Yerine sevemem  

Posted by Asuman Yelen in , , ,



Artık saymıyorum. Çok ama çok sene geçti aradan. Zaman nedir ki? Kaç yıl gerekir, hala burnumda tüten kokunu, kulağımdan gitmeyen sesini, elimi sımsıkı kavrayan avucunun sıcaklığını unutabilmem için? Geçen yıllar, bunu başaramadı. Başaramazlar da, ama sayıları arttıkça beni sana yaklaştırıyorlar. Bu yüzden, yıllarla uğraşmaktan vazgeçtim artık. Onları seviyorum.
Seni anlatmak. Bulabildiğim bütün güzel sıfatları adının başına eklesem, yine bir şeyler eksik kalacak. Bu yazıyı okuyanlar (ben de olsam aynı şeyi düşünürdüm) her evlat babasını sever, her kız evlat için babası mükemmeldir diye okuyup geçecekler. Seni tanıma şansına sahip olanlar ise seni gülümseyerek anımsayacaklar, “tanıdığımız en mükemmel insandı” diyecekler.
Baba sözcüğünü tanımlamak için, seni sayfalarca yazmak isterim. Birlikte yaptığımız, paylaştığımız tüm güzel şeyleri, şiirleri, şarkıları, bana yaşattığın o harikulade o muhteşem çocukluğu, oynadığımız oyunları, akşam gezintilerimizi, sofralarımızı, sohbetlerimizi anlatmak isterim. Paylaştığımız her şeyin varlığından sonra, yokluğunda da beni nasıl sıcak tuttuğunu, bana neler kattığını bütün babaların öğrenmesini isterim. Sendeki tevazuya uygun sadeliği yakalamak şartıyla tabii.
Nezaketi ve centilmenliği üzerinde nasıl güzel taşıdığını, anlattığın her şeyin etrafındakiler tarafından nasıl keyif ve saygıyla dinlendiğini hala zevkle hatırlarım.
İçinde yaşadığı çağın tüm olaylarını takip eden, sürekli okuyan, yorumlayan üç lisanı çok iyi bilen entelletüel kişiliğini, sanatın adeta tüm dallarında bize eserler bırakan sanatçı yanını nasıl unutabilirim?
Dürüst insanı seninle tanımlayabilirim. Kayırılmadan, kayırmadan, hiç haksızlık etmeden, hediye kabul etmeden, kaytarmadan, kaytarana izin vermeden, prensiplerinden ödün vermeden, kimseye yalakalık etmeden, namusunla, alın terinle nasıl çalıştığını gururla ve onurla anlatmak isterim.
Birlikte olabildiğimiz o kısacık süreçte, senin o kadar değişik hallerini hatırlıyorum ki..Cümbüş çalarken, hawaian- gitar çalarken, yağlıboya resim yaparken ve hatta halı dokurken. TRT de radyo skecinin birinci olduğunu, Emile Zola’nın Nana’sını, Fransizca’ dan Türkçe ye nasıl tercüme ettiğini anneciğim, birlikte sabahlara kadar müsveddelerle, daktilolarla nasıl uğraştığınızı hüzünle anlatırdı. Selahattin Pınarı, Sadettin Kaynağı, Neveser Kökteşi hep senden dinledik, senden öğrendik. Bhrams’ın Ninnisi’ni, Schuman’ın Rüyası’nı, Lizst’in Macar rapsodisini, ve daha bir sürü şeyi biz, küçücükken öğrendik. Kardeşler birbirimizi sevmeyi, paylaşmayı, yardımlaşmayı, sorumluluk duymayı senden öğrendik. Senin ağzından hiç kimse “eşşek kafalı” dan daha kötü bir söz duymadı.
Bize yaşattığın bu muhteşem çocukluk için sana sonsuz teşekkürler.
Bir bayram ertesi, bizi ansızın bırakıverdiğin zaman, yaşadığım acıyı hiç unutmadım ama bugün tuhaf, buruk bir sevinçle, iyi ki yoksun diyorum babacığım. İyi ki gittin. Senden sonra içinde yaşayageldiğimiz, bu dünyada ve kendi ülkemizde, hatta uzak, yakın çevremizde bizim gördüklerimizi görseydin, yaşadıklarımızı yaşasaydın, eminim çok ıstırap çekerdin. Bu dünya, dürüst, namuslu, centilmen insanların yaşadığı bir yer olmaktan çıktı çoktan. Burada sevgiye yer yok.
Bana gelince, Gökhan Kırdar’ın çok sevdiğim parçasında dediği gibi:
Yerine sevemem.
Nurlar içinde yat babacığım.

Beddua  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,





Bundan sonra birisine çok kızdığım zaman ne diyeceğimi çok iyi biliyorum

-İnşallah sizin de alt katınıza benimki gibi bir komşu gelir!..


Alt komşumdan şikayetçiyim. O da benden şikayetçi. Birbirimizi rahatsız ediyoruz. Ben onun televizyonunun sesini çok az açmasından, yavaş sesle konuşmasından, kısacası evindeki sessizlikten şikayetçiyim, zira sırf bu sebepten, benim evde çıt çıksa işittiğini biliyorum bu da beni çıldırtıyor. Herşey iyice karışacak, en iyisi ben başından anlatayım.

Yaklaşık üç ay kadar önceydi. Yazılarıma yeni başlamıştım ve her zamanki gibi bir sinir küpü kıvamındaydım. Düşündüklerimi, hissettiklerimi kağıt üzerinde ifade etmek beni zorlasa da, çok vaktimi alsa da, üstesinden gelemeyeceğim bir şey değil ama bunu bilgisayar ortamında yapmaya kalkışınca işin rengi değişiyor, hatta adını da koyalım, siyaha dönüşüyor çünkü sinirden gözlerim kararıyor. Saat gece on biri geçiyordu. Yine bir yazıyla boğuşuyordum bilgisayarda. Satırlara hakim olamıyordum bir türlü. Kelimeler ortadan bölünüyor, paragraflar haddinden fazla açılıyor, bense bunları düzeltmeyi bir türlü beceremiyordum. Her neyse biraz sakinleşmeyi bekleyip, yere fırlattığım mouse’ın içine pilini koyup, kanepenin altında bulduğum kapağı yerine taktıktan sonra, titreyen ellerle birinci katta oturan yeğenimi aradım. Şimdi önce yiğitlere hakkını verelim. Allah için üç tane yeğenim var,her biri diğerinden saygılı, her biri diğerinden SABIRLI. Erdem’ ciğim derhal kendi bilgisayarının başından kalkıp asansöre atladığı gibi soluğu kapımda aldı. Tabii köpeğim Paçoz, önce asansörün sonra kapının zilini duyunca sevinç hav havları atmaya başladı. Yaklaşık on dakika onu susturmak için uğraştıktan sonra bilgisayarın başına geçtik. Erdemim bana davudi sesiyle yapmam gerekenleri (kim bilir kaçıncı kez) anlattıktan sonra (onu hoş tutmak için her zaman bir kenarda bulundururum) pasta ve kola ikram ettim. Saat sanırım üç civarıydı, biz öyle tatlı tatlı hoş-beş ederken, ayağımın altında belli belirsiz tık tık diye sesler duydum.

Ertesi gün ortanca yeğenim bendeydi. Sağ olsunlar yeğenlerim beni gerçekten çok severler. Üçü de elime doğmuştur. Deli-dolu çılgın bir yapıya sahip olduğum ve yanımda çok rahat hissettikleri için bende kalmayı çok severler. Çocukluğumdan beri gece yaşamayı seven bir kişiliğim var. Derslerimi gece çalışır, romanları gece okur, okuduğumu da bitirmeden yatmazdım. Yine aynı şekilde gece yarısından sonra bir saatlerde yazı yazarken yine aynı sorunlarla karşılaşınca bu sefer oturduğum yerden yan odada yatan yeğenime birkaç defa seslendim. (Tabii o da her zamanki gibi müzik dinlediği için beni ancak üçüncü seferde duydu.) Aynı talimatları (kim bilir kaçıncı kez) yeniden dinledikten sonra, yine de tüm düzeltmeleri ona yaptırıyor iken, aynı çekinik tık-tıkları bir kez daha ayağımın altında hissettim. Bu sefer, biraz şüphelendim doğrusu. Ne münasebetti şimdi, eski köye yeni adet mi gelmişti? Öyle ya bu komşular en az bir senedir alt katımda oturmuyorlar mıydı? Ne ayıp şeydi o öyle?

Ertesi sabah, çok iyi hatırlıyorum, günlerden Cumartesi idi, çok erken bir vakitte , Paçoz’un havlamasıyla uyandım. Tatil günü böyle bağırılır mıydı, ne hakkı vardı bizi erkenden uyandırmaya, bu kadar terbiyesizlik olmazdı. Bir güzel azarladım. Yavrum bir köşeye sindi, gücenik bakışlarla bizi yataklarımıza uğurladı. Öğleye doğru zilin sesiyle uyandık. Kapıyı yeğenim açtı, birisiyle birkaç kelime konuştuktan sonra kapıyı kapayıp yeniden yatağına döndü. Kim olduğunu sorduğumda, tekrar uykuya dalmak üzere olduğu için mırıl mırıl “ bilmem, perişan yüzlü bir adamdı, alt katta mı oturuyormuş, gürültümüzden mi rahatsızmış, ne bileyim, rahat bırak beni, uykum kaçacak.“ Aynı akşam apartman görevlisi çöpü alırken “Asuman abla sizin alt kat gürültünüzden rahatsızmış, galiba yöneticiye söyleyecekmiş,” deyince “artık bu kadarı da fazla, tutmayın beni” diye gürleyerek kendimi merdivenlere attım. (aslında ayağımdaki rahatsızlık nedeniyle asansörü kullanmam lazımdı.)

Zili çaldım. Kapıyı açan beyefendi, şaşırdı ise de hiç belli etmedi. Nazik bir biçimde beni içeri davet etti. Beni buyur ettiği salona adeta bir mabede girer gibi girdim. Sessizliğin sesi beynimde yankılandı. Beni oturttuktan sonra o da karşıma geçip oturdu. Yüzüne bakınca perişanlığını gördüm. Yorgun bakışlarında kızgınlık, davranışlarında öfke yoktu. Önce kapıma gelip şikayet ettiği için özür dileyerek başladı söze. Sonra durumundan bahsetti. Yazarmış. Eskiden çalıştığı iş yeri ekonomik nedenlerle kapanınca, evini “home -office” olarak kullanmak zorunda kalmış. Yalvaran bakışlarla, özür dileyen nazik bir tonla anlattıkça anlattı. Duvarların inceliğinden şikayet ederken son derece asildi. Gıcırdayan kapılardan, paçoz yataktan atladığında, (yaklaşık otuz kiloluk bir hayvan), ben yan odaya Caaaan (yeğenimin adı can) diye bağırdığımda, Can beni duyup telaşla koltuğundan halısız yere atladığında, kimbilir kaçıncı uykusundan can havliyle nasıl fırladığını anlatırken, bir İngiliz lordu, bir Fransız kontu, bir Hint racası, bir Osmanlı şehzadesi kadar asildi.(Biraz abarttım mı yoksa?) O konuştukça ben yerimde ufaldım. Paçozun tiz, delikanlıların davudi seslerini düşündüm. Halısız döşemelerimi (büyük halıların modası geçmemiş miydi?) o döşemelerdeki önce çift, sonra tek bastonumun sesini, şu an giydiğim ortopedik terliklerin seslerini tahayyül etmeye çalıştım, bu amansız sessizliğin içinde. Ayağımdan, bastondan bahsederek duygu sömürüsü yapmak istedim, o kadar çok üzüldü ki kendimden utandım. Ama haksızlıktı bu. Böyle alt kat komşusu olur muydu insanın. Yarım saat içinde bu kadar çok özür diler miydi insan. O anlattıkça anlatıyordu, özür dilemeyi bırakıp etrafı gözden geçirmeye başladım. Bir köşedeki televizyon ilişti gözüme. Ekranda balıklar ve mırıl mırıl Nat King-cole. Yukardan ise benim televizyonun bangır bangır sesi geliyordu.

Utançla başımı öne eğdim. Bi de ne göriym? Bir çift sevimi ayıcık yan yana, tatlı tatlı gülümsüyor. Kulakları yerlerde sürünüyor. Evet, ayaklarında, ayı tasarımlı renkli tüylü bir çift panduf. Yüzümde nasıl bir ifade gördü ise izah etme gereği duydu. “ Bakın ben aşağıya gürültü gitmesin diye özel olarak aldım bu terlikleri”. O an bittiğimi hissettim. Tam da sözün bittiği yere sonunda gelmiştik.Bir insan böylesine utanç içinde iken nasıl kahkahalarla gülmek isteyebilirdi? Nasıl ayağa kalktığımı, ne söylediğimi hatırlamıyorum. Can havliyle kendimi merdivenlere attım. Ayağımı filan düşünecek durumda değildim.

Eve girer girmez ilk işim, içine zeytinyağı koyduğum bir fincanla birlikte bir parça pamuğu Can’ın eline tutuşturmak oldu. Bunlarla ne kadar oda, dolap kapısı varsa yağlamasını söyledim. Yüzümde ne gördü ise itirazsız işe koyuldu. Bu arada ben de bulduğum ne kadar eski halı, kilim hatta banyo havlusu varsa yerlere serdim. Boşluklara doldurdum. Bilgisayara değil oturmak bakmadan geçtim önünden.

O gece gözlerimi tavana dikip, beni, kara gözlü güler yüzlü küçücük bir kızdan şimdiki gürültücü uçuk kaçık süpürge cadısına çeviren süreci düşündüm. Okullarımı, çalıştığım şubeleri, oturduğum evleri düşündüm. Uzağa gitmeye gerek yok. Yazardan önceki kiracıları hatırladım. Benim evimi kokularıyla bir çöp kovasına çeviren, bir sürü kedisiyle, şirin öğretmen emeklisi, feci bir şekilde çürüyerek ölen çöp teyze, nikahsız kocasından her gün dayak yiyen, “aşkım n’olur vurma aşkım” diye oradan oraya kaçan zavallı gencecik bir kadın. Yıkılan eşyalar, kırılan camlar.

Ne uğraşlar verdim bu karmaşık kozmopolit kentin tüm kuralsızlıklarına ayak uydurabilmek için. Kişiliğimi o yönde geliştirebilmek için, arabesk mi dinlemedim, beyaz dizi mi okumadım. Televizyondaki tüm kadın, tüm yemek, tüm evlilik programlarını, hatta reklamları izlemedim mi? Bu eğlenceli, bu renkli, bu GÜRÜLTÜLÜ hayata tam da henüz entegre olabilmişken, nereden taşındı alt katıma bu ayrık otu, kelaynak kuşu, don kişot bozuntusu?

HAKSIZLIK BU!

Görüşmek üzere…..
.

Sir Rabindranath Tagore  

Posted by Asuman Yelen in , , , , ,

Okuyan bazı dostlar bana sitem edecekler. Yine mi Tagore, niçin illa ki Tagore diyecekler.

Bloguma yazdığım yazıların okunma sıklık oranını incelediğimde de görüyorum. Tagore en alt sıralarda. Komik yazılarla, ölümden bahseden yazılar yarışıyorlar. Demek oluyor ki, insanlar ya gülmek ya da ağlamak istiyorlar. Bir derin nefes alıp, hayata dair şöyle biraz kafa yormak, her şey niçin bu kadar kötüleşiyor giderek, güzellikler neden hızla azalıyor yerlerini çirkinliklere bırakarak, insanoğlu neden hızla insanlıktan uzaklaşıyor, savaşlar niçin, dünyanın dört bir köşesi, neden adeta birer suç makinesi haline gelmiş milyonlarca çocukla dolu, diye sormak akıllara gelmiyor!...

Neden mi Tagore? Neden mi özellikle Büyüyen Ay? Lütfen, ısrarla rica ediyorum. Dönüp bir kez daha okuyunuz bu iki parçayı ve hatta başlarda yazdığım ilk parçayı. İnatla görmezliktan geldiğimiz ( tabii farkında bile olmadan) SEVGİ yi duyumsamıyor musunuz satırlarda. Bir annenin, bir babanın evladını izlerken nasıl içinin titrediğini, ona nasıl anlamlar yüklediğini, daha doğrusu onda var olan tüm güzellikleri nasıl betimlediklerini görmüyor musunuz.

Şu an ben bunları yazmağa çalışırken gözüm haberlere ilişti. İki tane arka arkaya haber size. İnanılmayacak kadar kötü bir rastlantı, tam da bu metni yazarken.

İlk haber: Evi yıkılmaya çalışılan ve bu eylemi engellemek için çocuğunun gırtlağına bıçak dayayan bir baba. İkincisi: Yaşlı bir adam tarafından cinsel tacize uğrayan küçük kızın aylardır hala aşamadığı psikolojik sorunlar.

Evladına bu denli sevgiyle bakan bir baba onun gırtlağına, hangi nedenle olursa olsun, bıçak dayayabilir mi? Bir baba eğer gerçek bir baba olabilse, küçücük bir kıza yanlış bakıp, yanlış dokunabilir mi?

Bana kimse açlıktan fakirlikten söz etmesin. Ona her istediğini almak, onu bal-börekle beslemek evladı sevmek demek değildir. Önemli olan, ona baktığınızda, hayatınıza siz istediğiniz için giren bu varlığın ne kadar güzel, saf ve temiz olduğunu, sizden sadece sevginizi dilendiğini, onun ilk ve en önemli gereksiniminin SEVGİ olduğunu idrak edebilmektir.

Size çok iyi bildiğim bir şeyi söylemek istiyorum. Eğer gerçekten sevgi dolu, şiir dolu, şarkı dolu bir çocukluk yaşadıysanız, ,sonradan karşılaştığınız her türlü sorunu, acıyı, felaketi, yaşarken bile sığınılacak şeyleriniz olduğunu hissediyor, adeta gizli bir el tarafından korunuyorsunuz.

Herkese sevgi dolu günler dilerim.



*Fotoğraf bana aittir.

.


İftira  

Posted by Asuman Yelen in , , , , ,


Gözlerinde bu yaşlar neden, çocuğum?

Seni böyle daima azarlamaları ne müthiş? Yazı yazarken yüzünü ve parmaklarını mürekkeple boyamışsın. Bunun için mi sana kirli diyorlar?

Ne ayıp!...Yüzünü mürekkeple bulaştırdı diye onlar tolon aya kirli demeye cesaret edebilirler mi?

Her ufak şey için seni yeriyorlar çocuğum, onlar yok yere kusur bulmaya her zaman hazırdırlar…

Oyun oynarken elbiseni yırttın…Bunun için mi sana çapaçul diyorlar.

Ne ayıp!...Parça parça bulutların arasından gülümseyen bir sonbahar sabahına, nasıl bir ad takabilecekler, bakalım?

Onların sana her söylediklerine kulak asma, çocuğum. Onlar senin kabahatlerini uzun uzun anlatır dururlar. Senin tatlı tatlı yiyecekleri ne kadar sevdiğini herkes bilir. Onun için mi sana obur diyorlar?

Ne ayıp!...Öyle ise seni seven bizlere ne diyecek, ne isim verecekler bakalım.

R.Tagore

Ne Zaman ve Neden  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,


Sana renkli oyuncaklar getirdiğim zaman, çocoğum, bulutlarda, sularda neden böyle renk oyunları olduğunu; ve sana renkli oyuncaklar verdiğim zaman, çiçeklerin neden böyle hafif renklerle boyandıklarını anlarım, çocuğum.

Seni raksettirmek için şarkı söylediğim zaman, yapraklarda neden musikinin bulunduğunu gerçekten anlarım.

Ve seni raksettirmek için şarkı söylediğim vakit, dalgaların neden dinleyen toprağın kalbine sesler korosu yolladığını anlarım.

Senin obur ellerine tatlı yiyecekler getirdiğim zaman, çiçeğin kadehinde neden bal olduğunu bilirim; yemişlerin neden gizlice tatlı usare ile dolduklarını da senin haris ellerine tatlı yiyecekler getirdiğim zaman anlarım.

Seni gülümsetmek için yüzünü öptüğüm zaman yavrum, sabah aydınlığında gökten nasıl bir zevkin aktığını; ve yaz rüzgarlarının vücuduma nasıl haz verdiğini, neş’e getirdiğini, seni tebessüm ettirmek için yüzünü öptüğüm zaman mutlaka anlarım.

R.Tagore

Yeni Nesil Dostluk  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,


Artık genellikle evlerin dışında buluşuyoruz. Mekanı PAYLAŞIYORUZ. Masayı PAYLAŞIYORUZ. Bol bol konuşuyoruz. Her buluşmada aynı soruları soruyor, cevabı dinlemediğimiz için bir dahaki buluşmada yine aynı şeyleri konuşurken buluyoruz kendimizi. Kimileri anlatmayı seviyor. Gözlerini devire devire, yanındakinin dizini dürte dürte, herkes duysun diye bağıra bağıra anlatıyor. İki tip dinleyici var. Birinci tip sabırla dinliyor, bahsedilen kişileri tanımasa da, ayrıntılardan sıkılsa da, nezaketle, sabırla, sonuna kadar dinliyor. İkinci tip, dinler görünüp, kendi söyleyeceklerini tasarlıyor, ilk boşlukta atıyor kendini. Bir “ben" telaşı ile bir üstünlük gayreti içinde sevgiyi muhabbeti bir kenara bırakıyor, yemeği, hesabı da PAYLAŞTIKTAN sonra ayrılıyoruz.

Bazen bir düğünde bir araya geliyoruz. Şarkıları birlikte söylüyor, birlikte göbek atıyor, gelinle damadı birlikte çekiştiriyor, pastayı birlikte yiyoruz. Nedense en önemli şeyi PAYLAŞAMIYORUZ : Çiftin mutluluğunu. “Niçin o gelin ben değilim, ben yalnızım?” veya “niçin benim adam şu damat kadar kibar ve yakışıklı değil?” ya da “seni de görürüz oğlum, yanındaki hele bir dırdıra başlasın, bir de alsın kiloları..” gibisine bir sürü olumsuz düşünceler yüzlerde anlam buluyor. Hanımlar özlemle, beyler pişmanlıkla kendi düğünlerini hatırlıyorlar.

İşyerlerinden bahsetmeğe bile gerek yok. Hiyerarşinin, rekabetin, kazancın olduğu bir yerde dostluktan, arkadaşlıktan (gerçek anlamda) bahsetmek mümkün müdür? “Sevgi” ve “çıkar” kavramları birlikte barınabilirler mi? PAYLAŞILAN olsa olsa sadece belirli saatler arasındaki mesaidir .

Kötü günleri PAYLAŞMAKTA üstümüze yoktur. Bakın bunu gerçekten şevkle, istekle, içtenlikle yapıyoruz. Hasta ziyaretlerini ihmal etmiyor, iflas edeni teselli ediyor, onlar için çareler arıyor, kısacası, ağrıları, sızıları, sıkıntıları can kulağı ile dinliyoruz. Terfileri, başarıları, mutlulukları paylaşmakta gösterdiğimiz hasislik, karşımızdaki zayıf, üzgün , çaresiz ve muhtaç ise adeta gönüllü bir gayretkeşliğe dönüşüveriyor.

Bir de cenazeler var. “İnanmıyorum, beş gün önce birlikteydik. Karşımda oturuyordu. Yeşil kazağı ile ne kadar da güzeldi!” ( Ama o gün ona bunu söylemedin.) “Ah evet inanılır gibi değil, tatlı tatlı sohbet etmiştik.” (Hayır daha çok sen konuşmuştun, o ise sadece dinlemişti.) “Tanıdığım en iyi insandı.”(Artık açıklamamda hiçbir sakınca yok.)

Duaların, pilavın ve helvanın yanı sıra cenaze evlerinde PAYLAŞILAN birinci ortak duygu, hepimizi bir sonun beklediğini yeniden hatırlamanın yarattığı o keskin ürperti, diğeri de, tekrar göremeyeceğimizi idrak ettiğimiz dostumuz ile ilgili olarak hissettiğimiz pişmanlıklardır. “Keşke takı kursunda yaptığı kolyeleri gösterdiğinde beğendiğimi söyleseydim.” “Keşke yeni evine gitmeyi ertelemeseydim.” “Keşke bloğa yazdığı yazılardan bazılarını okuyup onunla düşüncelerimi paylaşsaydım.” “ Keşke filancaya onunla ilgili o sözleri söylemeseydim “ ya da “ keşke ona filancanın kendisi ile ilgili söylediklerini anlatmasaydım” tarzında yığınla pişmanlıklar. Ama artık çok geçtir.

Okuyanların bu yazdıklarıma karşı çıkacaklarını sanmıyorum. Günümüzde her şey gibi dostluğun da anlam yitirdiğini, güç kaybettiğini hepimiz biliyoruz. Bu yazıyı okuyan dostlarımın da aynı sebepten alınacaklarını zannetmiyorum. Alınacak olanların da hiçbir zaman okumayacaklarını bildiğimden, gönül rahatlığı ile bu yazımı da bitiriyorum.

Tekrar görüşmek ümidiyle…

Hush Little Baby...  

Posted by Asuman Yelen in , ,

Bir yıla yakın bir süredir sol ayak bileğimde oluşan bir rahatsızlık nedeniyle adeta eve kapanmış durumdayım. Bu nedenle elime ne geçerse okumaya, hatta eskiden okuduklarımı tekrar elden geçirmeye başladım. Beni bu blogu, tanıdığım ve (çok şükür ki sayıları epeyce fazla) tanımadığım insanlarla paylaşmaya iten gerçek nedenin de bu olduğunu sanıyorum.Böylelikle de geçici olduğunu umduğum bu süreci çekilir hale getirmeye uğraşıyorum.

Tabii böyle olunca da televizyon karşısında daha fazla oturmak da kaçınılmaz bir hale geliyor. Sabah programları öğlen programları, akşam programları, Allah ne verdiyse ve inanmayacaksınız amma reklamlar. Onlardan nefret ediyorum.

Reklamlar önceleri, birinde başlayınca, ‘ diğer kanalda acaba ne var’ merakımı gidermeye yarayan bir zaman aralığından ibaretken, bir gün, tamamiyle rastlantı sonucu, ilgi merkezim haline geliverdi. Dışarıda güneşin ve yanı sıra çiçeklerin açmaya başladığı günlerden biriydi. Ben yine her zamanki gibi televizyonun karşısında (moralim bozuk olduğunda okuyamam) kös kös otururken ekranda genç güzel bir çift belirdi. Ellerinde bavullar, uçak bileti alıyorlar. Düşünün hem GENÇ hem ÇİFT hem DANS EDEREK BİLET ALIYORLAR üstüne üstlük SEYAHATE ÇIKIYORLAR. Tam ben ekrana fırlatmak üzere bir şeyler aranırken üç müzikal cin de bir yerlerden fırlayıp şarkı söylemeye başlamazlar mı: AAADİİİYOS- BİİNİYOS- GİİDİYOS -SİZ DE BAAKIYOSS diyerekten hem de en sevdiğim melodilerden birinin üzerine. Can havliyle nasıl kanal değiştirdiğimi bilmiyorum Bir de ne göreyim. Aynı çift deniz kenarında göz göze diz dize yemek yiyorlar ve aniden denizin içinden müzikal cinler seğirtiyorlar. AAAAADİİİİYOS - GEEZİİYOS - KOOŞUYOS - YİİYOS - İÇİYOS - SİZ KÖS KÖS SEYREDİYOS.

Kendime geldiğimde sevgili köpeğim Paçoz ellerimi kollarımı yalayarak beni yatıştırmaya çalışıyordu.

Bu olaydan sonra reklamlara daha bir dikkatle bakmaya başladım. Şutellalar-butellalar, sucuklu yumurtalar, oh bize lazım ohh fındık- fıstık oohh. Kızım senin baban böyle pasta yapmayı kimden öğrendi? Piliçler şen, anneler-babalar, anneanneler-dedeler şen. Caddeler-sokaklar, yuvalar-mutfaklar şen. Kurbağalar,kuşlar,maymunlar şen. PEKİ BEN? Yine gözlerimden pıtır pıtır yaşlar yuvarlanmaya başlamıştı ki birden ekrandan gelen şu sözlerle öylece kalakaldım:

HAŞŞ LİDIL BEYBİ DONT YU KRAY…

Herkese sağlıklı günler dilerim…..

Gri Omuzlu Geniş Gözlü  

Posted by Asuman Yelen in , ,


"Stacy 18 -19 yaşlarında, uzun gür ve parlak (siyah, kızıl ya da sarı) saçlara, dolgun göğüslere, mevzun bacaklara, iri ve uzun kirpikli (mavi, yeşil,sarı ela ve nadiren de siyah renkli) gözlere sahip, hanım hanımcık bir kızdır.Doğduğundan beri aynı küçük kasabada yalnız yaşamaktadır. Anne ve babası bir kazada ölmüştür. Kasabanın kütüphanesinde , ya da yaşlı bir doktorun veya avukatın yanında az bir maaşla çalışan, kendi halinde bir kişidir.

Günlerden bir gün, dünyanın öbür ucundan bir yerden bir mektup gelir. Uzak akrabalardan hiç tanımadığı yaşlı bir teyze ya da amca ölmüştür ve tek mirasçı kendisidir. Tropik adalardan birinde bir evi gidip teslim alması istenmektedir.

Stacy’cik bir hafta içinde evini satar, uçak biletini alır. Gideceği yere uygun şortlar ve bikiniler alır .Çok güzel çeşitli renklerde elbise, her ihtimale karşı birkaç tane gece elbisesi de satın aldıktan sonra valizlerini alır yola koyulur.Önce uçakla adanın bağlı olduğu ülkeye, sonra sırasıyla şehre,kasabaya, kasabada geceyi bir otelde geçirdikten sonra sabahleyin erkenden bir motorla adaya ulaşır.

Sevgili Stacy, bir araba kiralar ve nihayet sevgili kulübesine vasıl olur. Ama bir de bakar ki ev bakımsızlıktan harabeye dönmüştür. Verandanın parmaklıkları, sallanan iskemlenin bacakları kırık döküktür. İçeri girer. Perdeler yırtık pırtıktır. Duvarların sıvası dökülmüştür. Her yerden örümcek ağları sallanmaktadır. Ev toz toprak içindedir. Mutfak ve üst kattaki yatak odaları de aynı şekildedir.

Zavallı Stacy birkaç damla gözyaşı döktükten sonra, derhal silkinir ve üzerine daracık bir blucin, bavula nerden karıştıysa, yırtık pırtık bir penye bluz geçirir, parlak saçlarını da bir küçük eşarpla topladıktan sonra işe koyulur.

............................................................................................................................................................

Güzel Stacy, kumlara serdiği kadife havluya yorgun ama diri vücuduyla sere serpe uzanmıştır. Güneş henüz tepededir. Çok yorgundur ama,tüm işleri bitirdiği için de son derece mutludur.

Önce bütün alt katın örümceklerini temizlemiş, duvarlarını sevdiği lila rengine boyamış, diktiği aynı renkli perdeleri, silip çerçevelerini boyadığı pencerelere asmış, yerleri süpürüp, tahtaları önce fırçalayıp sonra cilalamış, sonra yukarı kata çıkan merdivenleri silip trabzanlarını tamir ederek cilalamış, sonra kendi yatak odasını havalandırıp temizleyip eşyalarını dolaplara (tabii önce temizleyip sildikten sonra) yerleştirmiş, camlarına diktiği romantik tül perdelerini asmış, sonra diğer iki yatak odasını pırıl pırıl yaptıktan sonra banyonun yerlerini lavaboyu,küveti,muslukları ilaçlı sularla ovmuş, sonra tekrar aşağıya inip en sona bıraktığı mutfağın bütün dolaplarını boşaltıp tüm tencere tabak ve bardakları yıkayıp dolapları sabunlu sularla elden geçirdikten ve yerlerini sildikten sonra duvarlarını ve raflarını yeşil yağlıboya ile boyamış, camlarına dantel perdeler asmış, bu arada açlığını fark edip kendisine, bulduğu malzemelerle çarçabuk bir portakallı ördek hazırlayıp yemiş, sonra hemen yukarı banyoya girip doldurduğu küvette biraz uzanıp yorgunluğunu atmış, tozundan toprağından arındıktan sonra, küçük kırmızı bikinisini ve üzerine havlusunu geçirmiş, az önce mutfakta hazırladığı kahveyi de, verandada önce tamir edip sonrada bir güzel boyadığı sallanan iskemlesine dikip yerleştirdiği rahat minderine oturarak yudumladıktan sonra, şimdi nihayet sıcacık güneşin altındadır.Gözlerini yumar ve yeni evde geçirdiği bu ilk günün yorgunluğunu atmağa çalışır."

Biyonik bakire Stacy, hayatının bir döneminde beyaz dizi okumuş tüm kadınların çok iyi tanıdığı bir karakterdir. Bunların hepsi üç aşağı beş yukarı aynıdırlar. Çok marifetlidirler.

Uçsuz bucaksız bir çiftliği çekip çevirirler, at binerler ,uçak kullanırlar, koca bir şirketi yönetirler, amma velakin, şu karşılaştıklarında içlerini titreten, uzun boylu, adaleli bacaklı, gri omuzlu geniş gözlü, şu sinirlenince dudakları çizgiye dönüşen ve direksiyonu tutan ellerinin eklem yerleri bembeyaz kesilen yakışıklı karizmatik adamların kendilerini sevdiğini 159 sayfalık (inanmazsanız bakın, bütün beyaz diziler 159 sayfadır) romanın son on sayfası gelmeden anlayamazlar.

Ben beyaz diziyle emekli olduktan sonra tanıştım. İtiraf etmem gerekirse, hoşlanarak zaman zaman kalbim çarparak okuduklarım oldu. Tabii ciddiye almadan, eğlenerek, gırgır geçerek okuduklarm çok daha fazlaydı. Stacy’in hikayesi “alıntı” değil, beş-on beyaz diziden aklımda kalanlardan” çalıntı” olarak tanımlanabilir. Zaman zaman bu tarz , ama Türkiye’de geçen, kahramanları Türk olan ve güldürmeyi amaçlayan bir roman yazmayı düşünmüşümdür. Yazarken çok eğleneceğimden eminim. Kim bilir, belli mi olur, yaparım belki.

Görüşmek üzere...

Blog Widget by LinkWithin