İnsaniyet  

Posted by Asuman Yelen in , , ,

Bu gün yeğenim bir arkadaşının ameliyat olmak üzere hastanede yatan annesi için hatırı sayılır bir miktarda kan verdi. Hastanın rahatsızlığı dolayısıyla kanındaki trombosit miktarı çok fazla eksildiği için görme yetisi tehlikeye girmiş. Can' ın telefonla anlattığı kadarıyla işin tıbbi boyutu kısaca bu.

Daha başka birileri de bulunur düşüncesiyle kan verme durumu kesinleşmediği için gece Can Sahur için bir şeyler yedi, niyet etmeden yattı, çağrılınca gitti kanı verdi. Tıbbi ya da dini bakımdan ne bir çekinme ve korku ne de tereddüt yaşamadan ona düşeni yaptı. Her gerektiğinde de yapacağı gibi...

Anlamadığım, şaşırarak öğrendiğim şey, hastanın hastanedeki bir sürü yakınının aynı kan grubuna sahip olduğu halde, oruçlarını bozmak istemedikleri için kan vermeye yanaşmadıkları gerçeği . Ve ufak bir sohbetle, bir sürü hastanın (buna bu gün orada açık kalp ameliyatı olacak bir hasta da dahil) aynı sebepten kan bulmakta güçlük çekmesi.

Blogumda bir dini tartışma açmak, ahkam kesmeye kalkışmak yapmayı düşündüğüm en son şey. Ama buradan şu kadarını da söylemeden geçemiyeceğim. Bana göre İslamiyet bir kurallar manzumesinden ibaret değildir. Birinci planda insan hayatı ve insani sorumluluklar gelir. Aksini düşünen ve sadece kuralları önemseyip, bir insanın hayatını göz ardı ederek, cenneti garantilediğini zannedenler, bence bu dini yüreklerine değil sadece hayatlarına geçirmiş olanlardır ki .....

Daha fazla devam etmek istemiyorum. "Herkesin dini kendine," diyerek bu konuyu kapatmak galiba en iyisi olacaktır....

Görüşmek üzere....

Gezinen Bir Gölgedir Hayat  

Posted by Asuman Yelen in , ,




Gezinen bir gölgedir hayat, gariban bir aktör
sahnede bir ileri bir geri saatini doldurur
ve sonra duyulmaz olur sesi, bir masaldır
gürültücü bir salağın anlattığı
ki yoktur hiç bir anlamı.


William Shakespeare




Milattan çok önceden itibaren yaşam ve tiyatro, tiyatro ve yaşam, birarada hatta birbirinin içinde, bugüne kadar hayatımızda varolmuştur. Dinsel törenler, hasat şenlikleri, biçiminde, Ortaçağda yasaklanarak, Rönesansta estetik kazanarak daha sonra da yayılıp, romantizm ve diğer akımlarla çeşitlenerek ve özgürleşerek günümüze kadar gelmiştir.

Bu kısacık lise dönemi ve biraz da sonrasından aklımda kalan bilgiler ışığında yapmaya çalıştığım girizgahtan sonra, lafı hemen hepimizin klişesi " yaşam bir tiyatro sahnesi bizler de onun oyuncularıyız" şeklindeki günümüz aforizmasına getirmek istiyorum.






Başımı yastığa koyup gözümü kapadığımda üzerinde çok düşündüğüm konulardan biri bu.
Kendimi her zaman, bir büyük senaryonun içinde, üslendiğim muhtelif rolleri -ki bunların kimi geçiciydi ve bitti- kimi zaman rol arkadaşlarımla birlikte, kimi zaman tek başıma üstlendiğimi düşünüyorum. "Evlat" , "kardeş" , "öğrenci", "arkadaş" rolü, sonra "çalışan kadın." Sonra bazı yan roller "görümce" "baldız" gibi. En önemli karakter rolleri "hala", "teyze". Ve ölene kadar üzerime yapışan, başarıyla yürüttüğüm "emekli" rolü. En sürprizsiz en sorunsuz, kalıcı rolüm.

Mekan, kostüm ve ışık zamana ve senaryoya göre, iyi ya da kötü yönde farklılaşmakta ise de bu değişikliklerin daha doğrusu bu üç faktörün beni fazla etkilediğini söyleyemem. Ama insan faktörüne gelince durum tamamiyle değişiyor.

Yaşantımdaki insanları iki ana guruba ayırıyorum. Rol arkadaşlarım ve seyirciler.

Rol arkadaşlarımla aynı sahneyi paylaştığımız sürece, küçük takılmalar tökezlemelere rağmen, zaman zaman ezber bozulsa da, arada bir trak da girse, sahneyi terketme şansımız olmadığı için, sufleyle, birbirimizin desteğiyle roller bitene kadar birlikte olmaya devam ederiz. En çok "dost" lar zorlar. Bazen maskeler takılır. Bu işi biraz zorlaştırır ama durum değişmez. Zaman zaman eskiler gider, yeniler gelir. Ama siz hep ordasınızdır. Sizin oyununuzda baş rol sizindir.

Benim esas korktuğum seyirciler olmuştur. Karşıda bir yerlerde, tanımadığım, dost ya da düşman oldukları hakkında fikir sahibi olmadığım yüzlerini karanlıktan göremediğim ama varlıklarından emin olduğum, beni gören, beni izleyen bir sürü insan. Önemserim önceleri onları. Benimle ilgili düşünceleri, yargıları önemlidir. Onlar hep ordadır ve gözleri hep üzerimde. Gösterim onlar içindir. Beni mutlaka beğenmeleri gerekir. Ve onaylamaları.

Gong çalar, yaşam sahnesine atılır, karşımızda önce onları görürüz. Karşı camda aralanan perdenin arkasında, dolmuşta, markette, vapurdaki insanlar gibi. Hep incelerler. Oturuşunuzu, kalkışınızı, yürüyüşünüzü, konuşmanızı şaşırırsınız onların yüzünden. Sanki hep asık suratlıdırlar, kimileri de alaycı. Hep eleştirir dururlar.

Yaşam devam eder, gaileler, sorunlar, felaketler, mutlu ve mutsuz, olaylar gelişir, oyun hareketlenir, unutmaya başlarsınız seyircileri . Artık tüm dikkatiniz ve enerjiniz oyundadır. Ya çok mutlusunuzdur görmez gözünüz kimseleri, ya da gözleriniz yaşla doludur görüşünüzü engelleyecek. Artık seyirci yavaş yavaş uzaklaşmaya başlar. Yalnız kendiniz için oynamak istersiniz. Onlar silikleştikçe siz netleşirsiniz.

Aslında onlar hiç olmamıştır. Bu, sizin kendinizi çok fazla önemsediğiniz dertsiz tasasız gençlik günlerinizin küçük yapay dertleridir. Orada sahnenin karşısında sadece anlamsız bir karanlık vardır. Koltuklar boştur adeta. Umursmamaya başlarsınız, kendinizi rolünüze kaptırırsınız.

Oyun sona doğru yaklaştıkça hiç görmez olursunuz seyircileri. Unutursunuz varlıklarını. Ya da artık önemsemezsiniz. Tek önemli "siz" sinizdir artık. Tek anlamlı, tek değerli ve yetkin. Onların varlığı, sizinle ilgili düşünceleri, sizi sevmeleri, sizden nefret etmeleri ya da sizi yok sayıp uyuklamaları hatta sizi alkışlamaları.

Sahne tenhalaşır yavaş yavaş. Rol arkadaşlarınız da sahneyi terketmiştir birer birer. Işıklar yavaş yavaş azalır. Sesler kesilir.






Ve perde kapanır. Sizin oyununuz bitmiştir.




Görüşmek üzere...






















30 Ağustos' u Kutlarken  

Posted by Asuman Yelen in , , ,


Haluk' un Veda' ı' ndan

.........................................................
Hani bir gün seninleTopkapı' dan
Geliyorduk; yol üstü bir meydan,
Bir çınar gördük; enli boylu vakur
Bir ağaç; hiç eğilmemiş, mağrur
Koca bir gövde; belki altı asır,
Belki ondan da fazla, dalgın, ağır,

Kaygısız bir ömür sürüp gelmiş;
Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş,
Ki, civarında kubbeler, damlar,
-Sanki tövbe için, secdede başlar-
Onu dehşetle seyreder gibidir.
Duyulan hep onun hikayesidir,
Görülen hep odur uzaklardan,
Fakat başı göklere uzanan
Bu heybetli gövde çırçıplak,
Ne yeşil bir filiz, ne yaprak,
Kuruyor, ah pek yazık! Şu derin
Yara böğründe belki bir hain
Baltanın, bir gazaplı yıldırımın
Zehridir... Söyle, ey çınar bağrın
Hangi ateşle yandı? Hangi siyah kurt
İçinden kemirdi? Hastasın eyvah!
Seni şimdi kim bağlayıp saracak?
Kim şifalar verip de kurtaracak?
Şu dönen kargalar başında senin,
Söyle, bunlar mıdır zehirleyenin?

Söyle ey muzdarip vatan, bildir:
Çektiğin hangi kanlı çiledir?...
.............................................

Tevfik FİKRET (1909)



Parçanın sadeleştirilmesi Orhan Karaveli'ye aittir.

Alttaki resim yazarın "Ölümünün doksanıncı yılında Tevfik Fikret ve Haluk Gerçeği" isimli kitabından alınmıştır.

Filozof Geçinmek  

Posted by Asuman Yelen in ,



Yıllar önce Montaigne’in Denemeler’ ini ilk defa okuduğum zaman çoğu saptaması için “aaa bunu ben de hep düşünmüşümdür” ya da “ayol bu yeni bir şey değil ki” şeklinde, böbürlenmiş ve dünya filozofunu küçümsemiştim. Hep okuduğumuz, her şeyi okuduklarımız kadar bildiğimiz dönemlerdi. Ergenlik dönemindeki çoğu arkadaşımın da aynı yanılgıya düştüğünü görüp hayal kırıklığına uğramıştım bir de. Öyle ya içimizdeki tek filozof ben değildim.

Seneler geçtikçe, gezerek, görerek, çalışarak, okuyarak, gülerek ve ağlayarak, kaybederek ve bularak, sürprizler ve hayal kırıklıkları yaşayarak yavaş yavaş her birimiz kendi yolumuzda hayatı öğrendik. Artık kendi denemelerimizi yazabilir miydik? Kendi adıma ben uğraştım. Çaresiz bir çaba olduğunu gördüm. Anladım ki Filozof olmakla filozof geçinmek arasında dağlar varmış.

Birlikte şu dağlara bir göz atmak ister misiniz…


Montaigne’ in kronolojik yaşam öyküsü:

Montaigne çiftliklerinin sahibinin en büyük oğlu olarak dünyaya geldi. (1533) (Şans)

En iyi kolejlerden birinde Latinceyi ana dili gibi konuşacak şekilde yetiştirildi. (Eğitim)

13 yaşında felsefe eğitimi aldı, 16 yaşında hukuk okumak üzere Toulouse Üniversitesine geçti.

21 yaşında Bordeaux meclisi sözcüsü oldu. 25 yaşında bir siyasi ayaklanmaya ve bir tüccarın yakılarak öldürülmesine tanık oldu. (Deneyim)

30 yaşında çok sevdiği, dostluklarının tüm dünyada (bu gün bile) örnek olarak anlatıldığı filozof arkadaşı La Boetie’ in ölüm haberiyle yıkıldı. (Büyük acı)

32 yaşında evlendi ve doğan altı kızının altısı da yaşını dolduramadan öldü. (Tatlı ve acı deneyimler)

37 yaşında her şeyi bırakarak babasının ölümünden sonra kendisine kalan çiftliğe yerleşip tercümeler yaptı, bol bol okudu, yaşadıkları ile ilgili aldığı notları da değerlendirerek, Denemeler’ in ilk bölümünü 48 yaşında yayınladı. (Birikim ve çalışma)

Hemen arkasından senelerce çektiği böbrek taşları için tedavi görmeğe başladı. Bu arada Almanya ve İtalya’yı gezdi. Roma’da Papa huzuruna kabul edildi. (Onur)

Daha sonra Bordeaux valisi seçildi. İki dönem valilik yaptı. Bu arada başlayan veba salgınından kaçmak üzere ailesiyle birlikte dünyayı dolaştı. Dönünce çiftliğe çekilip okumağa başladı. 53 yaşında üçüncü kitabın denemelerini hazırlıyordu. 55 yaşındayken sonuncu yazdıkları ile diğerlerini birleştirerek dördüncü derlemesini yayınladı. (Gezip- görme, uzun süreli çalışma)

Döneminin politik huzursuzluklarına ve süren savaşa rağmen, öldüğü 59 yaşına kadar, okumaktan ve özgürce yazmayı sürdürmekten hiç vazgeçmedi. (1592) (Sebat ve cesaret)

Ve, tüm bunlara ilaveten tabii ki yetenek, sezgi ve anlayış.

Eminim ki herkesin bireysel olarak yaşanmışlık üzerine bir yerlere karaladığı notlar olmuştur. Dostluk, aşk, ölüm, yaşam, mutluluk, acı, yalnızlık, çocuk, hayvan üzerine bir şeyler çiziktirmişizdir bir yerlere. Ya kendimizle hesaplaşırız veya öğüt veririz birilerine. Ama o kadar. Bir Montaigne olmaya kalkışmak… Büyük cüret…

Belki de onu 42 yaşında iken kişisel mührünün üzerine “Ne biliyorum ki?”diye yazdırtan yüce alçakgönüllülüğüdür eserlerine de yansıyan ve okuyan bizleri bu denli cüretkar kılan…

Bir de örnekle tamamlarsak:

"Kimse cimri olduğunu, kıskanç olduğunu kabul etmez. Körler hiç olmazsa bir yol gösterici isterler; biz kendi kendimizi sokarız yanlış yollara. Benim yükseklerde gözüm yoktur, ama Roma'da başka türlü yaşanmaz deriz; öfkeliysem, güvenli bir hayat kuramadıysam, suç bende değil, gençlikte, deriz. Dışımızda aramayalım kötülüğü, içimizdedir o; ciğerimize işlemiştir. Hasta olduğumuzu bilmemek de iyileşmemizi daha zorlaştırır. Kendimizi erkenden bilmeye başlamazsak, nasıl başederiz bunca dertlerle, bunca kötülüklerle? Oysa felsefe gibi çok tatlı bir ilacımız var. Öteki ilaçları ancak bizi iyileştirirlerse hoş buluruz; felsefe ise hem hoşlandırır, hem iyileştirır bizi."

Hep sevgiyle kalalım...

Biyografi ve alıntı: Kitap Zamanı (Batı Klasikleri-Denemeler)

Noktürn  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Bu şiiri ortaokul çağlarında bir takvim yaprağında görmüş, (o zamanlar takvim yapraklarında şiirler olurdu) , adı "Akasyalar Açarken" olan şiir defterime kaydetmiş, kendine has musikisinin etkisiyle ezberlemiştim hatta. Haziran ayında, üstüste yaşadığım birkaç kötü olay sonucunda insanlarla ilgili geçici bir güven kaybı yaşamış ve güzelim aşk şiirini kötü emellerim için değiştirerek yazmıştım. (Ne ayıp!) Ama itiraf etmeliyim ki, o günlerdeki hissiyatımı da bundan iyi anlatabileceğimi zannetmiyorum. ( 20 Haziran 2009-Cenaze)

NOKTÜRN

Tak tak tak tak... hızlı hızlı çakıyor
Tak tak.. Doğramacı tabut yapıyor.

Doğramacı, doğramacı

Ya çam ya ceviz ağacı

Ağır, büyük bir tabut çak

İçinde GÜVEN yatacak


Ak ipek döşe içini

Hatırlatsın yiğitliği

Kurdele koy mavi mavi

Hatırlatsın dürüstlüğü.


Orada dere kenarında

Kara ağaçlar altında

Cıvıldarken guguk kuşu

Bir riyakar vurdu onu


Doğramacı, doğramacı

Ya çam, ya ceviz ağacı

Ağır büyük bir tabut çak

İçinda GÜVEN yatacak


Uzun zamandır Yunan şair Jean Moreas' a yaptığım bu saygısızlık içimi kemirip durduğundan yeniden orijinalini yazmayı bir borç bildim. Tabii şiir defterime on altı yaşımda geçirdiğim metine güvenmediğim için alıntı yaparak..


Tak, tak, tak, tak – hızlı hızlı çakıyor
Tak, tak – doğramacı tabut yapıyor.
“Doğramacı, doğramacı,
Ya çam ya ceviz ağacı,
Ağır, büyük bir tabut çak,
İçinde aşkım yatacak.
Tak, tak, tak, tak – hızlı hızlı çakıyor

Tak, tak – doğramacı tabut yapıyor.
“Ak ipek döşe içini,
Hatırlatsın dişlerini;
Kurdele koy mavi mavi
Hatırlatsın gözlerini.”

Tak, tak, tak, tak – hızlı hızlı çakıyor
Tak, tak – doğramacı tabut yapıyor.
“Orda dere kenarında
Karaağaçlar altında
Cıvıldarken guguk kuşu,
Bir başkası öptü onu.”




( Türkçesi : İhsan Akay )

Böylesi daha güzel öyle değil mi...



Hep şiirle olalım...

Benim Şeytan Çekiçlerim  

Posted by Asuman Yelen in , ,

Can, Erdem ve Koray



Yaklaşık yirmi beş sene kadar önce… O tarihlerde 4-5 yaşlarında olan büyük yeğenim Koray hafta sonu misafirim. Birlikte vakit geçiriyoruz. En sevdiğimiz şeylerden biri de video kaseti izlemek. Birlikte gidip istediğimiz filmleri seçiyor sonra oturup izliyoruz. O gün de önce çocuk parkında biraz oyalanıp kasedimizle birlikte dönmeyi kararlaştırıyoruz. Bunu yapmak için de hazırlanmaya başlıyoruz. Odamda aynanın karşısında çarçabuk bir allık sürüp tam rujumu elime almışken, aynada şeytan çekici gibi karşımda. Gözlerini devire devire: “Yaa Asu Teyze, annem de böyle. Niye siz kadınlar, sokağa çıkılacak der demez savaşa hazırlanan bir kızılderili heyecanıyla yüzünüze gözünüze boyalar sürmeğe başlıyorsunuz?" Ruj elimde gülmekle ağlamak arası öylece kalakalıyorum!...

Ortanca yeğenim Can, ilkokulda. Küçük küçük flörtler yaşıyor ve hepsini de çok önemsiyor. Yine bir hafta sonu, yanımda kalıyor. Sebebini hatırlamıyorum muhtemelen ağabeyim (babası) kızmış, haksızlığa uğradığını düşünüyor. Canı çok sıkkın. Ben de onu güldürmek için durmadan komik bir şeyler anlatıyorum. “Bir gün arkadaşlar hep birlikte hamburger yemeye gittik. ABD’den çok yeni dönmüş olan arkadaş siparişi veriyor.” Hemen atlıyor. “Erkek mi?” “Evet. Her neyse siparişi veriyor ‘bize altı tane heemböörgıır’ “ Can, kırılıyor gülmekten. "Yine bir gün hep birlikte lokantaya gidiyoruz. Çook uzun düşünüp taşınıp nihayet ne yiyeceğimiz konusunda kararımızı veriyoruz. Bir arkadaş, uzun uzun bir yandan …Can hemen soruyor “erkek mi?” “Evet her neyse uzun uzun, bir yandan mönüye bakarken bir yandan da arkasında beklediğini sandığı garsona yemekleri sıralıyor. Halbuki beklemekten sıkılan garson çoktan gitmiş. Farkında olan bizler de bozuntuya vermeden gülerek izliyoruz.” Can yine gülüyor. Bir şeyler daha anlatıyorum ama hepsi de tesadüf yeme-içmeyle ilgili. Ertesi Gün Erdem’in (küçük yeğen) doğum günü. Uzun masanın etrafında Can’ın annesi, babası, anneannesi, Erdem’in babası, annesi, babaannesi, Büyük teyzem, ablam, eniştem hepimiz oturuyoruz. Rayegan (kız kardeşim) son getir- götürleri yapıyor. Büyüklerden biri sesleniyor “ Kızım gelirken ekmeği… Şımarık Can’ ın tiz sesi çınlıyor: “Dinleyin bu çok komik. Halamın sevgililerinden biri… diyerek başlıyor anlatmaya. Herkes ne olduğunu anlayıp, ağabeyimin tok sesi “Yeter artık Can” diye gürleyene kadar üç sevgilimin (!) yeme- içme hikayeleri çoktan bitiyor. Sanki herkes ilk defa görmüş gibi bana bakıyor. Hiç kimsenin gülmemesi de cabası. Sadece garip bir sessizlik!...

Kız kardeşimdeyim. Erdem, 13-14 yaşlarında. Annesiyle babasıyla o dönemde iletişim sorunları yaşıyor. Bir tavrını beğenmiyoruz. Bildik muhabbet başlıyor. “ Biz senin yaşındayken annemize babamıza değil böyle çemkirmek, yanlış bir hareket yapıp onları üzmeyelim diye özen gösterirdik. O, “siz anlatın, iyi oluyor” dercesine, alaylı alaylı başını sallıyor. Biz hala birbirimizi tamamlayarak ve onaylayarak devam ediyoruz. “Bir kere biz babamıza siz diye hitap ederdik. Bütün arkadaşlarımız da aynı şekilde. Kimse bunu bizden istemediği halde.” Erdem küçümsüyor. “Çok saçma, insan babasına siz diye hitap ederse aralarında nasıl yakın bir iletişim kurulur ki. Siz mesafeyi baştan koymuşsunuz bir kere.” Bu küçümseyen tavır, babalarına adeta tapan biz iki kardeşi çok kızdırıyor. Rayuş “Yoo, bana bücürbabam derdi, boynundan indirmezdi.” Ben ilave ediyorum. "Ben çok iyi hatırlıyorum eşekçilik oynardık. O yere diz üstü çökerdi ablamla ben sırtına binerdik." Saygısız Erdem davudi sesiyle kahkahayı koyuveriyor. “Eeeee, sonra, ne derdiniz? Lütfen deh iniz babacığım… çüş ünüz babacığım hahhahhhah.” Rayuşla ikimiz birden terliklerimizi elimize alıp atmaya hazırlanırken kaçıp odasına kapanıyor. Biz de tuttuğumuz kahkahalarımızı sessizce bırakıveriyoruz!...

Zaman tersine işliyor. Bu sefer en son resim siyah-beyaz olsun. İlk tabettiğim resim.

Erdem, Koray ve Can

6-7 sene önce


Hep sevgiyle Kalalım...

Ödül  

Posted by Asuman Yelen in ,


Arkadaşım e.t. hatırlamış, değer vermiş ve bana bu ödülü yollamış. Çok teşekkür ederim.

Bir önceki ödülümde belirttiğim nedenlerden dolayı, kısaca açıklarsak, arkadaşlarımın hemen hemen hepsi bu ödülü önceden aldığından 7 kişi kuralını yerine getiremiyorum. "Severek, samimiyetle okuyan ve yazan herkese gitsin" diyerek, sevdiğim 7 şeyi listelemeye çalışayım..

l-Kızkardeşimle öğlenleri Türk Kahvesi içme faslı. (Ve tabii fal )
2-Yeğenlerime yemek hazırlayıp hepsiyle birarada pişirdiklerimi yeme faslı.
3-Okumak, Tagore'u tekrar tekrar okumak. (Büyüyen ay yazılarını ve Ateş böceği şiirini özellikle)
4-Sıkı bir yağmuru camdan izlerken Mantovanni dinlemek. (Nostaljik bir alışkanlık)
5-Rüyamda sevdiklerimi görmek.(Kaybettiklerimi)
6-Paçozu gezdirmek.
7-Klasik Türk Sanat Musikisi (Olabildiğince eski şarkılar, besteler) ("Seri Zülfü amberin" son favorim, hemen her gün dinlediğim)

Herkese sevgiler...

Süpürge Sapı Hacivat

“Meeeersiiin Karagöz”

“Süpürge sapı Hacivat “ Hacivat önce titizlenir:

“Mersin dedim Karagöz” Karagöz ısrarcı:

“Süpürge sapı Hacivat” Hacivat ümidi keser, her zamanki gibi, Karagöz’ü gırgıra alır:

“Ne yersin Karagöz?” Karagöz kendi aleminde:

“Süpürge sapı Hacivat,” Hacivat, dalgasını geçmeye devam eder:

“Anan ne yer Karagöz “

“Süpürge sapı Hacivat”

“Baban ne yer Karagöz?”

…………………………………......

İş iyice çığrından çıkmıştır Hala, teyze, amca bir bir süpürge sapını yerken, Hayali Küçük Ali bu atışmayı, tok sesinin vurguları ve artan temposuyla iyice coşturarak, adeta müzikal bir hale dönüştürür. Tempoyla birlikte artan diğer şey, kareli muşambalı büyük tahta masanın etrafındaki tahta sandalyelerde oturan ailemin şen kahkahalardır.

Parçanın sonunda, Hacivat’ın:

"Sülalen ne yer Karagöz?" Sorusuna:

"Süpürge..." diye başlarken uyanan Karagöz birden öfkelenir ağzına geleni sayıp dökmeye başlar. Bu arada "al sana al sana" sesleri arasında vurma efektleri de devreye girer. Bu genellikle tencere kapağı benzeri seslerdir. Biz çocukların kahkahaları da bu arada iyice yükselir. Annemle babam da en çok bizim halimize gülerler.


Hayali Küçük Ail'nin sahur yemeklerimize kattığı neş'e ve mutluluk nedeniyle doğrudan cennete gideceğini düşünürüm hep. Asık, uykusuz yüzleri güldürdüğü, çocuklara orucu kolaylaştırdıği ve ciddi ve zor bir ritüeli eğlenceli hale getirdiği için.



Nurlar içinde yatsın.


Hep sevgiyle kalın...

And the Oscar goes to...  

Posted by Asuman Yelen in ,


Ramazan'ın bereketi bu ilk küçük sürprizi ile kendini göstermeye başladı bile. Dostluk ve paylaşımı simgeleyen şık bir ödül...

Sevgili arkadaşım Yaşamın Kıyısında 'ya bana bu ödülü layık gördüğü için teşekkür ederim. Ben de gereğini yerini getirerek kuralları aşağıya yazıyorum.

1- Sizi ödüllendirene teşekkür edin.
2- Sizi ödüllendirenin blog linkini yayınlayın.
3- Ödülün logosunu yayınlayın
4- 7 yaratıcı blogeri ödüllendirin.
5- Bu 7 bloğun linklerini yayınlayın.
6- Ödüllendirdiklerinizi bundan haberdar edin.
7- Kendiniz hakkında 7 ilginç şey yazın

Neredeyse arkadaşlarımın tümü benden önce bu ödüle sahip olduğundan, üç maddeyi yerine getiremiyorum. "Bloglarına iyi niyet ve sevgiyle paylaşmak istediklerini yazan herkese gitsin" diyerek yedinci maddenin gereğini yapmağa çalışalım...

1-Keyifli ve huzurluyken, beynim tembelleşir, öfkelenince algılarım açılır, kafam daha iyi çalışır. Kambiyoda çalıştığım için bankanın yolladığı 8 aylık ingilizce kursunda, derste fazla konuşamadığım İngiliz hocaya sinirlenince odasına girip en az onbeş dakika öfkeyle içimi döküp, kapıyı çarpıp çıktıktan sonra İngilizce konuştuğumu idrak etmiştim..

2-Mutfakta ve resim yaparken ortalığı çok dağıtırım. Aklıma estikçe resmin bir yerini daha oynadığım için evde, perde, cam, koltuk her yerde yağlıboya lekeleri vardır. Yemek yaparken de sağa sola pirinç, salça, un Allah ne verdiyse döker, sonunda bır de ortalık toplayıp temizlediğim için herkesten çok yorulurum. (Küçücükken babaannemin bana koyduğu isim: Orman Kibarı)

3-Yön kabiliyetim sıfır denilecek kadar azdır. Şu an sahip olduğum arkadaşlarımdan hiçbirinin evini bir defada bulamam. Telefonda kendi evimi tarif edemem. Otelde, motelde ilk bir kaç gün odamı arar dururum.

4-Duygusal olduğum için aniden öfkelenebilirim. Bunu da tabii en iyi yeğenlerim bilir. Güzel güzel konuşup sohbet ederken, bir söz, bir bakış, bir nüans beni şirin bir teyzeden (haladan yahut) bir süpürge cadısına dönüştürebilir.

5-Bilmediğim şeyi yemek istemem. Radikal değişiklikleri sevmem. En çok evimde huzurlu hissederim. Alışkanlıklarımı çok zor bırakırım. (İyi veya kötü olanları)

6-Sevdiğim, önem verdiğim insanlarla bir araya gelince, sohbet, muhabbet, incinip -incitmeden hiç bir şey kaçırmadan yolunda gitsin diye öyle özen gösterir, öyle dikkat kesilirim ki, görsel ayrıntılar arada kaçar gider. Siyahken kızıla dönmüş bir saçı, yeni bir giysiyi, markası, rengi değişmiş bir arabayı asla söylenmezse farketmem. Ben de böyle kırarım insanları.

7-En korktuğum şey, iyi niyetimden şüphe edilmesidir. Benim dışımda, benim haberim olmadan gelişen, bu yüzden düzeltme şansına sahip olamıyacağım bazı durumlar yüzünden, benimle ilgili şüpheye düşmeye amade dostların (!) bende uğrattığı hayal kırıklığı, yüreğimde derin yaralar açar, uykularımı kaçırır.

Oh yahu..İnsanın kendini anlatması ne kadar zevkli. Zaten böyle bir meylimiz varken, bir de bunu bizden istedilerse keyifler tavan yapıyor. Çok ayıp ama gerçek. :)))

Bu ödülü hazırlayanlara ve bana yollayan arkadaşıma, bana bu zevki yaşattığı için bir kere daha teşekkür ederim.

Hep sevgiyle kalın...

Ramazan 2009  

Posted by Asuman Yelen in ,

Amatör Çalışmalarım 2  

Posted by Asuman Yelen in ,

Still Life Çalışmalarım



Babamın fotoğraf Makinesi




Ağabeyimin akordeonu













































































Kollektif Histeri  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,




Artık bağırıyoruz. Birkaç yıldır sürekli bağırıyoruz. Büyük-küçük, çoluk-çocuk hep birlikte.

Tuhaflık bunun neresinde diyebilirsiniz. İnsanlar zaman zaman bağırırlar. Sinirlenince, canları yanınca, korkunca, ve çok sevinince seslerini yükseltirler. Kastettiğim, ani gelişen olaylarda, istem dışı olarak başlayan, bir türlü önleyemediğimiz desibel artışı değil. Bu son derece doğal, insani, affedilir bir şey.

Son zamanlarda çok tuhaf şeylere şahit oluyorum. Çocuklar, bir yerlerde üçer beşer toplanıyorlar, sabah erken, öğlen yemek vakti, akşam, durmadan bağırıyorlar. Duyduğum sesler, bildik değil, hani istop oynarken topu yukarı atar ve bağırırsınız: "Aaayyyşeeee…" Ya da "sooobeeee…" Değil. “Elim sendeeee…” Hiç değil. Veya, ‘at,’ ‘tut’, ‘vur’, ‘koş’ gibi sesler de gelmiyor sokaklardan eskisi gibi. Sadece çığlık. Açıyorlar ağızlarını sonuna kadar, basıyorlar çığlığı. Sırayla. Oyun bu, sadece masum bir oyun. Ne kadar zor alıştım meraklanmamaya. İlk duyduğumda, o camdan öbür cama koşardım, kim düştü, kim yaralandı ya da kim kaçırılıyor diye görebilmek için. Belki müdahale edebilmek için.

Vaktinizin hemen hepsi evde geçiyorsa, sabahları kaçınılmaz olarak bir kadın programına denk geliyorsunuz. Havalı sunucu salına salına stüdyoya giriyor ve maestro yapımcı (ya da görevli her kimse) işaretini çakıyor. Ne??? Haydiii, hep bir ağızdan ablalar teyzeler basıyorlar çığlığı. Ama ne çığlık. Yer gök inliyor. Bununla kalsa neyse. Sunucu ağzını açıyor, bir çığlık, ayağa kalkıyor, bir çığlık. Bu anlattığım, kumandayı bulup can havliyle başka kanala atlayana kadar geçen kısacık süreç içinde gördüklerim. Daha doğrusu duyduklarım.

Geçenlerde bir akşam, ailelerin yarıştığı, rastlarsam ve başka bir şey yoksa, bilgisayar başında arkam dönük dinlediğim bir program, benim iyiden iyiye sinirlenmeme, ve yine apar topar, bu sefer televizyonu hepten kapatmak üzere, kumandaya atlamama neden oldu. Sunucu (Meltem Cumbul) yarışmacı aileyi anons eder etmez, kadınlı erkekli hep aynı grup, sıtma görmemiş sesleriyle heeey diye bağırmaya başlıyor ki, hep birlikte bağırmanın (eğer bir nebzecik varsa) adabından, senfonisinden yoksun, adeta Fener, Real Madrid’e gol atmış gibi. Hayır onun bir anlamı var, içinde mutluluk, coşku var. Burada amatör, sıradan bir yarışmacı anons ediliyor, sanırsınız çağırılan Madonna. Sanki bir sınıf dolusu yuva çocuğunu (her şeye eeeevveeeettt diye bağıran), sihirli bir değnekle şeklen erginleştirip salona doldurmuşlar. Gerçekten tahammül edilir gibi değil.

Neler oluyor insanlarımıza dersiniz? Çocuklarımız, artık kendilerini ailelerine, ve dünyaya fark ettirebilmek için bu yolu mu kullanmak zorunda kalıyorlar!...

Ya büyükler, biz, bu kadar mı aciz , çaresiz kaldık sorunlar karşısında; bağırıp duruyoruz orada -burada, stadlar artık bu yüzden mi, kadın-erkek tıklım tıklım dolup taşıyor?...

“Bir of çeksem, karşıki dağlar yıkılır” türküsüne ne oldu? Kimsenin canı artık türkü bile söylemek istemiyor mu!...


Sevgiyle kalın…

Güzel Bir Reklam  

Posted by Asuman Yelen in , , , , , , ,


Televizyonda bu günlerde dönen bir reklam var:

Aylardan Ramazan.
Bir bebek, ailesinde şaşkınlıkla farkettiği olumlu değişiklikleri izliyor. Babasındaki dinginliği, abisindeki yardımseverliği, annesindeki misafirperverliği, sofralarındaki çeşitliliği, gelenlerdeki artışı, sözü-sohbeti velhasıl yuvasında aniden gelişen tüm bu olumlulukları mutlulukla izliyor ve sebebini bir türlü anlamadığı bu geçici değişikliğin , her çocuğun ihtiyaç duyduğu bu güzelliğin, tüm zamanlar boyunca ailesi ile birlikte olmasını tüm saflığı ve içtenliği ile istiyor ve sessizce haykırıyor:

KEŞKE HERKES HEP BU AY OLDUĞU GİBİ OLSA!...


(Bizler de tüm insanlık için aynen altını çiziyoruz.)

Teşekkürler Coca- Cola, bir kez daha...

Hep sevgiyle kalın...


Seyredilesi Şeyler  

Posted by Asuman Yelen in , ,



Ey Aşk Nerdesin

Şu an izliyordum o kadar hoşuma gitti ki, reklam arasında gidip bloguma yaziiym dostlar da seyretsin dedim. Beğenme nedenlerimi çabucak ve kısaca anlatıp diziyi seyretmeye devam edeyim. Oyuncular bomba. Konu ve tarz dersek içinde yaşadığımız ülke ve hatta dünyadan hiç de kopuk değil. Günlük yaşantımızda her zaman olan şeyler. Oyunculuklar abartısız. Ayrıntılara dikkat edilmiş. Hemen aklıma geliverenler. Umarım başladığı gibi devam eder. Umarım kaldırılmaz. "Ailece zevkle seyredilebilir." ( Son cümle, resmi aldığım TV sayfasındaki tanıtım yazısından aklımda kalmış)

Herkese iyi seyirler...


Benim Radyolarım  

Posted by Asuman Yelen in , , , , ,

Kımanı may havs ve Papalas Mambo

Henüz İstanbul'dayız. Resimdeki radyoyu da diğer eşyaları da hiç hatırlamıyorum. Ama en küçük teyzemin söylediği (uzun sarı saçlarını savura savura dans ederek) yukarıdaki şarkıları hatırlıyorum. Belki daha sonrasıdır. Müziklerini gayet net hatırladığım bu şarkıların çok ilerde Come-on a my house ve Papa loves mambo olduğunu öğrendiğimde çok gülmüştüm. Teyzem bizi sık sık ziyaret ettiğinden, bu şarkıları İstanbul' dan sonraki şehirlerden birinde duymuş olma ihtimalim çok daha fazla.

Müzeher- Ekrem - Nevzat Güyer

Yandaki resim İskenderun' dan. Yine değişik bir radyo arkamızda görülen. Bu dönemde ihtimal ki bol bol Türk Sanat Müziği izlendi. Saadettin Kaynak' lar, Yesari Asım' lar, Selahattin Pınar'lar. Çok iyi hatırladığım bir şey, annemle babam Ekrem- Nevzat Güyer kardeşler ve Ekrem' in eşi Müzeher Güyer'i çok severlerdi. Ben Ekrem Güyer' in sesini bilmem pek. Ama Müzeher Güyer, dinlediğim gelmiş geçmiş kadın seslerinin en güzelidir. Bir kaydını bulmak için dünyaları verirdim. Ekrem Güyer çok genç ölmüş. Müzehher duygu yüklü sesiyle :

"Unutturamaz seni hiçbir şey, unutulsam da ben
Her yerde sen her şeyde sen bilmem ki nasıl söylesem"

diye yanık yanık başlayınca, annem her seferinde ağlardı.
(bu şarkıyı eşi, Müzeher için bestelemiş ve yazmış.)

Tabii Muzaffer Sarısözen eşliğindeki Yurttan Sesler korosunun türküleri, Türk Musikisi fasılları benim yaş gurubumdaki her kesin yüreğine çakılmıştır.
Bu arada şunu da söylemeden geçemiyeceğim. Uzun yıllar devam eden bu koro faslı bana nedense yakılan banyo sobası, çamaşır kazanı, soda ve çivit, yanı sıra da yoğun bir sabun kokusu çağrıştırır :)) (Muhtemelen pazar günü yayınlanıyorlardı)

Ve Tangolar

Elli' lerin sonu altmış' ların başında radyolarda bol bol tangolar da çalınırdı. Fehmi Ege, Necdet Koyutürk, daha sonra Şecaattin Tanyerli. Çok daha eskiden gelip de annemin babamın bize öğrettikleri benim çok sevdiğim örneğin Suna:

"O akşam gözlerine bakarken, vuruldum sana belki çok erken
kalbime saplandı yeşil bakışın,taparım sana sarışın...."

Şimdilerde Sema "Efsane Hanımlar"da bu şarkıyı da koymuş CD. sine bu tangoyu ve "Cici Bey'i de birlikte şiddetle öneririm. Eskilerden bir başka tango da şöyle başlar..

"Çok uzakta bir ilkbahar gecesinde duygularım ellerine düştü yandı
Sevgimi buldum onun sesinde seninim dediği eşsiz zamandı..."

Annem Zehra Eren'i çok severdi. (miş) (Ben onu hatırlamıyorum. Ama hep söylerdi)

Babam da radyodan en çok Çigan müziklerini, Macar rapsodilerini dinlemeyi severdi. Müzik hızlandıkça öyle coşardı ki ritimle salladığı ayakları hızdan adeta görünmez olur, bu da biz çocukları çok güldürürdü. (Bizi güldürmek için abartırdı)

Pilli Sierra radyomuz
İlk pilli radyomuza Adıyaman' da sahip olduk.
Bundan sonraki yaşamımızda çok önemli bir yer kaplayan, uzun süre kullanacağımız radyomuza.
Yazın bahçemizde yemek yerken ve bütün pikniklerimizde, masalarımızda hep o vardı. Altmış İhtilalini, tüm mahkemeleri bu radyodan dinledik. Babam Kennedy' in ölümünü ülkemizde bir çok kişiden önce BBC İngilizce yayınında bu radyodan öğrendi, annemi uyandırıp söyledi. (22.11.63)
Ablam o gün bütün gün ağladı durdu.


Ve İstanbul


Pazar sabahı. Üç kız kardeş uykularımızdan heyecanla uyanıyor radyoyu (büyük yatakta üçümüz yatıyoruz) ortamıza alıyoruz. Heyecanla beklediğimiz sesler arka arkaya çınlıyor. Meg..Co..Beth..Amy... Herkes isimlerini böyle anons ettikten sonra (bizler de birlikte) küçük bir kahtaha atıyorlar (bizler de birlikte) ve bir anons daha geliyor: Küçük Kadınlar (bizler de birlikte) Işık Yenersu, Ayla Algan. Nefeslerimizi tutup izliyoruz.
Artık radyo bizim. Listeler takip ediliyor. Müzik listeleri ezbere biliniyor. İtalyanca, İngilizce hepsi ezberleniyor. Adamo'lar, Peppino'lar Tom Jones, Engelbert Humperdinck, Beatles, Rolling Stones...ve daha bir çokları.
Sonra yeni keşfimiz. Nedim Erağan. Çarşamba ya da Perşembe gecesi FM de yayınlanıyor. Frank Sinatra, Nat King Cole, Elvis, Dean Martin hiç kaçırmadan izliyoruz.

Sene 1970, ablam, ateşli bir hastalık sonrasında pnömoni teşhisiyle Uludağ, Kirazlıyayla Sanatoryumuna tedaviye gidiyor. İlk ayrılığımız. Her akşam postaneden telefonla konuşuyoruz.
Karşılıklı birbirimizi eğlendirmeye, neşeli tavırlar sergilemeye çalışıyoruz. Bu arada her hafta Nedim Erağan' ı izliyoruz. Programda istekler yapılıyor. Bir hafta karar verip kızkardeşimle Frank Sinatra' dan Three Coins in the Fountain' i ablam için istiyoruz. Onun başucundaki radyosundan programı izlediğini biliyoruz. Program başlıyor. Nedim Erağan anonsuna başlıyor İstanbul'dan Asuman ve Rayegan kardeşler Uludağ Sanatoryumunda yatan ablaları için.... ooo bu ne güzel bir ruh birliği Uludağ Sanatoryumuntaki abla Armağan da İstanbuldaki kızkardeşleri için aynı şarkıyı istiyor. Frank Sinatra'dan Three Coins in....Şaşkınlıkla bibirimize bakıyoruz. Gözlerimizde yaşlarla...

Radyonun yaşamımızdaki yeri hiç küçümsenmeyecek kadar önemli öyle değil mi. İşin tuhafı ben de bu satırları bitirip şöyle yeniden tümüne bir göz atınca hayatımıza ne kadar çok bilgi,
keyif, renk, anlam kattığını, benim de, şimdi neredeyse tümüne yakınını kaybettiğim hayal gücümü nasıl zenginleştirdiğini hayretle anlıyorum.

Hep sevgiyle kalın...

Benim Şirin Arkadaşım  

Posted by Asuman Yelen

Sevgili arkadaşım İzdüşümler 'in sitemkarane hatırlatması üzerine bu postu hazırladım.
Böylece, Paçoz'la ilgili olarak içine düştüğüm suçluluk duygusundan kurtulurum belki :)))


Önce hemen belirteyim. Makinem manuel. Paçoz kameradan hoşlanmıyor. Netlik metlik aramayın. Bunlar zor yakalanan pozlar. Ben ayarlarımı yapıp deklanşöre basana kadar Paçoz'un üzerime atlamaması lazım. Tabii bu arada arka plan ya da bir takım kurallar hak götüre. Bu tarihlerde kursa falan da gitmiş değilim.




Paçoz bir aylık ve bir yaşında. Puf aynı puf. Çok çabuk büyüdü gördüğünüz gibi.
Ama sonra da (şimdi dokuz civarı) hep aynı ebatta kaldı.











Şu şirinliği görüyor musunuz. Bu dönemde halı silmekten sağ bileğimde sinir sıkışması oluştu. Aylarca bileklik taktım.
Bu yaşında espriden anlıyor, karşılık verip beni güldürüyordu.









En sevdiği arkadaşları Esin ve Erberk'le son derece mutlu.
Bi de Asu gelip gelip şu flaşı yüzüne patlatmasa...







Şu ikilinin keyiflerini görüyor musunuz. Her ikisi de mutluluktan sızıp kalmışlar.
Bu arada bu iki kardeş bu sene üniversite sınavlarına girdiler.
Zaman ne çabuk geçiyor...






Bu resmi özellikle en sona bıraktım. Paçozun nadir net resimlerinden biri. Nasıl oldu ise bana bakmadığı bir anı yakalamış, ayarlarımı tamamlayabilmiş, basmışım deklanşörün gözüne.

Şu güzelliği görüyor musunuz ablalar abiler..

Herkese mutluluk diliyorum...

Blog Widget by LinkWithin