battı gözüme doğrusu.

Önce “seçkin” sözcüğünü bir irdeleyelim. TDK sözlüğüne bakalım.

1-Benzerleri arasında niteliklerinin yüksekliğiyle göze çarpan, üstün, mümtaz, güzide, mutena.

2-Bir toplumda saygın ve etkin mevkilerde bulunan ve toplumun eğitim, ekonomi, siyaset, askeriye, din, sanat vb. alanlarıyla ilgili etkinliklerin denetimini elinde tutan (kişi veya grup) elit.

3-Bir toplumun büyük kesimini oluşturan halk kütlesi dışında kalan küçük bir aydın kesiminden oluşan kütle. bk. seçkin kültürü, halk.

Bu durumda bu konutlarda oturabilmek için doktor, avukat, mühendis filan olmak gerekiyor. Ama bunların da paralı olması gerekiyor. Yani yaşlı olması. Yeni mezun bir doktorun veya avukatın muayenehane ya da yazıhane açması için çok uzun seneler geçmesi lazım. Yahu bu gün ülkemiz işsiz mühendislerle (Biri de benim yeğenim Koray) yüz binlerce boş gezen üniversite mezunu ile doluyken bu nasıl olacak. Para nereden bulunacak.

Geriye aydınlar ve sanatçılar kalıyor. Çok bir şey söylemeye gerek yok. Darülacezeler eski sanatçılarla dolu. Gözyaşları içinde magazin programlarına çıkıyorlar. Kimi sokaklarda ölüyor. Tiyatrolar kazanamıyor. Dizi sanatçıları ( daha yeni Zihni Göktay anlatıyordu bir programda) paralarını alamıyor. Basılan, okunan kitap sayısı malum. Yapımcıları saymıyoruz. Yönetmenler ağlıyor. Bilge Olgaç ‘ ın soba yüzünden çıkan yangın nedeniyle öldüğünü öğrendiğimde sinirimden ağladığımı hatırlıyorum.

Bırakalım bu işleri beyler. Komik oluyoruz dünyaya. Bu reklamlar ülkemizi yansıtmaktan, gerçekçi olmaktan çok uzak. İnsanlar yiyecek ekmek, yakacak odun bulamıyor. Tek odalı viranelerde kalıyor. Hastanede doğan çocuğunu evine çıkaramıyor parasızlıktan. Çaresizlikten çalıyor, ölü soyuyor. Böbreğini satıyor.

Konut reklamına dönersek. Slogan şu olmalı. “Yolunu bulup cebini dolduran gelsin.” Aydının, elitin sanatçının malda mülkte gözü yok. Sözcüklerin anlamını saptırmaya da gerek yok. Bu ülkede o çok lüks konutları alacak çok insan var. Ama sıfatları çok farklı.

Servet düşmanı değiliz ama aptal hiç değiliz. Bu ülkede ayırımcılığın her çeşidi var. “Seçkin” ve “seçkin olmayan” gibi yeni türlere hiç mi hiç ihtiyacımız yok.


Hep sevgiyle kalalım...

Çekip gitme arzusu  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,



Gel ey çaresiz ölümlü, gel, karanlık

Temiz yatağıdır güzel uykunun

Ve dindiği yerdir tüm acıların.”

T.Fikret


O karanlık ki, beni gündüzlerin siyahından, gürültülerin içinden, bitmeyecek kavganın, riyanın, yalanın, düşmanlığın ortasından çeker- alır, sarıp-sarmalayıp süresiz nadasa yatırdığım kara gözlü mutlu çocuğun koynuna taşır. O bembeyaz yatağa…

O yatak benim kıymetli konuklarımı ağırladığım kabul yerimdir. Onlar, sancılı, mutsuz, kırgın yattığım gecelerde uğrarlar, saçımı okşayan sevgi dolu elleri, başımı koyduğum güvenli dizleri, güçlü omuzları vardır yaslanacağım. Sessiz, saygılı, derin bakışlı ve şefkat doludurlar.

O yatak beni bambaşka dünyalara, farklı alemlere götüren geminin iskelesi, otobüsün terminali, trenin istasyonudur. Tüm mutluluk turlarımın bilet gişesi. Beni masmavi gökyüzüne taşıyan güzel anka kuşunun kanadı. Gittiğim yerlerde, uçsuz bucaksız tertemiz denizler beni içlerine alır. Yemyeşil çimenlerin üzerinde, ağaçlar ve renkli çiçekler arasında, çocuklarla koşar, bembeyaz örtülü uçsuz bucaksız masaların etrafına tüm sevdiklerimle toplanır, kuş sütü içeriz.

Ve o ev… Hep aynı ev… Düzenli aralıklarla ziyaret ettiğim, tertemiz ahşap tabanı, birer basamakla çıktığım, kapıları olmayan, boydan boya sedirleri, bembeyaz örtüleri, kadife halıları, pırıl pırıl yatağıyla üç odası, tavanından sallanan tek ampulüyle, hep aynı yerde beni bekleyen, tek katlı, geniş pencereli aydınlık ev. Odalarını tek tek dolaştığım, içinde huzur bulduğum.

Gecenin aydınlığından günün karanlığına, çamurlu, dikenli yolları, defolu insanlarıyla beni bekleyen gürültülü aleme düştüğümde, eğer hala bakışlarımda muzip bir ışıltı, sesimde çocuksu bir tını, dudağımın kenarında sürekli bir tebessüm taşıyabiliyorsam, bunu, yüreğimde ve yatağımda sakladığım o masum çocuğa borçlu olduğumu biliyor, onu gözümden sakınıyorum.



Bu bir öykü atölyesi çalışmasıdır.


Bilmecem şirin dostum  

Posted by Asuman Yelen in



Kim sevmez onları. Çengel, mozaik, sayı-sözcük bulmaca, 7 fark bulmaca, sudoku vs…vs…

Yaşamımda; en yoğun, en telaşlı, en acılı zamanlarımda bile hayatımdan çıkarmadığım, tersine zaman zaman dört elle sarıldığım, beynimi zorlanmadan odaklayabildiğim tek hobim. En kötü dönemlerimde, uykusuz gecelerimin, hastane nöbetlerimin vazgeçilmez arkadaşı. Elime tek bir kitap alamadığım, gazete haberlerinin başlıklarına dahi boş boş baktığım zamanlarda bile mucize gibi beni hiç bırakmayan kadim dostum.

Şimdilerde, herkesin beklediğinin aksine, yaşantıma bilgisayar gibi, çok farklı, çok renkli, malumat sahibi ve eğlenceli bir dost girince, onlarca puzzlle, scrabble, oyun kağıtları, raflarda tozlanmaya bırakılmışken, bu sadık dostumu yanımdan hiç ayırmadım. Hala birlikteyiz. O kadar uzun zamandır beraberiz ki birbirimizin içini dışını biliyoruz. Ve ikimiz de hiç değişmiyor, artık kendimizi yenileme ihtiyacı hissetmiyoruz. Birkaç örnek ister misiniz…

Benim bulmacamın bir tane tanrısı var, adı RA. Başka tanrı tanımıyor.

Benim bulmacam sadece ELA gözden hoşlanıyor. Başka göz tanımıyor.

Benim bulmacam tek bir iskambil oyunu seviyor. REMİ.

Benim bulmacamın nefesli sazından TA ve Tİ den başka ses çıkmıyor.

Benim bulmacam, İsviçre’ deki akarsuyun gerçek adının AAR mı yoksa AARE mi olduğunu hala bilmiyor.

Benim bulmacamın İstanbul’ da en sevdiği semtler RAMİ ve ADALAR.

Benim Bulmacam ALE den başka ağzına içki koymuyor. Çok nadir o da canı isterse bir BİRA veya TEKİLA içiyor.

Benim bulmacamın MAKİ leri arasında kuzular ME diyerek dolaşmayı çok seviyorlar.

Ve, benim bulmacam artistlerden en çok TÜRKAN ŞORAY’ ı seviyor.

Bir de onun ağzından beni dinleyelim.


“Benim, değerli “KARİ” m, sevimli RATE’ m. Lütfen bana cevap ver.

Niçin, yedi farkımın yedincisini bir türlü bulamıyor, her seferinde yedi fark yok sayıp bana eksikmişim muamelesi yapıyor, sonra bulunca deli gibi sevinip, yaptığın haksızlığı es geçiyorsun. Bir de merak ediyorum, herkes aynı yedinciyi mi zor buluyor.

Niçin her seferinde Nazım Hikmet’ in soyadını RUN olarak yazıyor, sonra silip RAN yapıyorsun.

Her seferinde HARAKİRİ yerine KAMİKAZE, bir de ORİGAMİ yerine İKEBANA yazıp sonra değiştirmek zorunda mısın.

En çok da şuna gülüyorum. “Sözcük avı “ nda bütün sözcükleri bulup üstlerini çizdikten sonra kalan harfleri birleştirip bulduğun deyimi niçin büyük harflerle boşluğa yazıyorsun. Benden başka kimse görmüyor ki.”


Hep keyifle kalalım...





Şiir defterimden  

Posted by Asuman Yelen in ,




Yaşamın Kıyısında isimli blogunda arkadaşım Nur "Korkarım" isimli çok güzel bir şiir yazmış.
Ondan esinlenerek kendi korkularımla ilgili aklıma geliveren birkaç dizeyi yazıverdim hemen önümdeki bir kağıt parçasına. Öykü atölyesi' nin (link açmayı hala öğrenmediğim için kendime çok kızıyorum ) kelime oyununa da katılmak istediğim için şiiri bloguma geçirdim. Umarım yanlış bir şey yapmamışımdır.




Hep sevgiyle kalalım...

Bir kitabın ardından  

Posted by Asuman Yelen in , , , , ,


Yirmili yaşlarda okuduğum bu kitabı yeniden basılmış olarak vitrinlerde görmek beni çok heyecanlandırmıştı. Geçenlerde bir programda Işık Öğütçü' yü (Orhan Kemal' in oğlu) de bir programda izleyince, dayanamayıp bendeki kitaba yeniden göz attım. Bu yaşta okumak, okurken o günleri hatırlamak çok heyecan vericiydi. Bu günün olgun emekli bir hanımı olan ben, o günün gencinin duygularını dostlarımla paylaşmak istedim. Tek kelimesini, tek virgülünü değiştirmeden.

BİR KİTABIN ARDINDAN

Sayın Fikret Otyam,

Kitabı elime aldığımda Fikret Otyam’ a oturup sayfalarca mektup yazmayı kesinlikle düşünmüyordum. Ancak bitirdiğim şu an içimdeki coşkuyu, hüznü, şaşkınlığı sizden başka kimse anlamazmış gibi bir duyguya kapıldım. Beni anlayabileceğiniz ve hakikaten değerli olan vaktinizi aldığım için mazur göreceğiniz ümidiyle yazıyorum.

Biraz önce bitti. “Gide gide 12” ya da “Arkadaşım Orhan Kemal” isimli kitabın son sayfasını biraz önce kapadım. Gözümde yaşla, yüreğimde sonsuz bir hüzünle.

Neden bu denli duygulandım. Niçin böyle acayip değişik hislerle doluyum şu an. Birlikte çözelim ister misiniz?

Sanırım en başta, Orhan Kemal’ in, yazar olarak kişiliğine duyduğum sonsuz sevgiyi ele almam gerekiyor. “Baba Evi” isimli eserini ilkokul 5. Sınıfta iken okumuştum ve o yaşımın tüm ciddiyetiyle “Baba Evi” diye cevap veriyordum, en sevdiğim roman sorulduğunda. Sonra defalarca okudum o romanı daha bir başka anlayarak ve bu yaşımda, (26) hala benim için, Murtaza, Yalancı Dünya ve birçok diğerleri Baba Evi’ nden sonra gelir. Bunun nedeni, hem onun Kemal’ den okuduklarımın ilki oluşu, hem de romandaki (ki sanırım küçük Cahit Öğütçü idi) o haylaz çocuğa, o küçük adama duyduğum yakınlık, anlatımdaki o beni çocuk yaşımda içine alıveren sadelik, yalınlıktır sanırım.

Son kez onu bu kış Fatih Tiyatrosunda “ Kardeş Payı “ isimli oyunuyla, herkesle birlikte ayakta alkışladım. Bilmiyorum, o an benim gibi, Kemal’ i anan, Tuncer Necmioğlu ve diğerlerinin harika oyunları ile birlikte, Orhan Kemal’ i alkışlayan var mıydı. Kaç kişiydi. Dilerim ki herkesti.

Ve bu gün kapattığım bu kitapla ben, Cahit Öğütçü’ yü, “sade vatandaş” ı, “salt insan” ı tanıdım. Bu yüzden de çok mutluyum Size önce kendim için teşekkür etmek isterim. Ayrıca içinde yaşadığım toplumun bir parçası olarak, bu toplum adına da minnetimi belirtmek isterim.

Bu kitabı, basit mantıklarla cılız menfaatler için çizgisini sık sık saptıran, ufak tefek açılarla saptıran zavallı insanların okumasını isterdim.

Bu kitabı büyük menfaatleri için çizgilerinin yönünü değiştiren kimselerin (ya da tümden vazgeçen), mutlaka okumalarını isterdim.

Ve bu kitabı, hiç çizgisi olmayan, nereye varacağını bilmeden giden, yiyip- içip, yatıp- kalkan hiçbir ideali olmadan yaşayıp giden yüz binlerin, milyonların da okumasını isterdim.

Bu eserin, üzerimdeki büyük etkisinin nedenlerinden biri de hakiki dostluğa verdiğim değer olabilir. Yaşadığım sürece aradığım, kısmen belki elde edebildiğim, ama hala özlemini çektiğim harikulade bir dostluk örneği buldum ben bu değerli kitabın satırları arasında. Bir dostluğu ölüme dek (hatta sonrasına da) aynı içtenlikle sürdürebilmek, ne denli güzel bir şeydir kim bilir. Senelerin, mesafelerin yıpratamadığı, argolu, küfürlü, rakılı, nargileli, ihanet ve sırlara izin vermeyen, birlikte ve ayrı yaşanan bir dostluk. Mektuplar… Sımsıcak satırlar… Yaşadığınız bu dostluk için size gıpta ediyorum ve onu, hala en sıcak bir sevgiyle yüreğinizde yaşattığınıza içtenlikle inanıyorum.

Ve, yirmi altı yaşına gelmiş birTürk kızı olarak, size, duygu ve düşüncelerimi şöyle anlatmak geliyor içimden:

Onu, sade yaşantısı, çaresizlikleri ve imkansızlıklarla sürdürebildiği ve başarıyla sonuçlandırdığı mücadelesiyle Cahit Öğütçü’ yü, büyük yazar Orhan Kemal’ i, aynı şartlar içinde aynı mücadeleyi sürdürmekte olan diğer yazarları, sanatçıları, emekçileri düşünüyorum. Sonra bir de kendimi. Yani yirmi altı yaşında, bir bankada çalışmakta olan genç kızı. Kimim ben, diyorum. “Kimim ben”. “Nereye gidiyor, nereye varmak istiyorum. Varmak istediğim yere nasıl ulaşırım.”

Evet, yirmi altı yaşında, kimseye zarar vermeden yaşamaya çalışan sade bir vatandaş. Normalin biraz üstünde İngilizce bilirim. Bol bol kitap okurum. Fırsat buldukça tiyatroya, sinemaya giderim. Oyumu kullanır, vergilerimi öderim. Ve evet, her genç insan gibi ara sıra duygusal şiirler yazarım. Çocukluğun özlemini dile getiren ya da “ nedir hayat” diye başlayan türden. Bir de bol bol düşünürüm.

Düşünürüm. Derim ki: “ Yaşantım sonuna dek bu çizgide mi sürüp gidecek. Ülkem için, insanlık için verebileceğim hiç bir şeyim yok mu. Şimdiye dek niçin olmadı. Acaba hata nerede, kimde. Bende mi. Öyleyse nerde başladı, nasıl düzelir, düzelir mi. “

Evet aslında ülkem, benim durumumda, yüz binlerce, hatta milyonlarca gençle dolu. Aynı kısır döngü içinde gidip duruyoruz. Korkarım buna alışıyoruz da. Hatta bu değişmeyen tempo bizi uyuşukluğa, giderek durumdan memnun olmaya itiyor. Ve bu noktada Orhan Kemal’ in Fatih sahnelerinden uzanan eli: “Durun” diyor. “Nereye gidiyorsunuz. Niçin dönüp duruyorsunuz o kokuşmuş çemberlerinizin içinde. Sonra, bir Fikret Otyam çıkıyor karşımıza, “Cahit Öğütçü" örneği ile. Bir inanç ve özgürlük mücadelesindeki kararlılığı, çürümüşlüğe verilen ödünsüz mücadeleyi, kendini satmadan (tüm güçlük ve yoksulluklara karşın) yaşayabilme çabasını gözler önüne seriyor kitabının satırlarında.

İki dostun birbirlerine yazdıkları mektuplarla harikalar yaratıyor farkında olmadan. Ve bu kitap tesadüfen elime geçiyor. Okuyorum, duygulanıyorum, aydınlanıyorum .

Düşünüyorum… Düşünüyorum…

Ataköy, 9 Mart 1978

Objektifime takılanlar  

Posted by Asuman Yelen in ,

GÜZEL BİR EKİM ÖĞLEDEN SONRASI


Bu gün akşam üzeri Paçoz' u gezdirirken fotoğraf makinemi de aldım yanıma. Köpeği çocuklara emanet ettim ve bu güzel, ılıman Ekim akşam üzeri saatlerinde bir kısmını aşağıda yayınladığım onlarca resim çektim. Bir genç arkadaşım da Paçoz' la ikimizi çekti sağolsun.
























































































































































































































































Bir buluşma  

Posted by Asuman Yelen in , , , , ,



İLK ŞAŞKINLIK

Kadıköy İskelesinin önündeyim. Biraz telaşlı, biraz da gerginim. Biraz sonra farklı bir deneyim yaşayacak, önce ruhunu tanıdığım ve çok sevdiğim bir dostumun suretiyle karşılaşacağım. Başka bir deyişle, ruhlar tene bürünecek.
Sevgili arkadaşım Sünter ve kızı Ayci' yi bu duygu ve düşüncelerle beklerken onların da benzer duygular içinde olduğunu varsayıp, ilk karşılaşma anı için bir muziplik düşünüyorum. İki hanım karşıma gelince şaşırmış gibi yapacak, bir ona bir diğerine bakacak, "hanginiz annesiniz" diyeceğim.
Sünter sevinmiş görünecek, Ayçi gülecek, o anı gülerek atlatmış olacağız.
Saat geliyor, telefonlar ediliyor ben bulunduğum yeri söylüyorum, Sünter beni gördüğünü söylüyor (bastonum beni ele veriyor) ben ise kendime kızarak hala göremediğim için hayıflanıyorum. Bu arada karşıdan gelen biri telefonla konuşmakta olan kot pantalonlu iki fıstık genç kız burnumun dibinde durmuş gülerek bana bakıyorlar.
GERÇEKTEN ŞAŞKINIM. Bakışlarım süratle ve bir kaç defa birinden ötekine gidiyor. Hiç farkında olmadan soruyorum. "Sünter hanginiz???" Sanırım onlar bu duruma alışkın. Pek şaşırmıyorlar. Sadece halime gülüyorlar. Bense şaşkınlığımı uzun süre üzerimden atamıyorum.

ÇAY BAHÇESİ


Önce hemen oradaki bir çay bahçesindeki tanışma faslı. Konuşacak o kadar çok şey var ki. Gelişine, sıraya koyamadan, bir sanal alemden, bir gerçek dünyadan, korkarım daha çok da ben, konuşuyoruz, gülüşüyoruz. Öyle candan insanlar ki anlatamam. Sohbetimiz çayımızdan sıcak. Ayci ile fotoğraftan konuşuyoruz. Sünterle blogdan, ailelerimizden, geçmişten, gelecekten bahsediyoruz. Cümleler birbiri ardına dökülüyor. Öyle ki, bir saat geçiveriyor da anlamıyoruz.

KALAMIŞ

Sonra ver elini Kalamış. Hava güzel. Mekanın bahçesindeyiz. Ortam sakin. Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun diyelim. Yine konuşuyoruz, anlatıyoruz.
Güzel Ayci' yi bir randevusu olduğu için uğurluyor, güzel anneyle başbaşa bir saat daha geçiriyoruz. Sohbet derinleşiyor. Duygular, sohbet koyulaşıyor. Söz biter mi. Hele de ilk defa bir araya gelinmişse. Bitmiyor da zaten. Tatlı tatlı uzayıp gidiyor..

Hava güzel, ortam güzel, sohbet güzel ama ne çare ki İstanbul büyük, zaman kısa.
Her güzel şey gibi, bu hoş beraberlik de bitiveriyor.




Bindiğim dolmuşta sırtımı koltuğuma yaslayıp gülümsüyorum. Mutluyum. Günüm güzel geçtiği için. Dost hanem gittikçe kalabalıklaşıyor.


Hep dost kalmak ümidiyle...

Sevgiler...

Benim sinemalarım 4  

Posted by Asuman Yelen in , ,

70 'LERİN BAŞLARI

Yetmişli yıllar ve sonrasında, sinemanın yaşamımdaki yeri, çocukluk ve ergenlikteki kadar yoğun ve görkemli sayılmaz. Buna yaşamımdaki değişikliklerle birlikte, televizyonun yavaş yavaş hayatımıza girmesi ve sinema sektöründeki gerileme ayrı ayrı neden gösterilebilir.

Yaşamımın 70-85 yılları arası, bir yıl Bakırköy, bir yıl Merter hariç Ataköy’ de geçtiği için sinema maceram da Bakırköy ile sınırlı kalıyor. (Arada gittiğimiz Beyoğlu, Şişli sinemalarını saymazsak.) Yetmiş lerin başları, (işe başlamadan önce) lise bitmemekle birlikte, lise ile ilişkim kalmadığı için evde oturduğum yıllar. Ağabeyim ve ablam bankada çalışmakta, kız kardeşim ise lisede okumaktadır. Bol bol ne bulursam okuduğum ve biraz da yazmaya başladığım bu dönemde ara ara tek başıma Bakırköy sinemalarında seyrettiğim filmlerin pek aklımda kaldığını söyleyemem. Daha çok, Alain Delon’ un sonunda gerekli gereksiz mutlaka ölerek beni önce şaşırtıp sonra kanıksattığı (Delon' un yüz suyu hürmetine seyredilen) bol tabancalı filmleri, birkaç Charles Bronson filmi hayal-meyal aklımda kalanlar. Tabii çok beğendiklerim de var. Örneğin, beni yüzüm gözüm şişecek kadar ağlatan “Elveda Mr. Cheeps “ filmi ve yine en sevdiğim aktörlerden biri Peter O’ Toole ‘un diğer filmi “Generallerin Gecesi”. Hitler dönemini anlatan bu filmde karanlıklardan gelen ve bu sefer Rayuş’ a ait olmayan bir tiz sesin sorduğu soru aklımda kalmış: “Anne, hitlerin hepsi birden mi ölmüş?” (Bir bombalama sahnesi üzerine.)

70 ler, önce de bahsettiğim gibi en çok okuduğum yıllar. Tüm klasikler, varlıklar, çağdaşlar her şey okunuyor. Yaşamımıza giren yeni ve önemli diğer bir etkinlik, tiyatro. İlk olduğu için “Yaygara 70” (Dormenler) benim için son derece önemli. Sonrasında Fatih Tiyatrosu, Koca M.Paşa Çevre Tiyatrosu, Ferhan Şensoy, Gazanfer Özcan, Şehir tiyatroları. Daha sonra bilumum Zeki-Metinler. Seneler ilerleyip, hepimiz çalışmaya başlayınca, hafta sonu da tiyatrolarla işgal edilince, sinema konusunda daha seçici olmaya başlıyoruz. Kriter de en çok gösterimde kalanlar. Örneğin, filmlerin babası, babaların filmi "The Godfather". Mario Puzo' nun yazdığı romanını içer gibi okuduğum, l972 yılında Coppola nın yapımcılığını üslendiği bu film, korktuğum gibi (Baba’nın sesi hariç) beni hayal kırıklığina da uğratmıyor doğrusu. Aynı şeyi söyleyemeyeceğim “Love Story" var. Bu Erich Segal romanını okurken helak olduğum halde, Arthur Hiller yönetmenliğinde 1970 yılında çekilen filmden pek de etkilenmiyorum.( Belki gözyaşı kontenjanı romanla dolduğu içindir.)

İtiraf etmem gerekir ki, belli tarihlerden bu güne kadar geçen yılları, özellikle seksenler- doksanları, içindeki insanlarla ve olaylarla birlikte, pek net hatırladığım söylenemez. Sinema için de aynı şey söz konusu. Sırf bu yüzden bu sonuncu postu önce yazmak istemedim. Ama biraz araştırma yapınca, seyrettiğim ve beğendiğim bazı filmler aklıma geliverdi. İyi ki de bakmışım. Örneğin bir The Way We Were” “nasıl unutulur. Sydney Pollack’ ın 1973 yapımı Barbra Straisand-Robert Redfort filmi. Böyle naif bir başka aşk filmi var mı. Sonradan video kasedini edinip onlarca kez seyrettiğim, bir o kadar da zevkle seyredebileceğim, politik tandanslı "esaslı" Amerikan filmi. Ve şahane müziği.






Bir başka esaslı film: “İrlandalı Kız”. 1970 İngiliz yapımı. Robert Mitchum, Sarah Miles oynuyor. Emek Sineması’ nda iş çıkışı arkadaşlarla seyrettiğim bu filmin aylarca gösterimde kaldığını hatırlıyorum. Değişik ses sistemi ve teknik donanımıyla farklılık gösteren bu yapıt, evli genç bir kadının yasak aşk hikayesini anlatıyor. Köyün delisi dilsiz yaşlı rolündeki John Mills hepimizı etkiliyor.

İşte bir başka şaheser. “Cabaret”. 1972 Bob Fosse yapımı. Lisa Minelli’ nin enfes dans ve şarkılarıyla birlikte oyunculuğu da seyredenleri mest ediyor. Nastassia Kinski’ nin enfes doğa manzaralarıyla bütünleşen güzelliğiyle taçlandırdığı 1979 Roman Polansky yapımı “Tess” de beğendiklerimden.

Ve evet benden bu kadar..Son derece eğlendirici ve biraz da yorucu bu çalışmayı, bıkmadan ve daha önemlisi bıktırmadan sonlandırmanın zamanı geldi de geçti bile. Benim sinemalarım derken ben kendi adıma üç beş anı, üç beş film tadında bir şeyler düşünmüştüm. Meğer derin bir denize taş atmışım.Ne anılar üşüşmakten geri durdu, ne de filmler bitti. Halkalar açıldıkça açıldı. Durdurabilene aşk olsun.

Son olarak, tüm bu yazılanların yetkin bir ağızdan değil de amatör bir sinemasever tarafından, sohbet havasında ama filmler konusunda son derece hassasiyet gösterilerek hazırlandığını belirtmek isterim.

Sürç-i lisan ettiysek affola….


Hep sevgiyle kalalım…

Blog Widget by LinkWithin