Zaman  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,



GÖL

"Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde, bir gün,
bir lahza için
demirleyemez miyiz..."












"Zaman, dur artık geçme, bahtiyar saatler siz,
akmaz olunuz artık!
En güzel günümüzün tadalım o süreksiz
hazlarını azıcık."













"Ne kadar talihsizler size

yalvarır her gün,
hep onlar için akın.

Günleriyle birlikte dertlerini götürün.

Mesutları bırakın."

"Nafile isteyişim geçen saniyeleri
akıp gidiyor zaman.
Geceye, daha yavaş deyişim boş,
tan yeri ağaracak birazdan."


Lamartine






*Alphonse de Lamartine' in onsekiz yaşında ezberlediğim (çok fazla severek okuduğum için)
tümünü buraya aktaramıyacağım kadar uzun şiirinin "akıp giden zaman" la ilgili bölümlerini blogger arkadaşım Mehbub' un yorumu üzerine paylaşmak istedim.



Hep sevgiyle kalın.

*Fotoğraflar bana aittir.





Sabah ışığı  

Posted by Asuman Yelen in , , ,



BİLİYORUM

Biliyorum, senin aşkından başka bir şey değil bu,
ey gönlümün sevdiği - yapraklarda oynaşan bu altın ışık,
gökyüzünde yelken açmış bu başıboş bulutlar,
serinliğini alnımda bırakıp geçen bir esinti.
Sabah ışığı doldurdu gözlerimi- yüreğime yolladığın
haberdir bu. Yüzün yukarılardan eğilmiş, gözlerin gözlerime
bakıyor, yüreğim ayaklarına değmiş.

R.TAGORE


*Fotoğraf bana aittir.

Benim mevsimlerim  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,

Hiç anlamadım nasıl geçtiler





Ama, karmakarışıktılar







ilkbahar












yaz















sonbahar
















kış

















yine de güzeldiler.







*Fotoğraflar bana aittir.

Bir Filozofa  

Posted by Asuman Yelen in , , ,



Soruyorsun ki, böyle toprak olacak


bir hayata niçin bu kadar düşkünsün?

Hangi zevk ile, hangi duyguyla ve niçin,

kendinden geçercesine hayata bağlanırsın?













Ben de sorsam, nasıl bir tuhaflıktır ki


Böyle şiddetli bir ölüm arzusu oluşturur,

hangi ruh felsefesi, hangi kararıyla ve

nasıl, sizi ölüme böyle susatır?





O anlayış da kendine göredir,

bu anlayış da...Bence ölüm ve hayat

"bir ölür, bir doğar!" manasında

zoraki bir avunmadır.

Hepimiz böyle yaşamaktayız, ne yazık,

yürüyen, canlı ölüler halinde.


T. Fikret



*Fotoğraflar bana aittir.


PiKNİK

Kasabanın en güzel kızı , kasabanın en zengin, en kibar, en yakışıklı erkeği ile nişanlı iken, hiç tanımadığı birine bir gün içinde aşık olup, onun için her şeyi elinin tersi ile itebilir mi? Arşivimde, favorilerimin içinde, ilk ona giren filmlerden biri. Mükemmel bir aşk filmi olmasının yanı sıra, derin psikolojik analizler içeren bir "kadın filmi" olma özelliğini de taşıyor.
Baş rollerinde, Kim Novak ve William Holden oynuyor. 1955 yapımı. İkilinin piknik gecesi yaptığı dans, bu güne kadar seyrettiğim dans sahneleri içinde en mükemmeli diyebilirim.
Kadın dünyasının derinliklerine inmek isteyen herkesin bu filme bir göz atmasında yarar var diye düşünüyorum.YOUNG AT HEART


İlk bakışta, gerek müzikal oluşu, gerek kahramanlarının çevre ve aile yapısının farklılığı nedeniyle çok başka gibi görünse de, kadın kahramanının aşk konusundaki beklenmedik seçimi, bir önceki filmimizle benzerlik taşıyor. Bu da, diğeri gibi 1955 yapımı bir Hollywood filmi. Yine benim ilk onluk grubumda. Doris Day, Frank Sinatra ve Gig Young oynuyor. İsimlerden de anlaşılacağı gibi, müzikler çok güzel. Eski Hollywood filmlerinden hoşlananlar için mükemmel bir öneri.

Herkese iyi seyirler.

Hep sevgiyle kalın.

Yüzü olmayan çocuk  

Posted by Asuman Yelen in , , , , , ,


Bir çocuk yaşadı bu dünyada. Adı var mıydı? Evet. Doğduğunda ona kutlu bir isim koymuşlar, Muhammed demişlerdi kulağına. Kendi var mıydı? Hayır. Yoktu. Hiçbir zaman da olmadı. Ne annesi babası fark etti varlığını, ne diğer amcalar teyzeler, ne de öteki çocuklar. Bir hayalet gibi dolaştı durdu kalabalıkların içinde. Ruhu, yüreği aç, karnı aç.. Yaşadığından habersiz. Kendi hiçliğinde.

Bir mahalleli, bir yığın insan. Yüzleri solgun, bakışları asabi. Bedbin bakışlı, düşük omuzlu, dertleri başlarından aşkın insanlar.. Etraflarında gezinip duran çocuğu fark etmediler. Eline kuru ekmek tutuştururken bile fark etmediler onu. Zaten yokluğunu da fark etmemişlerdi ki, hiç aramadılar Muhammedi. Oysa o, oralarda bir yerlerde, gene yalnız öylece yatıyordu. Bu kez bir farkla, ruhuyla birlikte, bedeni de cansızdı bu sefer. Kırk beş gün. Ruhundan sonra küçük bedeni de yok olup gitti..

Sarışın mıydı Muhammed, esmer miydi, bilemediler. Saçı kazınıyordu sürekli çünkü. Kaybolunca polisler bir resmini istediler. Yoktu. Evet, hiç resmini çektirmemişlerdi. Tarif edin dediler, yüzünü hiç kimse hatırlayamadı bile. Hep kirliydi, hep pisti suratı. Herkes yalnızca ön dişlerinin kırık olduğunu biliyordu. Babası bir yumruk vurmuş suratına, dişlerini kırmıştı. Zaten hiç sevmezdi Muhammedi. Ayaklarının altında bulunmasından hiç hoşlanmazdı. O yüzden hep sokaklardaydı.

Bazen, hava çok soğuk ve yağmurlu olduğunda, birileri acıyıp evlerine alır, birkaç saat misafir ederlerdi. Bir tabak makarna verirdi ev sahibi teyze. Sessiz sedasız televizyona bakardı. En çok da reklamları severdi. İstanbul’ da başka mahallelerde hiç görmediği büyük büyük evler vardı. O evlerin çimenlerle, çiçeklerle dolu geniş bahçelerinde, mutlu mesut çocuklar oynardı. O çocukların çok güzel anneleri vardı. Gülen yüzleriyle camdan başlarını uzatıp “ yemek hazır” diye seslenirlerdi. Mavi gözlü çocuklar gülerek mutfağa koşarlardı. Muhammed kocaman aydınlık mutfağa bayılırdı. Hele o masa. Neler yoktu ki o örtülü masanın üzerinde. Kızartılmış tavuklar, biber dolmaları. Ağzı sulanır, ekmeğini daha bir iştahla ısırırdı. Hiç öyle masalar görmemişti Muhammed. Zaten o makarnadan başka yemek bilmezdi ki. Keşke evde de televizyon seyretmesine izin verselerdi de bu “mutlu, mesut aileler” i hep izleyebilseydi.

Muhammedin, Müge Anlı'nın sunduğu sabah programındaki kırk beş günlük serüveni, altı yıllık ömründen daha uzun sürdü adeta. İnsanlar nefeslerini tutup ondan haber beklediler. Ve kötü haber geldi. Ben biliyorum ki yüreği olan herkes ağladı. Evladı olan, olmayan herkes.

Burada fukaralık edebiyatı, servet düşmanlığı yapmağa kalkışmadan, ders çıkarma sevdasına kapılmadan, ders verme, ahkam kesme durumuna düşmeden, çok ama çok samimi olarak şunu söylemek istiyorum sadece.

ÇOK ÜZGÜNÜM.

Hep sevgiyle kalın.

Özgürlük ve tutsaklık  

Posted by Asuman Yelen in , , ,

Sevgi

Şu tuhaf bitki...

Pamuklar içinde getiriyor, özenle yeşil bir saksıya yerleştiriyorsunuz.
Suluyor, gübreliyor, içiniz titreyerek büyümesini bekliyorsunuz. Ama o, yerini sevmezse serpilemiyor. Belki güneşiniz fazla, ya da saksısı dar geliyor. Kendi içine dönüyor, toprağın içinden süzülüp, çekip, olmadık yerlere gidiyor. Bambaşka diyarlara..Yaban ellere..

Zira o, özgürlük istiyor.






Ve, zavallı gonca gül...

O ise tutsaklığı seçmiş. Bahar geçmiş, yaz geçmiş.
Mevsim kış. O, açmamakta direniyor.
Ümitle, inatla, camda, öylece durmuş
bekliyor...
Kendi baharının, kendi yazının geleceğini, bir gün açabileceğini sanıyor.

Yanılıyor...





Not:Yazı ve resimler bana aittir.


Hep sevgiyle kalın.

İçe Kapanış  

Posted by Asuman Yelen in , , ,


Bir hayalimi gerçekleştirmeğe çalıştım.

En sevdiğim şairlerden birinin en sevdiğim şiirini, çektiğim
fotoğrafın üzerine monte etmeğe çalıştım. Şiiri ayrı tutarsak,
kalan her şey amatör işi.

Kim ne der bilmiyorum, ama ben çok mutluyum.

Hep sevgiyle kalın.

Boğuluyoruz.  

Posted by Asuman Yelen in ,

Çoook sıkılıyoruz çook..




Salonda mahpus kalan zavallı çiçeklerimin hali...

Işık alamıyorlar. Mantolama yüzünden iskeleler,

işçiler, matkaplar, her taraf toz duman, kapılar

camlar kapalı. Çook sıkılıyoruz çook. Her şey

bitse biz de rahatlasak...





Allahtan kızkardeşimin son misafirinin yavruları

var da onları seyrederken yüzümüz gülüyor.

Ne şirin şeyler öyle değil mi?

Bir de fotoğraflar kaliteli olsaydı..Cep telefonu ile

bu kadar olabiliyor.

İleride bir gün, amatör fotoğraf çalışmalarımı da yayınlayabilirim. Hiç de fena değiller.

Sevgiler, bize de sabırlar...

Otokontrol iki yüzlülük mü?  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Sanal . Ne kadar rahatsız edici, korkutucu bir sözcük! Günlük hayatımızda kullandığımız biçimiyle, "bana çok sanal geliyor” ya da “artık ilişkiler, dostluklar, her şey sanal” gibi. Yalan, yapmacık, uydurma, aldatma çağrıştırıyor.

Aslında, araştırınca sözlük anlamı: Gerçekte yeri olmayıp, zihinde tasarlanan. Kavramsal, farazi, tahmini. (TDK) .Yani sandığımız kadar da kötü değilmiş diyoruz öğrenince. Bu tanımlamayla o kadar da ürkütücü değil. Yine de uzak durmaya çalışıyoruz sanal ortamlardan. Çekiniyoruz nedense. Biraz medyanın muhtelif haber, kadın, ya da reality programlarının içeriğinde yer alan olayların sonucunda zihinlerimize kazınan bazı olumsuzlukların, biraz da yabancılığın, denememişliğin getirdiği, bir çekimserlik yerleşmiş üzerimize.

Tüm bu sebepler yüzünden uzun zaman, ben de uzaktan, kedi ciğere bakar gibi baktım hayatıma çok geç giren bu yabancı aleme.Eşin dostun ısrarları ve yeğenim Erdem’in de gayretlendirmeleri ve teknik yardımlarıyla bu alametin içinde buluverdikten sonra, kendimi, harikalar ülkesindeki Alice gibi hissettim. Daha az klişe, bana özel bir gözlemle, eski Yunan meydanlarındaki gibi adeta. Birisi, toplamış insanları başına, göz yaşları içinde şiir okuyor. Bir diğeri, kalabalıklara siyasi nutuklar atıyor heyecanla. Beriki, çocuklara ve çocuk ruhlu kişilere şaklabanlıklar yapıyor. Kahkahalarla güldürüyor onları. Kiminin davranışları ve sözleri cinsellik içeriyor, gençler gülüyor, yaşlılar uzaklaşıyor. Kimi de saldırgan, korku salan hikayeleriyle, merakla birlikte çekingenlik uyandırıyor izleyenlerinde. İnsan kime bakacağını, hangi gruba katılacağını bilemiyor. Bu heyecanla ve coşku ile ben de bir müddet bir oraya, bir buraya koşturup, her tarafı gözlemlemeğe çalıştım. Sonuçta bu alemle ilgili bende de bazı şeyler yavaş yavaş netliğe kavuşmaya başladı.

“Sanal” sözcüğünün, toplumsal ya da bilimsel tanımındaki ortak “gerçek olmamak hali” nin yukarıda canlandırmaya çalıştığım resimle, uzaktan yakından ilgisi yok. Bana göre bu meydanda insanlar kendi gerçeklerini, (duygular, düşünceler, izlenimler, yorumlar) kendi usullerince, kendi yetişme tarzları, ilgi alanları ve donanımlarının da yönlendirmesiyle, göz önüne seriyorlar. Doğal ve içlerinden geldiği gibi.

Bu doğallık ve içtenlik paydasında, bana göre (üslup açısından) katılımcılar, bazı farklılıklar gösteriyorlar. Kimileri, biraz özenli davranıp, otokontrol uyguluyor. Kelimelerini seçerek kullanmaya, okuyanı rahatsız etmemeye gayret gösteriyor. Belli bir yaşın üstündekilerinin tümüne yakını, genç yaştakilerden de bir kısım blog sahibi, bu özeni gösteriyor. Kendisini her yaştan insanın okuduğunu hiç unutmuyor. Bazıları da yüreğinden ve aklından geçeni, duraksamadan, böyle bir gereksinme duymadan, hiçbir kural tanımadan, olduğu gibi okurun önüne koyuyor. Böyle istiyor, bundan hoşlanıyor. Aynı şekilde, dilbilgisi kuralları, kimi için olmazsa olmaz, kimi için ise olursa olmaz :) İçeriğe gelince, herkesin ilgi alanı, zevki, beğenisi farklı. Tıpkı gerçekte içinde yaşadığımız hayatta olduğu gibi, bir senaryo, bir kurgu. Ya da oradaki kadar gerçek.(İfadedeki karışıklığın sebebi, bu konuda kafaların da hep karışık olmasından kaynaklanıyor.)

Yaşamda da öyle değil mi? Kimi insan konuşurken ses tonuyla, bakışıyla, jest ve mimikleriyle karşısındakini kırmamak adına özenli, dikkatli. Kimileri kaba, kırıcı, hoyrat özensiz. İşin acı yanı son zamanlarda, muhtelif yarışma programlarında, hatta politika arenasında, yeni adet olduğu üzere, kabalığın, hoyratlığın adı samimiyet, nezaketin, özenin, kendine çeki-düzen vermenin adı da iki yüzlülük. Ne yaman çelişki !...Size de öyle gelmiyor mu?

Sevgiyle kalın.


İç Huzuruyla Ölmek  

Posted by Asuman Yelen in


Yaşadığı sürece insanlık için çalışmak. Sağlık için, eğitim için durmaksızın, vargücüyle çalışmak...

Elinden gelenin en iyisini, yılmadan, çizgisinden sapmadan, insanlıktan ayrılmadan yapabilmek...

Ve tüm bunları başarabilmenin rahatlığı ile, ardından gelenlere güvenerek, gözü arkasında kalmadan,

Huzur içinde ölebilmek.

Herkese nasip olmaz.

Nur içinde yatsın...

Şermin  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Bir gün, bundan yaklaşık beş sene önceydi sanırım, bir alışveriş merkezinde kitaplara göz gezdirirken, çocuk kitaplarının birinin üzerinde, “Şermin “ adını gördüğümde gözlerime inanamadım. Benim çocukluk kitabım. Bana önce şiirleri sevdiren, sonra da Tevfik Fikret’i hayatıma sokan muhteşem eser. Hemen sepetime attım tabii.

On sekizinci yaş günümde, nurlar içinde yatsın, ağabeyim, kaybettiğim için üzüldüğüm bu çocukluk kitabımı, sahaflardan bir yerlerden bulup getirmiş, beni mutluluğa boğmuştu. Seneler sonra bu kitabı pırıl pırıl karşımda görüvermek çok çok güzeldi.

Akşam eve döndüğümde sayfaları inceledim. Bendeki ile karşılaştırdım. İlkinde, çok eski tarihlerde yazılmış olmasına rağmen anlaşılabilir bir Türkçe, çocukların okuyabileceği bir üslup kullanılmıştı. Bu yeni çeviri de pek bozulmadan yapılmıştı.

Bendekinden bir şirin örnek:

YAZIN
Perde kapan, perde kapan,
Kapan çabuk, çünkü camdan
Güneş içeri vuruyor
Defterleri solduruyor.
Benim parlak
Mor yazım, bak,
Neler olmuş: uçuk, soluk…
Ben soluk şeyleri sevmem!


KIŞIN
Açıl perde, açıl perde,
Sen açıldın, güneş nerde?
Bizi galiba unutmuş:
Hayır onu bulut yutmuş.
Çok soğuk var,
Her taraf kar;
Kar pek güzel, fakat soğuk…
Ben soğuk şeyleri sevmem!

Çocukluğumda bu şiirleri okuduğumda ne kadar mutlu olduğumu hatırladım. Elimize geçirdiğimiz her kitabı ne büyük bir zevkle okuduğumuzu. Sonra şimdiki çocukları düşündüm. Paçozu sabah akşam gezdirirken adeta bir “Fareli Köyün Kavalcısı “ hali oluştuğundan, civardaki çoğu çocukla sohbetim muhabbetim olmuştur. Çoğunun okumadığını biliyordum. O anda aklıma bir şey geldi ve ertesi sabah, düşündüğümü uyguladım. En yakın kitapçıya gidip beş tane Şermin aldım. O gün onu beş kız çocuğuna dağıttım. Sonuç: MÜKEMMELDİ. Kitaba bayıldılar. Vermediklerim gücendi.

Sonraki ilk şeker bayramında çocuklarla ilgili bu girişimi biraz daha genişlettim. Yirmi tane çocuk kitabı aldım, ilk sayfasına “Bayramınız kutlu olsun, Paçoz” yazdım, Renkli hediye poşetlerinin içine, (bir de çikolata ile birlikte) koydum, beklemeğe başladım. Bu kez daha da muhteşemdi. Kapımın önünde hatırı sayılır bir kuyruk oluştu. Sonunda “ okuyanlar okumayanlara versin” diyerek o bayramı geçiştirdim.

Sonraki yıllarda, yaptığım her alışverişte, sepetime birkaç yerli, yabancı çocuk kitabı atmayı alışkanlık edindim. Her bayram yaklaşık elli kitap sahibini buluyor. Bu arada yazıyı okuyup uzak mahallelerde oturduğu için Paçozu bilmeyen bir çok çocuğa göre ben Paçoz teyzeyim. Zaman zaman dişleri dökülmüş tanımadığım bir oğlan çocuğu yaklaşıp ben el yazısı iştiyom öbürlerini okuyamıyom diyor. Artık ilkokul iki öğrencileri için italik, el yazısı öykü kitapları, yaşları büyüyen kızlara İpek ongun filan aramağa başladım. En büyük zevkim Şeker bayramı öncesi, bu paketleri hazırlamak. El mahkum bayram sabahı kapının dışında çocuklar, içerde Paçoz, gürültü kopuyor ama, kimsenin şikayetçi olduğunu sanmıyorum. (Alt komşum hariç tabii).

Şunu da açıklamadan geçemeyeceğim. Ben yüz yaşında emekli bir kişiyim. Tüm bunları aferin almak için anlatmadım. Sadece insan için tabii önce çocuk için herkesin sevgiyle, zevkle yapabileceği şeyler olduğunu anlatmak istedim. Biraz esin, biraz arayış. Kaldı ki bu kitaplar çok ucuz. Her alışverişte bir tane alınsa zamana yayılıyor. Emin olun, o çocuklarla, sonra oturup okudukları kitaplarla ilgili sohbet etmek, çook uzak mahallelerden yeni çocukların geldiğini görmek her şeye bedel.

Sevgiyle kalın.

Fenerbahçe ve başarı  

Posted by Asuman Yelen in , ,

Büyümeyi rakamlarla anlattı

Fenerbahçe'nin büyümesinin somut göstergesi olarak 1997 yılı verileriyle 2008 yıl sonu rakamlarını karşılaştıran Aziz Yıldırım, üye sayısının 6 bin 388'den 16.108'e, lisanslı sporcu sayısının 491'den 1.800'e, Kulüp çalışanlarının 92'den 653'e, bütçenin 21.470 bin dolardan, 231 bin 540 bin dolara, forma reklamı gelirlerinin 683 bin dolardan 3 milyon 700 bin dolara, yayın gelirlerinin 13 milyon 541 bin dolardan, 19 milyon 879 bin dolara, reklam gelirlerinin 1 milyon 896 bin dolardan 19 milyon 038 bin dolara, amatör şube gelirlerinin 220 bin dolardan 32 milyon 828 bin dolara yükseldiğini belirterek, daha önce 0 olan ve kalem olarak belirtilmeyen isim hakkı gelirini 6 milyon 704 bin dolara ve amatör şube sponsorluk gelirlerini de 20 milyon 105 bin dolara yükselttiklerini aktardı. Bu süre içinde Kulüp gelirlerinin dağılımında sağlıklı ve dengeli bir biçimde gerçekleştiğini belirten Yıldırım, gelir kaynaklarının da sürekli arttığını ve Fenerium, Fenerbahçe Kart ve Fenercell gibi yeni gelir kalemlerinin yaratıldığını aktardı. Fenerium'un gelişimini gelir ve mağaza sayısından ürün çeşitliliğine kadar rakamlarla anlatan Aziz Yıldırım, "Bu tablolar Fenerbahçe Spor Kulübü'nün sadece zenginleşen mali portresini göstermiyor. Öyle bir yapı geliştirdik ki, eski kaynaklarımız katlanarak daha verimli hale geliyor" dedi. Uluslararası denetleme ve araştırma kuruluşlarının da bu tabloları onayladığını belirten Aziz Yıldırım, "Dünya spor vitrininde kalıcı izler bırakmak için yola çıktık. Sporun her dalında başarılı olmak, sürekli büyüyen sağlıklı bir spor ekonomisi yaratmak ve dünya çapında tesislere sahip olmak için çalıştık. Bu anlayış içinde Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finalist olduk. Fenerbahçe Sportif A.Ş.'yi ülkenin en büyük şirketlerinden biri haline getirdik. UEFA Kupası finaline ev sahibi olduk" dedi.

Bütün bunlar iyi güzel de (iyidir güzeldir herhalde) , yurdumun en büyük taraftar kitlesinin bir ferdi olan ben, niçin mutsuzum? Taraftarın bu rakamsal gelişmeyle ilgilendiğini hiç sanmıyorum. Aziz başkan biraz da bu "ayrıntı" ile ilgilense!...

Görüşmek üzere.

*Yazı FB. resmi sitesinden alıntıdır.

Her hangi bir günün ardından  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,


Fener dördüncü golü de yiyince artık dayanamadım kalktım bari bloga bir şeyler yaziim dedim. Yetti artık seyretmiycem. Şu Fener yıllardır bi yüzümüzü güldürmedi doğru dürüst. Hep yüreğimiz ağzımızda. Gerisini beylere bırakıyorum. Tartışsınlar dursunlar. Benim derdim bana yeter. Can arkamda, oturmuş kıkır kıkır gülüyor. Onlar da pek alışkın değiller böyle bol gole, sevindirik oldu yavrum.

Neyse, bugün benim ev yangın yeri. Günlerdir apartmanımızın dış cephesi mantolanıyor ve bu gün de sıra bizim katta.Balkondaki çiçekler içeri alındı, uydu anten söküldü.. En önemlisi de Paçozu zaptetmek. Sekizinci kat. Allah korusun, aniden hav dese, iskeledeki adamlar bir an boş bulunsa.. Düşünmek bile istemiyorum. Camları kapıları kapadık. Biz de Can’la evin içinde reform yaptık. Bazı eşyaların yerini değiştirdik. Kitapliklardaki kitapları yığdık. Ben oturdum başlarına. Bazı kitapları birilerine vermek üzere ayırdım. Kalanların tozlarını silip yerlerine yerleştirdim. Tarihi geçmiş faturaları, ekstreleri ve bir sürü evrakı elden geçirdim. Çok eskileri atılmak üzere ayırdım. Balkonda çalışan işçilere kek pişirdim, çay verdim. Sonra da dinlenmek üzere camın önüne oturdum. Çalışanları izlemeye başladım. (Ben bu satırları yazarken, arkada Beşiktaş’ın kupayı alış seremonisi yapılıyor. Bize de onları, Can’ı ve tüm Beşiktaşlıları kutlamak düşüyor.)

Gündüze dönelim. Oturduğum yerden adamların konuşmaları ilişti kulağıma. İnanamadım. Onlar da paralarını alamamışlar. Bir tanesi, bari bir kısmını verseler dedi,bir diğeri,boş ver nasılsa verirler dedi, şakalaştılar, gülüştüler, bir boyun eğmişlik, bir boş vermişlik….

Siz hiç yüksek bir binanın mantolanma işlemini (binanın dışının korunaklı bir biçimde boyanmasına diyorlar) izlediniz mi bilmiyorum. Ben günlerdir dehşetle bakıyorum çalışanlara. Onlarca insan. Bana hiç de korunaklı gibi görünmeyen, çarçabuk kurulan incecik iskelelerin üstünde, oradan oraya gidip geliyorlar. O iskeleler ilk kurulduğunda ben camdan bakınca dehşete kapılıyordum. Sonraları hiç bakamaz oldum. İşin tuhaf yanı, onları çalıştıranlar, korkunç paralar kazanıyorlar ve böylesine tehlikeli ve zor şartlarda çalışan bu garibanlara ücretlerini (kim bilir o da ne kadarcık) zamanında ödemiyorlar.

Bir kupa hüsranının arkasından, üstelik böylesine yorgun ve uykusuzken, yurdumun bu hiç çözümlenmeyecekmiş gibi görünen ciddi sorunlarını konuşmaya kalkışmak, en azından işi hafife almak demektir. Bunu da diğer bazı şeyler gibi sonraya bırakalım.

Görüşmek üzere.

Artık Biliyorum  

Posted by Asuman Yelen in ,




Yirmi sene, İstanbul gibi koca bir kentte, zaman zaman bir uçtan diğer bir uca, 8.30 mesaisini kovaladım. Zor bir maratondu.

Emekli olduktan sonra, sabahları erkenden günde bir saat (500 m.lik parkuru on kez) yürümeyi alışkanlık edindim.

Paçoz (köpeğim) geldikten sonra, sabahları yürüyüş öncesi yarım saat, akşamları yarım saat, zorunlu olarak ama zevkle, her gün birlikte gezintiye çıktık.

Her yaz on günlük seyahatlerimde (Paçozum daha fazlasına izin vermiyor) Altınoluk’ ta sabah güneş doğarken ve akşam güneş batarken uzun yürüyüşler yaptım.

Çeşitli Anadolu şehirlerinde ailecek yaptığımız akşam yürüyüşlerinde ay hep bizlerle idi, ( o bizi mutlaka hatırlar) ve yurdumun bir çok sahilinde, parkında, caddesinde, tozlu yollarında, ailemin ayak izleri hala durmakta, sesleri yankılanmaktadır eminim.

Artık, her ayın başında, kahvemi (kahve bahanemdi) Eminönü’ den almak, oraya gitmişken, Mısır Çarşısı’nı gezmek, Hacıbekir’e uğrayıp bir bardak demirhindi içmek zevkinden mahrumum.

Artık, Paçozumu başkaları gezdiriyor. Bir arkadaşım arabası ile kapıdan alıp kapıya bırakmadıkça uzaklara gidemiyor, evden dışarı bastonsuz çıkamıyorum.

Artık, yürümenin, elini kolunu sallayarak, hızlı hızlı yürümenin özgürlük olduğunu biliyorum.

Artık, camda, balkonda otururken, sabah işe giden, akşam işten dönen insanları, spor pabuçlarıyla, eşofmanlarıyla yürüyüşe çıkanları görünce neyi kaybettiğimi biliyorum.

Artık, bu kaybı telafi etmenin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Yıllarca size ait olan bir şeyin, aniden sizden alınıverilmesinin ne kadar güç bir durum olduğunu biliyorum.

Bir yandan, doktorumun düzeleceğini söylediği bu durumun düzelmeme olasılığı beni huzursuz ediyor.

Diğer yandan, bu rahatsızlığımın, beni bir senedir eve bağlamasına, canımı yakmasına karşın, beni yıldıramadığını, neşemi söndüremediğini görüp, kendimle gurur duyuyorum.

Bu süreci bana kolaylaştıran herkese, Paçozumu akşamları dolaştıran, işlerimde yardımcı olan kız kardeşime, beni hiç yalnız bırakmayan yeğenlerim Koray’ ıma Can’ ıma ve bana her şeyiyle bu blogu hazırlayan Erdem ’ime, çok çok teşekkür ediyorum.

Ve artık, "engelli" vatandaşlar sınıfına yumuşak bir giriş yapmış biri olarak, en hoşlanmadığım şeyin “acınmak” olduğunu, biraz manevi destekle ve güler yüzlü dostlarla bir çok şeyin üstesinden rahatlıkla gelineceğini biliyorum.

En önemlisi, bu sınıfa dahil olma olasılığının herkes için hepimiz için bir an meselesi olduğunu çok çok iyi biliyorum.

Herkese sağlıklı günler dilerim.

Öksüzlüğüm  

Posted by Asuman Yelen in , , ,



Ufukta, işte şu lacivert ummanda

kanlara bulaşmış bir hayal, ağır ağır yürüyor;

dudağında şikayetli kımıltılar, gözünde sürekli

incinik bir bakış…


Hayatımın bu hayaletle bir ilgisi var:

İlerleyip gittikçe o, kalbimde çarpıntı artıyor;

ilerledikçe o, ruhum izinde uzun bir

hasret arıyor.


Nedir, bu hangi kutlunun sefaletidir;

nedir bu hangi ümidin batmasıdır, yaralı?

Annem, annem… Bu solan ve benliğinden ruhu alınan,

onun hayaletidir!


Onun hayaletidir, coşan bir denizin

Siyah köpükleri üstünde çırpınıp yatıyor;

U N U T M A D E N İ Z İ ‘ nin siyah köpükleri üstünde,

sonsuz batıyor……..


Ve ben uzakta, şu dinlendiğim yerde,

onun batışını seyrediyor da ölmüyorum;

ve nasıl oluyor da çocuklarımla aptalca sevinçliyim,

bugün bu saatte?!


Tevfik Fikret


Anneler gününüz kutlu olsun.

Geçmişten Kırıntılar  

Posted by Asuman Yelen in , , , , , , ,


Ben bir haftadır hala siyah-beyaz günlerimdeyim. Galiba o günlere sığınıyorum bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde. Çocukluğuma dair bir sürü şey geliyor aklıma ve ben, başımdaki tüm aksilikleri böylece yok sayıyorum adeta. Ayağımdaki rahatsızlığı, bir yıldır hele şimdi güzel havalar da başlamışken, yollarda sokaklarda dolaşamamanım verdiği ruh sıkıntısını böylece geçiştirmeğe çalışıyorum. Terapi gibi bir şey.

Anadolu şehirlerinden birinde, ahşap bir evde, herkesin aynı odada oturup hep birlikte vakit geçirdiği hoş günlerdeyiz.. Dört kardeş ve anne baba sobanın etrafındayız. Herkes kendi aleminde. Muhtemelen ablam ve ağabeyim ders çalışıyor. Ben bebeğimle oynuyorum. Yeni yeni yürümeye başlayan kardeşim de halının üzerinde serseri mayın gibi oradan oraya koşuşturup duruyor. Düşüyor, kalkıyor, yeniden başlıyor..Bu düşüşlerden birinde tam doğrulmak isterken babam önce bizlere göz kırpıyor sonra da ona bakıp yüksek sesle, vahh…evvv….laaa…dımmmm diye bağırıyor. Bizimki tam ayağa kalkmışken, kendini yere bırakıveriyor ve başlıyor ağlamaya. Tabii bizler kopuyoruz gülmekten. Bize bakıyor, güldüğümüzü görünce, yaşları gözünde kurumadan o da başlıyor gülmeye. Sevgili kardeşim adamakıllı yürümeye başlayana kadar bu şirin oyun sık sık tekrarlanıyor.

Ne çok düşerdik çocukken, ne çok düşer çocuklar. .Kimi zaman kendi kendimize kalkarız, bazen yanımızda yürüyen annemiz, babamız kaldırır yerden. Üstümüzü başımızı temizlerler, canımız yandı ise, sevip, okşayıp teselli ederler. Bazı anneler de, ki çoğunlukla böyle olur, bir güzel azarlar, bir de temiz döverler evlatlarını üstlerini kirlettikleri, elbiselerini yırttıkları için. Çocukluğumdan bu günlere, her gördüğümde çok içerlemişimdir bu duruma. İçime nasıl işlediğini bir örnekle anlatayım.

Onbeş-onaltı yaşlarındayım. Platonik bir sevgilim var. Karşı apartmanda oturuyor. Geceleri onu düşünüyor, sabahleyin erkenden onu belki görürüm diye cama koşuyorum. Sanki o da bana bakıyor.

Yanıldığımı bir süre sonra o, bir üst katımızdaki arkadaşımla çıkmaya başladığında anlıyorum. Hayatım kararıyor. Dünyaya küsüyorum. Benim için her şeyin bittiğini düşünüyorum. O büyük acıyla kağıda kaleme sarılıyorum. Şu dizeleri sıralıyorum.(aynen aktarıyorum.)


“Sevmek istedi genç kız,
Çocuk ağlamak
Genç kız mutluluk aradı aşkta,
Çocuk annede şefkat.

Ansızın gördü delikanlıyı genç kız
Çocuk düştü kanattı dizini
Çarpmaya başladı genç kızın kalbi,
Çocuğun gözyaşları akmaya

Heyhat, delikanlı anlamadı genç kızı,
Kendisi için çarpan kalbi bilmedi.
Tokatladı annesi düşen çocoğu,
Zavallının gözyaşını bile silmedi.

Görüşmek dileğiyle,

İnsan Olmamak  

Posted by Asuman Yelen in , ,

Ateş beni yakıyorsa ben yazı yazamam.

Bu ölüm ateşi de olabilir, aşk ateşi de, ayrılık ateşi de. Çok şiir yazdım, günlük tuttum zaman zaman. Duygulandığım her durumda bir yerlere bir şeyler çiziktirdim. Ama tam ortasındayken, yaşarken, büyük sevgimi de büyük acımı da içimde yaşarım. Yazabilmem, içimdekileri yazıya dökebilmem çok seneler sonra mümkün olabilir.

Dün ve bugün ben yine böyle bir haldeyim. Muhtemelen yarın , öbür gün ve kim bilir daha kaç gün böyle sürecek.

Aslında bana çok uzak mesafelerde bir yere düştü koskocaman bir ateş, çok mutlu bir günün tam ortasına. Davul zurna seslerinin yerini, canları acıyanların, içleri yananların çığlıkları aldı. Beyaz gelinlik al kanlara bulandı. Düğünlerde hiç susmayan silahların namluları bu kez bebelere döndü. Bu öyle acımasız, öyle şerefsizce yapılmış bir katliamdı ki bu kez ateş, herkesin evini yaktı tutuşturdu. Bakışlar ekranlarda dondu kaldı. Sözler bitti, diller, kalemler tutuldu. İNSAN OLAN HERKES, üç-beş insan(!) ın onlarca insana yaptığını görüp, İNSANLIĞINDAN UTANDI. Sustu kaldı.

Hiçbir gerekçe böylesine insanlık dışı bir katliamı mazur gösteremez.

Şirin Teyze  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Bunu yazmadan geçemeyeceğim.

Biraz önce çok garip, çok komik hatta çok nevrotik bir şey yaşadım.

Önce hemen belirteyim yetmiş milyon okurum benim televizyonda yayınlanan reklamlara olan hassasiyetimi bilir. Biraz mizahi bir şekilde (bkz: Hush little baby) geçiştirmiş gibi olsam da bu reklam kuşaklarına (neredeyse hemen hemen hepsine) adeta düşman kesilmiş durumdayım. Beni tanıyanlar gözüme ilişen her reklamda homurdanmaya başlayacağımı , uzun uzun sosyal içerikli nutuklar atacağımı bilir, ya kanalı çarçabuk değiştirirler, ya da birer iş icat edip yanımdan toz olurlar.Yakınlarda bir gün bu konudaki fikirlerimi ciddi bir şekilde yazmayı düşünmekteyim.

Bu güne gelecek olursak, Ruhat Mengi’ nin programını (her Pazar olduğu gibi) izlemekteydim. Eğer programı sonuna kadar izlemek niyetinde isem reklam kuşağında kanal değiştirmem çünkü çok dalgınım. İlgimi çekecek bir şey olursa öbürünü unuturum diye korkarım. Yine güzel, aydınlık evler, mutlu mesut aileler, havuzlu, midillili bahçelerde koşuşturan çocuklar, sahanda pişirilen sucuklar, önümde tek tek geçit resmi yapıyorken ve ben de biraz dalgın biraz öfkeli, biraz da kanıksamış bir şekilde öylesine bakıyorken, yeni bir reklam ilişti gözüme. Görünüşte, her şey aynı. Yine ferah- feza bir bahçe, örtülü bir masa, tüm aile bir arada. Her kes dondurma yiyor. Küçük kızımızın tabağı boşalmış, tam üzülecekken yanından annesi kendi tabağını ona veriyor. Yıvış -yıvış duygusallık,.Bir de bakıyorsunuz daha yaşlı bir el, genç kadının önüne kendi dondurmasını usulca bırakmaz mı. Tabi tüm analar galeyana geliyor, “ne varsa anada var” “ah ah analar taş yesin.” Ben , her zaman olduğu gibi aklım varoşlardaki, gecekondulardaki, yolu okulu olmayan, karda kışta bloke olan köylerdeki, ayakkabıları bile olmayan, ( ama bir şekilde ve illaki televizyonları olan tek göz evlerde yaşayan) çocuklarda, kızgın, bir de merakla, bakalım bu şanslı ailenin daha buruşuk elli bir kadını da dondurmasını teyzemize uzatacak mı derken bir de ne göreyim ninemiz herkese sırtını dönmüş kendi tabağının dibini sıyırmakla meşgul. Yüzünde de muzip bir ifade var tıpkı bir çocuk gibi. Yaşadığım duygu illüzyonunu (muhtemelen böyle bir psikolojik tanımlama yoktur) bilmem tahmin edebilir misiniz. Ya gerçekten çok komikti ya da bana çok komik geldi. Yazarken hala gülüyorum.

Buradan tüm çocuklaşmış yaşlılara selam ediyorum.

Reklam kuşakları ile ilgili olumsuz tavrım hala değişmedi. Kimse bana yurdum ekonomisinden bahsetmesin. Yurdum çocuklarının psikolojisi benim için çok daha önemli.

Önce insan olalım. Sonra nasıl olsa kalkınırız. Ama her yerde ve hep birlikte.

Herkese sevgiler.

Siyah-beyaz ihtişam  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,



Geçmiş’im geldi yine. Yine albümler, kutular çıkarıldı dolaplardan, çekmecelerden. Tek tek yaşandı yine bütün kareler. Bazıları sesleriyle kokularıyla taptaze. Bazıları ise tık uyandırmıyor.

Bu kez, resimlerle adeta bir tez hazırlarcasına çalıştım. Onları dikkatle inceledim. Tarih sırasına koydum. Analizler yaptım, sentezlere vardım. Sonuçları madde madde yazıyorum.

-Siyah-beyaz resimlerle ilgili anılarım taptaze, yerli yerinde, renkler tüm canlılıklarını koruyor. Fotoğraflar renklendikçe anılar belirsizleşiyor.

-En parlak bakışlar, en tatlı tebessümler siyah-beyaz resimlerde. Renkler arttıkça gülüşler yapaylaşıyor, giderek acılaşıyor, bakışlar donuklaşıyor.(Makinelerin çözünülürlüklerindeki artışlarla alay edercesine)

-En büyük kalabalıklar, en neşeli enstantaneler, en eski resimlerde kalmış. Yıllar arttıkça fotoğraflar tenhalaşıyor.( Resim çektirmek için bir araya gelmek lazım.)

-Sonunda bir zaman geliyor, insan zaten resim çektirmek istemiyor.

En başından sırayla, önceleri uzun uzun keyifle, çocukluk resimlerimi inceledim. O günlere gittim. Sorunsuz, sorumsuz, oyunlar, oyuncaklar, arkadaşlar, sevgi, güven. Zaman geçtikçe, önce oyun ve oyuncakların, sorunlarla ve sorumluluklarla yer değiştirişini, sevginin ve güvenin ve en acısı da sevdiklerimizin, yaşantımızdan nasıl yitip gittiğini bir kez daha somut bir biçimde gözlerimle gördüm, elimden akıp giden o karton parçalarına bakarken.

Bir saate bir ömür... Yaşam böyle bir şey işte. Bir albüm ve bir kutuya sığacak kadar boyutsuz bir şey. Zaman da aynı, bir kutuyu açmak ve tekrar kapatmak arasındaki bir saatlik duygusal süreç. İçinde hem mutluluğu, hem gözyaşını ve bir sürü farklı duyguları barındırıyor, buruk bir öykü gibi.

Bir kez daha fark ediyorum ki mutluluk çocuklukta kalmış.

On sekiz yaşında, yeniyetme melankolik bir genç kız iken bunu sorgu- sual etmişim kendi kendime, çocukluğumu çocuksu dizelerimde sorgulamışım. Tekrar bir göz atiim dedim.

“Belki kayık salıncakta unuttum

İplerini sıkı sıkı sıkı tuttuğum

Belki sekerek yolladım

Bir kaydırak taşı ile çukura

Belki uçurtmamla birlikte

Salıverdim havalara

Belki yüreciğiydi

Ayağımın altında ezdiğim taş bebeğin

Belki hayatıydı dalından koparıp

Yapraklarını yolduğum çiçeğin

Belki düşüp yaraladığım dizimden

Akan bir damla kandı

Belki havuzda yüzdürdüğüm

Kağıt kayığımla birlikte parçalandı.

Attım belki bir horoz şekerinin

Çöpüyle birlikte yollara

Belki de uçtu gitti elimden

Sarı balonumla birlikte bulutlara…

Arıyorum, bulamıyorum

Yalnız anlıyorum.

Çocukluğumla beraber gitti anlıyorum

Ve araya giren yıllara

Lanet Okuyorum.”

Çekinerek yazdım, ancak, şimdi tekrar okuyunca, beğendiğimi fark ettim ve tüm dizelerimin bir kez daha altını çiziyorum. Buruk bir zevkle.

Herkese mutluluklar diliyorum.

Blog Widget by LinkWithin