Ölü, kıskanılmayan yegane insandır  

Posted by Asuman Yelen in , , ,


Çok saygıdeğer bir hanımefendi, son zamanlarda okuduğum en kıskanılası yaşam öyküsünün kahramanı Latife Hanım, bir arkadaşının ölümü üzerine fevkalade anlamlı bir yazı yazarken, sanıyorum bu ana fikirden yola çıkmış.

Aşağıda okuyacağınız alıntılarla ilgili olarak – kendisine imanla ve tüm ruhumla katıldığımı söylemekten başka - yapabileceğim, daha doğrusu yapmaya cüret edebileceğim hiçbir yorumum yok. Olamaz da hiçbir zaman.


*
Biz ölüyü, bütün davalarından, bütün ihtiyaçlarından, bütün menfaatlerinden, bütün iddialarından, ihtiraslarından, arzularından istifa etmiş bir insan olduğu için severiz; dirisine düşman olduğumuz bir insanın bile ölüşüne yanışımız bundandır.

Bu hakikati düşününce, körün, öldükten sonra niçin “badem gözlü” olduğunu kestirebilmek de güç değildir.

Şimdi; birçok kıymetlerin, ölüşlerinden sonra bilinmesinin sırrını da kavramaya yaklaşmış sayılabiliriz.

………………………………..

Hayatlarındayken gördükleri umumi lakaydini, umumi alakasızlığın, umumi nankörlüğün ve inkarın acısını kan kusarak çekmiş nice kıymetler, nice şöhretler var ki, bugün, mezarları başında insana ölümü sevdirebilecek kadar parlak ihtifaller (anma törenleri) yapılıyor.

Bugün hor gördüğümüz nice kıymetler var ki yarın mezarları başında gözyaşı dökeceğiz. Ve onların birer “kıymet” olduklarını itiraf edebilmek için, ölmelerini beklemekteyiz: Çünkü yaşadıkları sıralarda onlara bu kıymeti vermemize, kıskançlığımız manidir.

Görülüyor ki, insanları haklarına kavuşturan en adil hakim ölümdür. Ve artık inanabiliriz ki, layık olduğumuz alakayı, kıymeti, itibarı, şerefi, saygıyı ve sevgiyi kazanarak yaşayabilmemiz için, başvurabileceğimiz tek çare vardır:

“Ölmek!”

*İpek Çalışlar’ın Latife Hanım isimli eserinden alıntıdır.

Ölümden öte köy yok  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,


Akşam haberleri. Ekranda herkesin sevdiği tonton yüz, gülerek bakıyor. Vedalaşırcasına. Bildik törenler, alkışlar, gözyaşları. Tanıdık yüzler, birkaç devlet adamı. Lokmalar boğazlarda düğümleniyor. Belki birkaç damla gözyaşı. Bir çok klişe dökülüyor ağızlardan, “her şey yalan” paydasında. Sonra, haber değişiyor, tatlı servisine geçiliyor. Bizden bu kadar.

Ya diğerleri, taşıyan yorgun omuzların sahipleri, giden sevdiğinin hemen arkasında yürüyen, bastığı yeri bilmeden,baktığı yeri görmeden, şaşkın,acılı sevenler!
O son noktada, en sevdiklerini, bilinmezliğin içine kendi elleri ile kendi umutları ve huzurlarını da birlikte sonsuza yolladıktan sonra, üzerine bir kürek de toprak dökerken ne düşünüyorlar dersiniz.

Bundan daha katı bir gerçek olabilir mi!

Bekir Sıtkı Erdoğan “Sessiz Senfoni” isimli şiirinde sevdiğinin ölümünü nasıl da ölümsüzleştiriyor belleklerimizde.

“İnsan, soyundukça hissediyor,
Gittikçe katılaştığını yerin.
Tanıdık bir film geçiyordu gözlerimin önünden
Gel gör ki, en güzel yerinde,
Ansızın kopardı ellerin.

Sonra. Dört yabancı el, dört yorgun omuz,
Mezat kapısında bir kuşluk vakti
Çekince ipini mesafelerin,
Ayak uçlarıma yığıldı sonsuz.

Bir tünel gerindi . Sefil, kapkara.
Bir yokluk hıçkıra hıçkıra güldü.
Büyüdü göz çukurları, kırık heykellerin.

Böyle, bilmediğim, uzak yollara
Beni bırakmasa, ne vardı ellerin!”

B. S. Erdoğan

Çok sevdiği yakınını kaybedince, insan, kendi içine dönüyor. Şaşkınlıkla kabulleniş arasındaki bu süreçte, sanıldığının aksine, algılar açılıyor. “Ölüm” gerçeği, beraberinde, “hayat” yalanını da gözler önüne seriyor. Sevgilerin, dostlukların gerçekliliği sorgulanıyor. Peşinden koştuğumuz, elde etmeğe çalıştığımız, para, iktidar gibi hırsların boşluğu anlaşılıyor.

Bu sürece matem deniyor.

Siz bunu yaşarken, hayat tüm enstrümanlarıyla, insanlar maskeleriyle, içlerine almak üzere sabırla sizi bekliyor.

Sizin için yapacak pek bir şey yoktur. Usulca aralarına yeniden katılıvermekten başka.

“Yaşamak… Başka ihtiyacım yok.
Yaşamak, hem çocukça aldanarak.
Yıllarca öyle, biteviye,birçok,
Cılız, kötürüm ve ölümcül yaşamak.”

T. Fikret

"Yaz aşkına dair" dediniz... İşte misali:  

Posted by Asuman Yelen in , , , ,


Merhabalar,

Sevgililer gününüz kutlu olsun.


ZERRİŞTE
“Yaz aşkına dair” dediniz…İşte çocukken
Gayet afacan bir kedi sevdim ki elimden
Bir Dakka bırakmazdım; uyurken kucağımda
Ruhumdaki şefkat
Hep üstüne titrer; gece bazen yatağımda
Birlikte uyurduk.bırakıp mektebe gitsem
Kalbimdeki özlem
Mutlak beni dikkatsiz eder, “ hey koca sersem!”
İhtarı tokatlarla gürülderdi başımda.
Ben körkütük aşık,
Her kahra tahammülle severdim…O yaşımda
Sevmekteki tesir ve teselliyi bilirdim.
Herkes gibi, hatta
Bazen da sebepsiz yere ağlar üzülürdüm.
Zerrişte, bu ismiydi onun, sanki haberli
Uğrun kederimden
Yaltaklanır,atlar , sürünür, okşatır, okşar
Sırf almak için gönlümü bir çare bulurdu.
Lakin üzerimden
Bir kez dağılıp gitti mi hüznüm, kurulurdu:
“Sayemde bu neşen” demek ister gibi mağrur;
Mağrur ve küçümser,
Başlardı vefasızlığa; ben bağlı ve güçsüz,
Her isteği, her hazzı ve her keyfine uymuş,
Bazan şaşaraktan,
Bazan kızaraktan; yine güçsüz, yine kanmış;
En şüpheli bir meylini görsem inanırdım;
Biçareliğimden;
Hep tırmalanır, tırmalanır, tırmalanırdım!..
“Yaz aşkına dair” dediniz…İşte misali
Sevdiklerimin ben
Hepsinde bu tırnakları, hepsinde bu hali,
Hepsinde bu hırçın kedi simasını gördüm…
Bu cehennem gibi ömrün tüm zevkini sürdüm.

Tevfik FİKRET

GÖZE ÇARPMAYAN DEBDEBE

Ey, şu küçük esvabı boyayan, ve sevgili vücuduna şu küçük kırmızı gömleği giydiren kimdir, çocuğum?.

Koştukça ayağın takılıp sendeleyerek avluda oynamak için sabahleyin dışarıya çıkmışsın. Fakat şu küçük esvabı boyayan kimdir, çocuğum?

Seni güldüren şey nedir, ömrümün mini mini goncası?

Anne, eşikte durarak sana gülümser.

O ellerini şaklatır, ve bilezikleri çıkırdar, ve sen ufacık bir çoban gibi elinde bambu değneğin raksedersin.

Fakat seni güldüren şey nedir, ömrümün mini mini goncası?

Ey dilenci, iki elinle ananın boynuna asılmış, neyi dilenirsin?.

Ey kanmayan kalp, senin küçük gül avucuna koymak için, dünyayı bir yemiş gibi gökten koparayım mı?.

Ey dilenci, neyi dilenirsin?.

Rüzgar, ayak bileklerindeki halhallerin çınlayışını sevinç, neşe ile uzaklara götürür.

Güneş gülümser ve senin güzelliğini seyreder.

Annenin kollarında uyurken, gök seni yukarıdan gözetir, ve sabah, ayaklarının ucuna basarak yatağına gelir ve senin gözlerini öper.

Rüzgar, ayak bileklerindeki halhallerin çınlayışını sevinçle uzaklara götürür.

Rüyaların perisi, yarı aydınlık gökte uçarak sana doğru geliyor.

Dünya ana, annenin kalbinde senin yanında oturuyor.

Yıldızlara çalgı çalan adam, elinde flütü senin pencerenin önündedir. Ve rüyaların perisi, yarı aydınlık gökte uçarak sana doğru geliyor.

R. TAGORE

...

Dünyanın öbür ucundan , kocaman bir şairin, koskocaman yüreğinden, en yalın bir biçimde dile getirdiği evlat sevgisi.

Görülüyor ki, TAGORE de evlatlarını tıpkı babamın beni sevdiği gibi, sizlerin çocuklarınızı sevdiği gibi sevmiş.

Bu parçayı yazarın "BÜYÜYEN AY" isimli kitabından seçtim.

Bendeki , babamın başucundan benimkine geçen,eski, sararmış ve çok yıpranmış bir kitap. Ama en sert zamanlarımda ona sığınıyorum . İçindeki sevgi beni sıcacık sarıyor. İçimdeki çocuk ortaya çıkıyor. Kendi çocukluğuma dönüyorum.

Çocuğu anlamak, çocuğun dünyasına girmek, varlığının anlamını, ruhunun temizliğini kavramak, ana-baba-çocuk arasındaki sevgi alışverişini izlemek ve huzur bulmak için mutlaka okunması gerektiğine inanıyorum .

Tekrar görüşmek üzere.



Bu arada bilin bakalım bu çocuk kim?

Nihayet birlikteyiz.  

Posted by Asuman Yelen in , ,


Muzip bakışlı bir çift göz, "hadi kalk bakalım ya benimle oynamaya devam et, ya da git bilgisayarının başına şu bir türlü yazamadığın yazılarına başla, ayıptır yetmiş milyon insan yılbaşından beri nefeslerini tutmuş seni bekliyor” diyor, ağzında mavi çorabımın tekiyle, yorgunluktan ters dönmüş kulakları, ıslak , kara burnu, halıya serili kocaman vücuduyla, sevgili köpeğim PAÇOZ (ben çoğu insan gibi kızım demeyeceğim) hala hafif –hafif sallanan kuyruğuyla adeta koltuğumu işaret ederek.

Şaka bir yana, başlayabildiğim için gerçekten çok mutluyum. Bunu yapmayı, yani bilmediğim bir yerde yaşayan, tanımadığım tek bir kişiyle bile sevincimi hüznümü, düşüncemi paylaşabilmek duygusu beni çok heyecanlandırıyor.

Tevfik Fikret “Kırık Saz” isimli kitabının bir yerinde “kari”lerine yani okurlarına ;
“Siz ey bilmediğim, görmediğim okurlarım!”
Diye sesleniyor. Sonra ilerleyen satırlarda şöyle devam ediyor;
“Siz ki , en doğru gören bir bakış ve vicdanla
Uzaklardan bana bakmaktasınız ; bir şey ummadan
Ve yazdıklarıma karşı hiçbir minnet duymadan…
Şiirlerimin yüzüne böyle sakin sakin bir bakış , ne kadar içten bir bakıştır!
Bütün bunlar, bu yazılmış, unutulmuş şeyler
Hep o içtenliğe kapılarak toplanmıştır.
Kim bilir, belki içinizden biri, bir derdinizin,
Belki küçük ve değersiz bir benzeri olur;
En yüksek hayat sürenler bile, duygulanmada,
En basit yaşayanlar gibidir….
Hep aynı çamurdan bu yığın!”

Evet.
HEP AYNI ÇAMURDAN BU YIĞIN.
17-18 yaşlarında iken sevdiğim ve çoğunu ezbere bildiğim şiirleri yazdığım, şimdi sayfaları sararmış defterimin, ilk sayfasına büyük harflerle yazdığım birkaç alıntıdan biri. O tarihlerde anlamını biliyor muydum? Pek sanmıyorum. Ya şimdi? İliklerimde hissediyorum.
Garip bir başlangıç yaptığımın farkındayım. Biraz komik bir giriş, çok felsefi bir kapanış. Tıpkı kafam ve ruhum gibi, biraz karışık.
FİKRET ve PAÇOZ. Aslında her ikisi de benim için çok kıymetli.
Birincisi her gece başucumda duruyor.
Diğeri her gece ayağımın üstünde uyuyor.
Tekrar görüşmek üzere.

Blog Widget by LinkWithin